Sunuş: “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluş Felsefesi; Kemalizm ve İslam Çatışmasıyla Açıklanabilir mi?” başlıklı yazıda ayrıntılı olarak bahsedildiği üzere Türkiye Cumhuriyeti yeni bir kimlik ve yeni bir strateji ile Anadolu’da kuruldu. Bu devletin mahiyet ve hüviyet ilişkisinin nasıllığına dair tezlerinde Anadolu ve sahip olduğu değerlere yüklediği anlamlarda farklılıklardan kaynaklanan farklı fikri/siyasi akımlar ortaya çıktığından bahsetmiştik.
Bu bağlamda, kurucu elit Anadolu’yu vatan olarak benimsedi; modernleşme ile batılılaşmayı özdeş gören kültürel dönüşümlerle ve kurumsal reformlarla sivil anlamda da bir „anayurt“ oluşturmak istedi. Kitle duygularını ve kolektif değerlere prim vermeyen, yeni bir değerler demeti etrafında oluşan bir zihniyet devrimini önceledi. Bu nedenle de Kurtuluş Savaşı sırasında kullandığı dinsel temaları ulus-devletin kuruluşu sonrasında aşama aşama terk ederek resmi bir milliyetçi söylem oluşturdu. Bazılarının kemalizm dediği tanımlardan birisi bu resmi söylemdir. Bunun o dönemdeki (1923-1925) aksaklıklarını gören Mükrimin Halil Yinanç, Anadolu dergisi bünyesinde topladığı bir grup aydınla birlikte ilim, kalkınma, ahlak ve maneviyatı bir araya getiren bir “Türk Hümanizması” oluşturarak toplumsal bir hareketi başlatmıştı.
Anadolu milliyetçiliği ile resmi kimlik siyaseti Anadolu’yu merkeze alan ortak bir vatan duygusunda birleşirken zaman içinde evrilerek çatışan iki akıma dönüşdü. Bunlardan biri Mavi Anadoluculuk, 1940’lı yıllarda resmi politikalarla Hasan Ali Yücel özelinde kurduğu gerek kurumsal gerekse de kişisel bağların da etkisiyle şekillendi. Mavi Anadolucu hareketinin laik ve batılılaşma ile modernleşmeyi özdeş gören söylemine karşı, ‘kültür temelli bir milliyetciliğe/gelenekçiliğe ve muhafazakarlığa‘ dönüşen İslamcı Anadoluculuk diyebileceğimiz bir söylem geliştirildi. Mavi Anadoluculuğun kuramsal düzeyde ilk ve temel eleştirisi Hüseyin Avni Ulaş ve Nurettin Topçu tarafından Hareket dergisi bünyesinde oluşturulan bu akım tarafından yapılmıştır. Anadoluculuğun muhafazakar kanadı, resmi söylemin terk etmeyi denediği simgeleri ve temaları kullanarak tarihsel-kültürel bir süreklilik içinde milliyetçiliği yeniden yorumladı. Kolektif değerleri yerli/milli/dini değerlerle yoğururak tasavvufi bir Anadoluculuk ortaya koydu.
· Anadolu Rönesansı
Bu bağlamda Topçu, Kurtuluş Savaşı’nı Anadolu insanının maddi ve ‘‘manevi başkaldırısı’’ olarak nitelendirir. Siyasal söylem ‘‘sakat bir inkılapçılık saplantısı’’ ile bu ruhu ‘‘kısırlaştırmaya’’ ve ardından da yok edilmeye çalıştı. Modernleşme adına yapılan devrimler, Batılılaşmak olp, taklitçi bir zihniyet oluşturdu. Ona göre, taklitcilik ise bir irade hastalığı olup, bir ‘‘aşağılık kompleksi’’ oluşturmuştur. Halbuki savaşla kazanılan maddi bağımsızlığının tamamlanması ancak manevi hamlelerle olabilir. Kendi milli/dini/yerli değerlerine yabancılaşan nesillerin özgüvensizlik duygusuna kapılmasına engel ancak Anadolu rönesansı yani bu coğrafyaya özgü bir ‘‘yeniden doğuş’’ ile mümkün olabilecektir. Aslında Rönesans’ı insanlığın yaptığı her ‘‘iman hamlesi’’dir ; çünkü fizik dünyayı bilip, oradan metafizik/manevi değerler oluşturmaya yöneliktir. Bu bir ‘‘kendimize dönüş’’ hareketidir. Bunun için Anadoluki bin yıllık İslam tefekkürünü yöntemli bir şekilde inceleyerek bir ilim zihniyeti oluşturmak gerekir.
“Aksiyon/Hareket felsefesi” ile “Mekân” yani Anadolu’nun tarihsel ve kültürel birikiminin eleştirel bir süzgeçten geçirilmesine dikkat edilir; 1071 yılından itibaren şekillenen manevi gücünü önceleyerek yeni bir diriliş hamlesi yapılır. Burada Anadolu’nun dirilişi/rönesansında Grek/Antik kültürün Atina hattından ve mitolojiler üzerinden alarak bir kültürel kod oluşturmak ile ezel-i hikmeti ve kadim kültürü İskenderiye üzerinden; yani İbrahimi geleneğin önceki (Musevi ve İsevi) yol ve yöntemlerinin imbiğinden süzülerek gelen kültürel kod arasındaki farka dikkat çekilir. Velhasıl Anadolu Rönesans’ında hem Anadolu’yu İslamlaştıran ve yurtlaştıran Horasan-Yesevi kültürü dediğimiz milli ve dini, hem de insanlığın evrensel felsefi birikimine sahip olmak hedeflenir. Bu bakış açısı, ne seküler bir Turan ideali ile ulusçuluk ve İşci/Vatan partisi bağlamında bir Asyalılık, ne de İyonya/Grek ve Akdeniz kültürü merkezli İslamsız bir seküler yapıyı kabul etmez.
Bunun temellendirilmesi bana göre şöyledir: Tek Tanrı inancına sahip olan Türkler, Oğuz Kaan’dan itibaren Hak ve Hakikat’in tasavvurunun takipçisi olmuşlardır. En son mübelliğ Hz. Muhammed’e tabii olduktan sonra O’nun kutlu mesajını her tarafa iletmeyi biricik vazife görmüşlerdir. Nizam-ı alem ülküsü denilen budur. Hz. Adem’den itibaren dünyada refah; ahirette felahı sağlayacak ilkelerin farklı zaman ve mekanlarda farklı ırklara muhtelif dillerde gönderildiğinin; bunda kırılmalar, yanlış uygulamalar olduğu zaman aynı mesajın farklı bir yöntemle yeni bir peygamber (nebi/rasül) ile hayata geçirilmeye çalışıldığının bilincinde olmuşlardır. Bu hususa dikkat eden alimlerimiz kadim kültürü İskenderiye üzerinden alıp, onu eleştirel bir tavırla inceleyip, nihai mesaja uygun olup olmadığına bakmış, bir kısmını almış, bir kısmını reddetmiş, bir kısmını yeniden İslamileştirerek üretmiştir. Kısa sürede mevcut medeniyet tasavvurlarına (Çin, Hind, Sasani/Fars, Mısır, Bizans/Grek) karşı Müslümanların kendine özgü bir bilgi ve bilim medeniyeti kurmasının gerekçesi budur. Türkler de kurdukları devletlerle (Karahanlı, Büyük ve Anadolu Selçuklu, Osmanlı) bunun sosyo-politik hayattaki temsilcileri olmuşlardır.
Fethedilen yerleri kısa sürede vatanlaştırmalarının arka planındaki manevi değerler örgüsünün temeli budur. Özelde söyleyecek olursak, bunu gerçekleştiren Hanefi-Maturidi geleneğin hal dili olan Yesevi kültürünü içselleştirmiş olan Alperen tipidir. Nurettin Topçu bu tipolojinin önemli figürlerindendir.
· Nurettin Topçu ve Aksiyon Felsefesi
İman/teori, İslam/pratik ve İhsan aşamalarının idrakinde olan bir kişi, bütün insanlığa gönderilen temel ilkeleri (Tevhid) bilip, onun farklı zaman ve mekanlarda farklı peygamberler, (Hz. Adem-Hz. Muhammed) kanalıyla hayata geçirilmesi (şeriatler) aşamasını (düşünce tarihini) eleştirel bir şekilde analiz eder. Temel ilkeler (Tevhid (uluhiyet ve rububiyet) hakkında “bilgi”lerimizi nasıl “değer”direceğimiz ise İslam Aklının sürekli bir eleştiriye ve sorgulama tabii tutulması demektir. Çağdaş İslam Düşüncesi”nin teşekkülüne önemli katkı sağlayan İsmail Raci Faruki, S.Nakip el-Attas ve farklı paradigmalar bağlamında bu sorunu müzakere eden S.H.Nasr ve gelenekselci alimler ile modernizm bağlamında incelemeler yapan Muhammed Arkun’dur. Türkiye’de ise Nurettin Topçu ve Erol Güngör’den bahsedebiliriz. Özellikle Topçu, insanlığın birikimini, olası kırılma noktalarını, bunların nasıl giderileceğini içinde yaşadığı coğrafya ve insanına özgün ve özgül bir fikri modelle, yani aksiyon felsefesiyle anlatır.
O, Batı’nın pozitivist ve materyalist felsefesinin çıkmazlarına çözüm arayan H Bergson hakkında bir doktora tezi yaptı. Maurice Blondel’in ‘‘Hareket Felsefesi‘‘ ekolünü yakından inceleyerek, Allah’ın evreni nasıl, insanı da niçin yarattığını, irade ve aksiyon/hareket kavramları merkezli temellendirdi. Türkiye’ye dönünce Yesevi kültürünün Anadolu’daki önemli temsilcilerinden olan Abdülaziz Bekkine ile tanıştı, felsefenin aşkın verilerini, Anadolu örneğinde somutlaştırdı, içkinleştirdi. Somutlaştırmadan kasıt, Cibril hadisinde belirtilen İman/teorik, İslam/pratik uyumu olan ihsan aşamasının imkânını görmesidir. Doğu-Batı verilerini “Aksiyon/Hareket felsefesi” ve “Anadoluculuk” adı altında dini ve milli değerlerle bezeli yeni bir öğreti ortaya koymuştur.
Nurettin Topçu ve Aksiyon Felsefesini iyi anlamak için Batı’da düşüncenin teolojik/mitolojik ve metafizik aşamaları geçip pozitivist bir sistem oluşturduğu tezi ve bunun ortaya çıkardığı sorunlarla fikri açıdan yüzleşme hakkında bilgilendirmek başka bir yazının konusudur. Ama Henry Bergson: Fizik-metafizik arasındaki ilişkinin yeniden kurulduğunu ve Nurettin Topçu felsefe doktorası için gittiği Paris’de Bergson ve Blondel üzerinde çalıştığını tekrar hatırlatmak isterim. Çünkü Bergson’un “sezgi” anlayışı ve Blondel’in aksiyon felsefesiyle fizik ile metafizik arasındaki ilişki yeniden kurulur.
Böylece felsefe yeniden bir bilim olarak değerlendirilir; diğer bilimlerden ne yöntem bakımından ne de elde ettiği kesinlikler bakımından ayırt etmek mümkün değildir. Bergson’a göre, bilgi ağacının kökleri metafizik, gövdesi fizik dalları da diğer bilimlerdir. Artık metafiziğin görevi yaşam bilimi (biyoloji) takip ederek olguları aramak, onlara uygun kavramlar biçmek ve deneyimi yeni kavranılırlık kıstası yaratmak suretiyle yeniden düşünmektir. Ruh ve beden, fizik ile metafizik, felsefe ile doğa bilimleri arasındaki düalist sunumunun tutarlılığı yoktur diyerek pozitivist ve materyalist akılcılığa ve bilimciliğe karşı direniş başlar. İşte Topçu’nun aksiyon felsefesi, fizik ile metafizik arasındaki irtibatın gerekli olduğunu belirterek bu ikisini ayıran materyalist öğretilere reddetme üzerine kuruludur.
Fizik ve metafizik ilişkisini hareket kavramını merkeze alarak kurmaya çalışan Topçu’ya göre, irade ve aksiyon ile metafizik evrene ulaşılabilir. Düşünmek, bir harekettir, varolmak, istemek ve düşünmek arasındaki uyumu sağlayan insan bununla kendini ve dış dünyayı/eşyayı değiştirebilir. Bu anlamda hareket felsefesini, bir tür ahlak anlayışı olarak ortaya koyar.
2.1. Kainat metafiziği ve insan felsefesi olarak tasavvuf
Bu ahlak anlayışının temelinde ‘‘milli kültürümüzün Anadolu’da şekillendiği bin yıllık süreç“ yatar. Bin yıllık süreçten kasıt, buradaki milli kültürün temel unsurunun Din tarafından oluşturulmasıdır. Fransız ve İtalyan milliyetini katolik inancından ayırmak mümkün değilse, Türk’ü müslümanlıktan ayırmak imkansızdır‘‘ der. Tarihin bütün hareketleriyle meydana gelmiş bulunan kültürümüz, bizim gerçek ruhumuzu oluşturur. Eğer bizi çevirdiği istikamette hareket etmezde başka milletlerin kültürünü taklide yeltenirsek, varlığımızda buhranlar ortaya çıkar diyerek resmi söylemin açmazlarının nedenini belirler. Dolayısıyla tarihsel ve milli kültürel kodların yeniden diriltilmesi/rönesans sadece Mavi veya Kemalist Anadolucuların söylemleriyle olamaz.
Ona göre, Batı Sokrat ile başlar, biz Kur’an’ı bir sistem olarak anlamakla başlarız. Hallaç, Gazali; Mevlana’yı öğreniriz, sonra Batı felsefesinin önde gelen alimleri olan Platon, Kant, Pascal, Bergson ve Blondel gibilerini okuruz, yöntemlerini öğreniriz. Bu donanımla “bir kainat metafiziği » ve « insan felsefesi » oluştururuz. Rönesansımız, yani yeniden dirilişimiz bu bütüncül bakış açısıyla olacaktır. Dolayısıyla yeniden bir doğuşun ilk kaynağı İslamiyettir.
Hz. Adem’den Hz. Muhammed (sav) kadar bütün mesajların ortak adı ed-Din olarak İslamiyettir. Bu açıdan özel anlamda hz. Muhammed (sav) gönderilen yol ve yöntemin takipçileri olarak genel anlamda bütün insanlığın birikimi olarak görebileceğimiz düşünce tarihini de bilmemizi gerektirir. ed-Din’in farklı zaman ve mekanlarda farklı dil ve ırklara farklı peygamberler tarafından gönderilen şeriatler (yol-yöntem, minhac) olarak görür ve asla onlara adaletsiz davranamaz. Bunların her biri Nihai Hakikat’e dair bir tasavvur ve uygulama tarzlardır. Bu kainat metafiziğini içselleştirmiş insan, Veda hutbesinde peygamberimizin belirttiği üzere can, mal, ırz, akıl gibi temel insan haklarını, yani bireysel hak ve özgürlükleri önceleyen bir sistem öngörür.
Bu açıdan hem şahsiyetini; hem de toplumsal yönü ihmal etmez. Kişide somutlaşan manevi/dinî değerler, böylece şahıslar arasına taşınır. Maddi ve manevi kurtuluşun sağlanması bu tür bir bireysellik ve toplumsallık işbirliğiyle sağlanır. Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “İslâm, bireyi sıradan bir bütün olarak görmeyip, sürüyü oluşturan unsur olmaktan çıkarmış, inançları ve benimsediği manevi hüviyetiyle iradesinin bağlandığı değerler sistemi ile birlikte “şahıs” haline getirmiştir. Bu şahısların ortaya koyduğu “Milliyetçilik söylemi”nde, farklı dil ve ırkları ayrıştırıcı bir unsur olarak görülmez. el-Mille(t) ile ed-Din kavramlarını özdeş olarak anlar; buna göre yaşar. Bu nedenle Müslüman ve Türk kavramları yüzyıllarca aynı anlaşılmıştır.
Evet „her milletin kendisine özgü bir hayat kaynağı vardır. Türklerde bu, İslam dinidir. İslamı kabul ederek milli bir toplum olabilmek için gerekli olan ideal birliğini sağlamışlar ve Anadolu’yu 1071 yılında vatanlaştırmışlardır » der ama buradan bir ırkçılık çıkarmaz. Çünkü göçerlikten yerleşik düzene geçen Anadolu’nun Türkleşmesinden önce de buralarda ‘‘medeniyetler kuran tarihlerin çocukları’’ ve geleneklerini yok etmemişler, ‘‘maddi varlıkları büyük ölçüde onların maddi varlığı ile kaynaşmış ve onlarınkine ‘temessül’ etmiştir.
Resmi söylemin Selçuklu ve Osmanlı dönemini atlayarak yaslanmaya çalıştığı İslam öncesi kadim gelenekleri inceleyen Mavi Anadoluculuğa tam bu noktada eleştiriler getirir. Yukarıda bahsettiğimiz üzere Oğuz Türkleri önceki Anadolu kültürlerine temessül ile oluşturduğu maddi sentezi ‘‘mükemmel bir İslam ruhu » ile sentezlemiştir. ‘Vatan’ kavramı da sentezin sonucudur. Yeni bir millet tasavvuru oluşturmak için manevi yapının işlevsel olduğu bir milli coğrafya gereklidir. Bu coğrafyada yaşanan kader/ tarih birliği milli bilinci oluşturur. Milliyetcilik denilen de bu vatan ve tarih birliğidir. İşte bu sebeple, bu milletin doğuşu’nu milli mücadele sonrasına bağlamaya çalışmak tutarlı değildir. Çünkü Anadolu’yu vatan edinmemizin tarihi 1071’dir.
1071 Rönesans’ımızın Selçuklular tarafından başlatılmasına işaret etmesi nedeniyle çok önemlidir. Topçu, milli tarih başlanğıcı olarak bir Malazgirt Savaşı Destanı yazmak ister. Destanlar önemlidir, zira bir milletin ortak değerler etrafında bütünleşmesinin ifadeleridir. Destanlar bu anlamda kolektif hafızalarımızdır. Oğuzların Kınık Boyunun kurduğu Selçuklu devletleri (Büyük ve Anadolu) işlevini tamamlayınca bu sefer Kayı boyu aynı geleneği yeni bir devlet olarak Osmanlı ile devam ettirdi.
İslami temelleri belirgin olan devlet 15. Yy da Timur’un liderliğinde Moğol tehdidiyle karşılaşana kadar sadece sebep bağını önceliyordu. Timur’un Osmanlı hanedanının meşruiyetini asil soy teması etrafında sorgulayarak daha düşük bir statüye sahip olduğunu ileri sürmesi üzerine, Fetret devrini geçiren ve yeniden toparlanan Osmanlı, nesep/etnik bağı yeniden İslam öncesi Türk tarihine, Orta Asya Türk efsaneleriyle güncelledi. Bu bağlamda Oğuz Kağan Destanı, Osmanlının sonuna kadar resmi tarihin bir parçası olarak kalmıştır.
Bu nedenle olsa gerek, Nurettin Topçu da, ‘‘Anadolu romantizminin, dini temel ve ruhu tasavvufta barınan İslam, ahlaki aşk ve fedakarlık sanatının temeli Anadolu’nun destanları, masalları ve halk türküleri’nden doğacağını‘‘ ileri sürer. Biz de Çorum İlahiyat Fakültesinde „Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak“ bağlamında İslam öncesi ve sonrası destanları/efsaneleri, felsefi içeriklerini ve kültürümüze olan katkılarını incelemeye çalışıyoruz.
Islam tasavvuru da, Arap dünyasının dışında farklı bir mekan ve farklı şartlarda geliştirilen Hanefi-Matudiri öğreti ve bunun halkda somutlaşmış şekli olan tasavvufi yapı şeklindedir. Bizim « Yesevi Gelenek » dediğimiz bu yapı, kabilevi/patrimonyal Arap ve Fars kültürünün Selefilik ve Şiilik şeklindeki ikilemin dışında kalmıştır. Atayurt’tan (İç Asya) kalkıp, Ön Asya (Anadolu) yürüyen, buraların yurtlandırılıp vatan kılınmasında öncülük yapmış alperen zihniyetinde dilinde şiddet, öfke, kavga yoktur. Bunlarda tebliğ söz ile değil hal iledir. “İş kutsaldır, geçim elinin emeğidir; Hak ehli halk içredir; göz ayağa bakmak, gönül Allah’a varmak içindir; insanı sev, kötüye iyilik eyle” diyen bir yapıdır. Anadolu'ya gelen Ahmet Yesevi dervişleri, kimseye el açmayan, elinin emeği ile geçinen, toprağa, vatana, devlete ve dine bağlı, prensipli, disiplinli ve örnek insanlardı. Melamimeşrep Horasan alperenleri İslam’ın Anadolu toprağıyla terkibidir. Sezai Karakoç’un ifadesiyle, Selçuklu ile müslümanlaşan Anadolu kendini ancak, büyük bir metafizik hamleyle koruyabilir ve büyük bir tarihi oluşla yeniden kurabilirdi. Bunu da Ahmed Yesevi’nin müridleri olan Horasan alperenleri gerçekleştirdi. Anadolu insanına yaşama ümidi ve mücadele gücü verdiler. Halkın yıkılan maneviyatını yükselttiler. Birlik ve beraberliğin sağlanmasında, dayanışma ve direnme gücünün artmasında müspet rol oynadılar. Öte yandan diğer dinlerin mensuplarına karşı da son derece müsamahâlı davrandılar. Onları din değiştirmeye zorlamadılar. Bu insani davranışlarıyla Müslümanlığın Anadolu'da en ücra köşelere kadar yayılmasını ve benimsenmesini sağladılar.
SONUÇ: Anadolu’da yeni bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyet’i kuruldu. Farklı içerikleriyle ortaya çıkan bütün fikirler ve akımlar, kuruluş aşamasındaki mahiyet ve hüviyet ilişkisindeki sorunları çözmeye yönelikti. Eğer bu çözüm önerilerini ve aralarındaki farkları analiz edersek, günümüzdeki çatışmaların ve ayrışmaların da nedenlerini bulabiliriz. Böylece farklılıkların aykırılığa dönüşmesine müsaade etmeyen bir “eşik” oluşturabilir ve bir arada yaşama motivasyonumuzu güçlendirebiliriz. 06/09/2015; Çorum
(Bkz. Emre YILDIRIM; Modern Cumhuriyetin Kimlik Arayışları: Kayıp Kimliğin Peşinde Mavi Anadoluculuk Hareketi; İÜ SBE, Basılmamış doktora tezi İstanbul, 2012; ss. 100, 163, 330-337; Mevlüt Uyanık, Bir Anadolu Alpereni: Muhsin Yazıcıoğlu; Alperen dergisi, Şubat-Mart 2015. Ss.24-27; Düşüncenin Teşekkülünde Destan, Mitoloji ve Ütopyaların Önemi: HÜSBE, Basılmamış Master Semineri .Çorum.2015; Nihat Piriçci, Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak: Mavi Anadoluculuk, HÜSBE, Basılmamış Master Semineri.Çorum.2015)