Başkanlığa Götüren Süreç!

Abone Ol


Cumhuriyet Rejimi ve Başkanlık Sistemi
Başkanlık sisteminin daha önce hiç olmadığı kadar, ciddi olarak ele alındığı günlerdeyiz. Bu ciddiyete rağmen toplumun büyük bölümü tarafından değilse de bazı kesimler hala rejim ve sistem kavramlarını farklı şekilde anlamlaştırmaya ve karıştırmaya devam ediyor. Oysaki konu nettir ve Türkiye Cumhuriyeti için rejim tartışması “egemenlik hakkının millete verildiği” Cumhuriyet’in ilanı ile 29 Ekim 1923’te tamamlanmıştır ve Türkiye seçimini Cumhuriyet’ten yana yapmıştır. Dolayısıyla bugün Cumhuriyet’in bir yönetim şekli(rejim) ve Başkanlık’ın ise yürütmenin işleyişini düzenleyen bir yönetim anlayışı ve yaklaşımı olduğu dikkatten uzak tutulmamalı ve bir rejim tartışması açmak yerine, yürütme ve hükümet sistemi konuşulmalıdır. Ancak bu gerçek bilinmesine rağmen, bir kesim tarafından ısrarla bilinmezden gelinmesi ortamı germekte ve yanlış mecralarda temelsiz tartışmaların yaşanmasına yol açılmaktadır. O halde şu söylenebilir; sistematiği olan ve kavramsal olarak aynı zeminde buluşan tartışmalar anlamlıdır, kendi sübjektif amaçlarına göre zemin oluşturup sistematiği bir kenara iten tartışmalar ise anlamsızdır. Fakat anlamsız ve zemini tartışmalı olsa da, dün olduğu gibi bugün de farklı niyet ve gerekçelerle konuşmalar ve tartışmalar devam ediyor ve edecek görünüyor.

1923’ten 1982 Anayasası’na
29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye; “Cumhuriyet” rejimini benimsediğini tüm dünyaya ilan etmiştir. Halen yürürlükte olan 12 Eylül darbesi inisiyatifiyle çıkarılan 1982 Anayasası’nın ilk maddesinde de konu net olarak yer almaktadır. Buna göre 1982 Anayasası Devletin şekli‘nin yani rejimin Cumhuriyet olduğunu “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.” şeklinde ifade etmektedir. Tabii rejim ve sistem üzerine konuşma ve tartışmaların devam etmesi, en iyimser bakışla; “hiç olmasa düşüncelerin olgunlaşması ve berraklaşması için bir işlev de yerine getiriliyor”, şeklinde de değerlendirilebilir.
Takip ediyoruz, son iki haftadır başkanlık sistemiyle ilgili yasa teklifleriyle Meclis hareketlendi ve meclis birleşimlerinde ve ilgili grup oturumlarında, sivil toplum konferanslarında ve televizyon programlarında konu çokça tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor.
Geçmişteki tutumlar bir yana, bugün düne göre, başkanlık sisteminin gerekliliği konusunda hem kamuoyunda hem de Meclis’te olmadığı kadar çok güçlü bir uzlaşı bulunuyor ve bu durum Meclis’te yapılan oylamalara da yansıyor. Süreç anayasa değişikliğini sağlayacak çoğunluğa sahip iki parti’nin anayasa değişikliği teklifini “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” isimlendirmesiyle T.B.M.M.’ne sunması ile başlamıştı ve son olarak yapılan oylamalarla geçen maddelerle Anayasa değişikliğinin Meclis süreci tamamlanmış oluyor. Bunu takip edecek süreç ise Meclis’te onaylanan maddelerin halk iradesine sunulacağı referanduma gitmek olacak…
Değişime Direncin Gerekçesi!
Başkanlık konusu, son birkaç on yıldan beri zaman zaman gündeme geldi ve konuşuldu, üzerinde olumlu ve olumsuz yüksek sesli tartışmalar yapıldı, görüşler ifade edildi, yazıldı, kamuoyu ile paylaşıldı! İlk satırlarda sıralanan sorulara ek olarak: “Değişime karşı direncin veya başkanlık sistemine karşı durmanın altında acaba hangi gerekçeler yatıyor olabilir?” sorusunu da eklemek gerekiyor. Bir cevap olarak; “oluşan statükoya sıkı sıkıya bağlı olmanın getirdiği duyarsızlık ve iletişime kapalılık, öğrenilmiş çaresizlik veya başkanlık sistemi içinde kendine yer bulamama ve kendini ifade etme becerisi gösterememe kaygısı” olabilir. Bunun yanında yine rasyonel bir gerekçe bulunamayan diğer bazı sübjektif tutumlar da görülebilir. Örneğin; koalisyonlar mevcut konumumu(zu) güçlendirir, o halde mevcut sistem devam etmeli, şeklinde. Yine kendini ilerici, değişimci, yenilikçi olarak tanımlayan ancak yenilenmeyi ve değişimi “öcü” olarak görerek değişimin karşısında tutum takınıp, kapıları tüm tartışmalara kapatanlar da olabilir.
Aslında çok partili hayata geçtiğimiz yaklaşık yetmiş yıldan fazla bir süredir oluşan statüko; bir bakıma kurumsal yapının işlevini dar kalıplar arasına sıkıştırmak yönünde bürokrasi mengene görevini üstlenmiş, statükonun korunması için tek tipçilik araç haline getirilerek beşeri sermayenin analiz ve sentez yapma kabiliyetini sınırlamıştır. Bu durum bir bakıma; kendine verilen yetkiyi daha iyiyi yakalamak yönünde kullanamayan, işi idare-i maslahat olarak kabul eden, kendi hayatını yöneten ve dizayn eden yapıyı eleştiremeyen ve yeni ufuklar arayamayan bir düşünce yapısının oluşmasına ortam hazırlamıştır da denilebilir.
Yine burada açıklıkla tartışılmadığı kesin olan başka bir soru daha sormak gerekiyor. “Pekala geçmişteki başarısız hatta çok başarısız koalisyonların aktörlerinin, bugün başkanlık sistemine geçmeyi zaruri kılmasında etkisi yok mudur?. Dün koalisyonlarla ülkenin zaman, kaynak ve enerji kaybetmesine yol açarken, sistemi açmak ve çalıştırmak için karar alamayan ve uygulayamayan aktörler, bugün koalisyonlara teslim olan ve tıkanan sistemin açılması için bir çözüm yolu olarak ortaya konulan başkanlık sistemine acaba neden yüz çeviriyorlar ve muhalif durumunda kalıyorlar. Yine başkanlık sistemini samimiyetle tartışmadan muhalif tutum takınanların yazık ki geçmişte yaşanan başarısız koalisyonların yıkıcı etkisinden haberdar olmalarıysa başka bir açmazı ifade ediyor.
Nasıl Olsa Koalisyon Var!
Hep koalisyonların hakim olduğu dönemlerde yaşamış olanlar, ne kadar arayış içinde olursa olsunlar: "Nasıl olsa koalisyon dışında başka bir alternatif yok!" diyerek yeni arayışlar içine girmekten, öğrenilmiş bir çaresizlik tutumuyla kaçabilirler. Ancak son 15 yıldan beri koalisyonsuz bir dönem var ve bu dönemin getirilerinden herkes yararlandı ve yararlanıyor. Dolayısıyla koalisyonların getirdiği ve cumhurbaşkanı ve başbakan uyumsuzluğundan kaynaklanan krizler ve kaostan kurtulmak için artık önemli bir alternatifin varlığından toplumun büyük kesimi haberdar. Daha önemlisi söz konusu kaosu davet eden sistemi kaldırıp, yeni bir anlayışı kurabilecek düzeyde toplumsal bir çoğunluk ve uzlaşı da bulunuyor. Bu durumda toplum üzerinde oluşturduğu karamsarlık, çaresizlik ve teslimiyet duygusunu pekiştiren anlayışı besleyen mevcut sistem yerine, topluma umut ve refah vadeden bir anlayışın sunulmasından daha doğal bir şey olamaz. ,

Kaos Dayatan Koalisyonlar
Türkiye neredeyse her on yılda bir açık veya örtülü müdahalelere, darbelere maruz kalsa ve demokrasisi sekteye uğrasa da parlamenter demokrasisiyle bulunduğu coğrafyanın en önemli ülkesidir. Demokrasinin en önemli aracı ise kuşkusuz seçimlerdir. Seçim sonuçları halkın taleplerini, duyarlılıklarını ortaya koyması ve halkın kendisini yönetecek anlayışı iktidara taşıması bakımından büyük önem taşımaktadır.
İki yıl kadar önce “Çok Partili Dönemin Mesajı!” başlıklı bir yazı kaleme almış ve yazıda "tek başına iktidarın istikrarı desteklediği, istikrarın ise halk tarafından tercih ve talep edildiğine" yönelik çıkarımlarda bulunmuştuk. 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrası 1 Kasım seçimlerinde elde edilen sonuçlar ise; 13 yıldan beri tek parti iktidarının sağladığı istikrarın getirdiği pozitif etkilerden halkın memnun olduğunu ve istikrarın devam etmesi yönünde somut destek verdiğini göstermiştir.

Çok Partili Dönemin Mesajı!
Genel olarak her seçim sonucu halkın taleplerini, duyarlılıklarını ortaya koymaktadır. Cumhuriyetin kuruluşundan beri 36, çok partili hayata geçtiği 1946 yılından itibaren ise 30 hükümet kurulmuştur. 5 yıldan daha fazla iktidarda kalınan sadece 4 dönem bulunmaktadır. Bu 4 dört dönem; kalan 26 iktidar döneminin toplam süresine eşittir. Çok partili hayata geçildikten sonraki 26 hükümetin iktidar olma süresi ortalama 1,3 yıldır. Kalan 4 dönemin ortama iktidarlık süresi ise 8,5 yıl olup, bunlar 10 yıl iktidarda kalan Adnan Menderes, 6 yıl ile Süleyman Demirel ve yine 6 yıl ile Turgut Özal gelmektedir. En uzun süreli iktidar dönemi ise Recep Tayyip Erdoğan dönemidir. Bu durum 5 yıl için iktidara gelen hükümetlerin neredeyse dörtte biri kadar bir sürede iktidarı bırakmış yada bırakmak durumunda kalmıştır. Büyük ölçüde hükümetlerin(%87) yaşam süresi kısa olmuştur (Grafik 1). Buradan hareketle, yapılan genel seçimlere ait uzun yıl verileri değerlendirildiğinde toplumun tercihleri sandığa yansımakta ve bir bakıma insanımızın nasıl bir Türkiye istediğine yönelik önemli veriler elde edilebilmektedir.
Çok partili hayata geçişten bugüne kadar geçen 68 yıllık sürecin ilk çeyreğinde (1946-1962) 6 hükümet, ikinci çeyrekte(1963-1980) 13 hükümet, üçüncü çeyrekte(1981-1997) 8 ve son çeyrekte ise (1998-2015) 3 hükümet işbaşına gelmiştir. 1980 yılına kadar geçen süredeki hükümet kalma süresi 1,9 yıl iken, 1981 ve sonrası dönem ortalaması 80 öncesine göre yüzde elli daha fazladır (2,9 yıl). Görüldüğü gibi çok partili dönemi kapsayan siyasi tarihimizde iktidarda kalma süresi ilk dönemlerde oldukça düşüktür. Özellikle ilk 3 çeyrek dönem birlikte ele alındığında; iktidarda kalma süresi 1,6 yıl gibi bir değerde gerçekleşmiştir. Son çeyrekte ise bu değer 5,3 yıl olup, neredeyse ilk üç çeyreğin ortalamasından 4 kat kadar fazladır. Bu veriler ışığında toplum nezdinde kısa sureli iktidar dönemleri ve koalisyon hükümetlerinin prestij kaybetmiş olduğu ve bu nedenle toplumun hükümetlere ikinci çeyrekten itibaren daha uzun sureli iktidar olma şansı verdiği görülmüştür.
Bu durum toplumda; “uzun süreli iktidarların ülkeye istikrar getirdiği yönünde bir kanının hakim olmaya başladığını görmek” bakımından da önemlidir. Dolayısıyla ve özellikle tek parti iktidarının toplum nezdinde olumlu izlenim bırakmasının temelinde, “uzun sure görevde kalan iktidarların bir şekilde ülkeye getirdiği istikrar ve gelişmeyle” anlamlı hale dönüşmektedir.
Bu veriler ışığında; istikrarın “ülke ve halk nezdinde ki anlamı” üzerinde çıkarımlarda bulunulabilir. Buna göre istikrar; ülkenin ilerlemesi yönünde sağlanan kazançları ve yararları göstermektedir.
Sonuçta çok partili dönemdeki deneyimler; insanımızın kendi içinde kısır çekişmeler ve kaos içinde yaşayan İSTİKRARSIZ ve KISA SÜRELİ HÜKÜMETLER GÖRMEK İSTEMEDİĞİNİ ve kaybedilen zamanın değerinin farkında olduğunu gösteriyor. Bu kapsamda insanımız; Türkiye’nin gündeminin toplumsal refah, ekonomik kalkınma, toplumsal barış ve demokrasi olmasını, ülkesinin bölgesinde ve dünyada iddialı ve güçlü bir ülke olmasını, ekonomik ve siyasi olarak güçlü bir devlete sahip olmasını özlüyor, talep ediyor.”
Bu kapsamda uzun yıllar boyunca deneyimlenen kötü koalisyon uygulamalarının sonucu olarak halk; yoz bir koalisyon kültürünün ürünü olabilecek hükümet oluşumlarına kapıyı kapatıyor ve toplum huzurunu ve sosyo-ekonomik yaşamını tehdit edecek yani istikrarı ortadan kaldıracak çok başlı ve ayrıştırıcı koalisyonların oluşmasına soğuk bakıyor.
Demokrasi ve Uzlaşı Herşeydir!
Sonuç olarak; artık koalisyonların getirdiği duraklatıcı ve geriletici etkilerini bertaraf etmek ve asgari düzeye çekmek üzere toplum hassastır. Geçmişte kısa süreli koalisyon hükümet dönemlerinin getirdiği büyük sorunlar ve cumhurbaşkanı ile başbakan arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan çatışmalar nedeniyle ortaya çıkan (ve ayrıştırıcılığı körükleyen) olaylar ve mali krizler; bugün büyük ölçüde toplumda yeni ve güçlü bir toplumsal bilincin oluşmasına yol açmıştır. Özellikle tam anlamıyla milletin ve devletin istikbalini tehdit eden 15 Temmuz darbe girişimi ve yıkım hareketi; toplumun “yerli ve milli olmak” yönündeki hassasiyetini artırmış, bir bakıma geleceği ile ilgili söz söyleme hakkının kendisinde olduğunu gösterdiği örnek direniş ile kanıtlamış, demokrasisine sahip çıkmış ve inisiyatifi ele alma becerisini göstererek özgüvenini tazelemiştir.
Tüm bu yaşananlardan elde edilen deneyimler, uygulama ve yönetsel bakımdan nedeni her ne olursa olsun sorunlu olan mevcut sistemin 21. Yüzyılda Türkiye’yi yukarıya taşımakta büyük sorunlar çıkaracağını ve bu nedenle tarihsel birikim ve toplumsal dinamiklere uygun olan başkanlık sistemine geçişin doğru olacağını göstermiştir ve bugün hem Meclis’te hem de toplumun büyük bölümünde başkanlık sistemine geçiş yönünde yüksek bir uzlaşı ve kararlılık ortaya çıkmıştır.
{ "vars": { "account": "UA-115444419-2" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }