“Bir Nefes Felsefe 18” de, Müslüman filozofların hikmetlerin hikmeti, sanatların sanatı olarak gördükleri felsefe-i ula’nın yani metafizik ve yukarıdaki iddiada bulunan düşünürlere dairdi. İronik olan metafiziği boş kuruntular olarak niteleme sürecini tetikleyenin Bacon olması, onun da Aristoteles’ten sonraki düşünür olarak olan sistemininde metafiziğin yeri ve önemi tartışılmaz olan İbn Sînâ’yı görmesi.
Metafizik karşıtlığını anlamak için tümevarımsal çıkarımlara yöneltilen eleştirilere bakmak gerekir. Bunların tutarlıklarının yeniden gözden geçirilmesi ve özellikle İbn Sînâ gibi Müslüman filozofların bu açmaza düşmediğini, tümevarım-tümden gelim çıkarımlarını eş zamanlı kullandıkları görüyoruz zaten.
Bütün metafiziksel önermeleri anlamsız görmenin yanısıra metafiziksel türden bütün sorular reddetmek gerekir şeklindeki iddialarının temelinde şu yatar: Bu önermeler tecrübe ve deney ile test edilemez, doğrulanamaz. Bilgi teorisi açısından dış dünyanın gerçekliği hakkında varsayımlar, hipotezler ileri sürmenin bir anlamı yoktur. Mutlak ve kendiliğinden varolur, demenin de bir anlamı yoktur; çünkü dış dünyanın deneyimlerden bağımsız olup olmadığının doğruluğu kanıtlanamaz. Bunlara “sözde” (pseudo) problem denir.
· Tümevarımın Temeli ve Doğrulanabilirlik
Felsefe bu tür sorunlarla uğraşmak yerine, ilgili bilim dalının çözmesini ister. Felsefenin görevi, bilinebilen, doğrulanabilen nesneler dünyasının sınırlarını çizmektir. Bilginin içinde hareket edebileceği çevreyi belirterek deneysel bilginin, daha sonraki diğer deneylerle yanlışlanamayacak öncel (a priori) unsurlarını ortaya çıkarmak felsefenin diğer bir görevidir.
Buradan anlaşıldığı üzere, dünya bilgisi pozitif, deneysel bilimlere bırakılmıştır. Ancak bu bilimlerden elde edilen bilgi doğrulanabilir ve anlamlıdır. Başka bir ifadeyle, felsefe, bilimde olduğu gibi, doğrulanabilir bir yapıya sahip olması gerekir. Doğrulanamayan bir yargı, metafizik bir yargıdır ve anlamsızdır. Böylece bilime karışan metafiziksel unsurları tespit edebileceklerini, bilimi bunlardan arındırabileceklerini düşünmüşlerdir. Bunun için gerçeklik üzerine doğru bilginin elde edilmesini mümkün kılan bilimssel yöntemin öncelenmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü bu yöntem, mantıksal, matematiksel ve deneysel boyutu olup, tüm bilimleri bütüncül olarak incelemeyi hedeflemektedir.
Bu nedenle, felsefe, mantık ve bilimsel deneyden yararlanarak anlam analizi yapmalı ve kavramların anlamlarını ortaya çıkarmalıdır. Bu bağlamda, bir önermenin doğruluğu, o önermenin ilişkin olduğu ve öngördüğü duyumların ortaya çıkmasına bağlıdır. Duyumlara ilişkin olmayan önermenin doğruluğu tespit edilemez.
Metafiziği bilimden ayıran ölçüt budur. Metafiziksel önermeler duyumlara ilişkin olmadığı için doğruluğu test edilemez; dolayısıyla boş ve anlamsızdır. Hume, bu noktada, bir adım daha atarak, doğrunun ölçütünün akıl değil, salt duyumlar olduğunu belirtir. Bu tespitiyle, Hume, din-bilim ilişkisinin koparılmasında ulaşılan son noktayı temsil eder. Diğer bir ifadeyle, yanlışlanma imkanı olmayan metafizik de bu bağlamda imkansız olduğu için bir ahlak sistemi de oluşturamaz.
· Tabiat Bilimlerinde Bilim ile Bilim Olmayan Arasındaki Sınır Çizgisinin Ayracı Olarak Tümevarım Yönteminin Kullanımı ya da “Dolaptaki İskelet”
Hume bunu yapmak iste, çünkü manevi/beşeri bilimlerin insanlar arasında sürekli tartışma ve ayrışma konusu olduğuna dikkat çeker. Hume, herkes tarafından kabul gören sonuçlar üretilmemesinin nedenini, bu ilimlerin konusunun tespit edilememesi ve bu konuları inceleyecek uygun bir yöntemin bulunmayışı olarak görür.
C.D. Broad bu soruna “Dolaptaki İskelet” adını verir. Sorunun yöntemsizlikten kaynaklandığını söyler ve “insan ilmi, öteki ilimlerin nasıl tek sağlam temeliyse, bunun gibi, bu ilme verebileceğimiz tek sağlam temel de, ister istemez, deney ve gözleme dayanmalıdır, der. Tam bu noktada Gazzali’nin Aristocu nedensellik eleştirisini hatırlamak gerekir. Hume’u doğmatik uykusundan uyanma süreci değil bu yazının konusu, onun için geçelim bunu. Ama Hume sorununun yani tümevarıma yönelttiği eleştirinin bizi empirizmden agnostizme (klasik bilinemezciliğe) götürmesi sorunu ortaya çıkardığı da ortadadır.
Bunu aşmak için Viyana Çevresi (Neo pozitivist ve mantıksal görgücü) filozoflar da, doğrulanabilirlik teriminden hareket etmesi bu yazının anahtar kavramıdır. Çünkü bir önermenin anlamı, doğrulanabilirliğin şartları tarafından belirlenmekte, aksi takdirde anlamsız ve metafiziksel önerme diye nitelendirilmektedir. Çünkü bir önerme sadece mantıksal ve ampiriksel olarak doğrulanabilir olan önermedir, bu da ancak tekil gözlem ve deneylerden genele ulaşmakla mümkün olur
· Bilim, Doğru ile Özdeş midir? Gerçekten İddia Edildiği Gibi Bir Doğrulanma Mümkün müdür?
Gerçekten de, bilim adamı Bacon’un dediği tarzda, ön yargılardan uzak bir şekilde evrendeki olguları tarafsız bir şekilde inceleyebilir mi? Ya da sonsuz sayıda görünüme sahip bu olgulardan bazı görünümlerinden seçilerek elde edilen verilerin sistematize edilerek genelleştirilerek elde edilen bilimsel sonuç, salt bir olgular topluluğu mudur? Veya bilim, doğru ile özdeş midir? Gerçekten bu anlamda bir doğrulanma mümkün müdür? Yoksa evrende bir düzenin olduğu varsayımdan/öncülünden hareketle; yani tümdengelimsel bir şekilde olgular incelenmektedir?
· Modern Bilimlerde Tümevarım Sorununa Kabul Edilebilir Bir Çözüm
İşte tam bu noktada “Yanlışlanabilirlik” kavramını gündeme getirir Karl Popper. Bilimin bir koleksiyon olduğunu, dolayısıyla da bilim adamının ilgilerine bakış açısına bağlı olduğunu belirterek yukardaki soruya şöyle cevap verir.
Dünya hakkındaki bilimsel teoriler, kişilerden bağımsız olgu kümeleri değil, bizzat insan zihninin ürünleridir. Bilimde bu görüş açısı çoğu kez bir teori tarafından belirlenir. Yani sonsuz sayıdaki olguların ve bu olguların sonsuz türlü görünümlerinin arasından az çok önceden tasarlanmış olan bir kuramla ilgili bulguları ve görünenleri seçeriz.
Bu noktada, teori, “önceki kuramlar tarafından karşılaşılan sorunların üstesinden gelinmek ve dünya ya da evrenin bazı görünümlerinin hareketinin yeterli bir açıklamasını sağlamak üzere yapılan bir teşebbüsle insan zekâsı tarafından özgürce yaratılan teorik ve deney kabilinden varsayım veya tahminler” olarak yorumlanır. Bu arada gözlem önermelerinin bir teoriyi gerektirdiği hususunu da unutmamak gerekir. Bunu H.Bergson “Her buluş irrasyonel (akıl üstü; akıl dışı (absürt) ayrımına lütfen dikkat) bir an içerir, her buluş yaratıcı bir sezgidir” diye açıklar.
Popper, bu tespiti çok önemsemiş, Hume’un tersine, yasalara ulaşmanın yolunun mantık değil, salt sezgiye dayanan deneyim özdeşleşi midir, demiştir. Ona göre, tüm bilgi, tahmini bilgidir, farklı tahminler ya da varsayımlar da sezgisel buluşlar, yani önsel bilgidir. Bunlar deneyimle ayıklanır ve yerine daha iyi tahminler yürütülerek yenileri aranır. İşte deneyimin bilimsel araştırmalara katkısı yalnızca budur. Bunun dışındaki her şey, araştırmaya yaklaşımımızla biçimlenir. Artık yapılacak tek şey, kuramlarımızın sınanabilir yargılarının aranmasıdır; yani kuramlarının muhtemel yanlışlarını ortaya koymak için deneysel şartları oluşturmaktır.
Özetle, metafizik önermelerde Popper, doğrulanabilirlik’ten ziyade yanlışlanabilirlik üzerinde durur. Dolayısıyla klasik, doğrulamacı ve tümevarımcı bir bilim anlayışına sahip olanların bilime inanıp metafiziğe karşı çıkmalarının bir tutarlılğı yoktur, çünkü bu önermeleri yanlışlamanın imkanı yoktur.
Pozitivistler, “Mantıkçı” terimini de öne alıp konuşmaları kesinliği, belirsizlik ve bulanıklık içermediği tezinden dolayıdır. Böylece “Bilim ile bilim olmayan arasında bir çizgi çektiklerini düşünürler. Oysa Popper, önermeleri doğrulanabilir bilim ile önermeleri ne doğrulanabilir ne de yanlışlanabilir olan metafizik arasında bir sınır çekmeye yarayan bir ilke ve anlamlılık ölçütü olarak doğrulanabilirlik ilkesi”nin tutarsız olduğunu söyler. Çünkü mantıkçı pozitivistlerin gözlemin teoriden bağımsız olduğunu, mantıksal ve epistemolojik olarak teoriden önce geldiğini ve ona temel teşkil ettiğini söylerler.
Bilim insanları teoriden bağımsız ve tarafsız olarak gözlemler yaparak araştırmaya başlarlar ve tümevarım yöntemiyle bilimsel sonuçlara ulaşırlar derler. Popper bu durumun bilimin yalnızca doğanın düzenliliğine duyduğumuz inançla var olabileceğini ama bunu kanıtlamanın mümkün olmayacağı gibi, kapı dışarı ettikleri metafiziği bir şekilde geri çağırdığını söyler. Oysa yapılması gereken doğrunabilirlik değil, delillerin bir hipotezi geçersiz kıldığını gösterebileceğimiz geçerli bir argüman formu olarak yanlışlanabilirliktir. Bu noktada yanlışlanabilir ve yanlışlanamayan hipotezler arasında bir ayrım yapan Popper’a göre, metafiziksel önermeleri anlamlı olabilmekle birlikte yanlışlanabilmeye elverişli önermeler değildir.
· Metafizik Önermeleri Değerlendirirken Din Dili ve Bilim Dilini Karıştırmak
Bir dini inanca sahip olanlar Tanrı vardır, ahiret vardır, ruh ölümsüzdür, önermelerinin doğruluğuna inanabilir, bunu çelişkiye düşmeden izah ederek felsefi açıdan tutarlılığını sağlamaya çalışırlar. Bunların anlamsız olduğunu söyleyenler, bilim dili ile din dilindeki doğrulamayı karıştırdıkları için bu sonuca ulaşırlar. Yukarıdaki önermeler yanlışlanamadığı için inananlar onların tutarlılığını savunabilir. İlahi dinin Musevi, İsevi ve Muhammedi uygulamalarına tabii olanlar ve kendi içlerinde oldukça farklı tasavvurlar (mezhep, tarikat vs) yanısıra Budizm, Hinduizm, Taosizm gibi inanç geleneklerinin kendi öğretilerini izah etmeleri hususunda görülür. Bu nedenle farklı inanışları bir arada yaşamasını sağlaması bir devlet için son derece önemlidir ve burada ilke, bunların birbirleri arasındaki doğruluk tasavvurları arasında taraf olma yerine bunların birbirleriyle çatışmamasını temin edecek hususlar üzerinde durmaktır. Anlaşmazlıkları gidermek yerine birbirlerini tolere (müsamaha) edecek ortam temin etmeyi AİHM bundan dolayı öncelese gerek.
Tekrar Popper ve yanlışlama ilkesine dönecek olursak, bilim dili açısındanbilimsel teorilerin, olgularla uygunluk içinde olmaları, olgular tarafından doğrulanabilmesi gereklidir. Fakat Popper’e göre, bir teorinin bilimsel olma niteliğini kazanabilmesi için mevcut ve mümkün bir olgu tarafından yanlışlanmaya açık olması gerekir. Bu bağlamda, “Tanrı vardır” gibi metafiziksel bir önerme karşında mantıkçı pozitivistler bunu anlamsız bir ses, bir gürültü olduğunu söylemeleri tutarlı değildir. Ona göre, bu anlamlı bir önermedir, doğru da olabilir, ama yanlışlanabilmesi için herhangi bir yol bulunamadığından bilimsel bir önerme değildir. Çünkü bir inanç, sadece, onu yanlışlamak için düzenlenen “önemli bir deneye” sunulursa ve bu testi geçerse, rasyonel olarak temellenmiş ve böylece bilimsel açıdan itibarlı olur.
İyi de bu yazının temel önermesini oluşturan Bacon’u da etkileyen İbn Sînâ nerede, başlangıçta kısaca bahsetmenin dışında mı dediniz? Bir sonraki yazı da, Roger Bacon’un Aristoteles’in tümevarım/istikra yöneltilen eleştiriler “duyuma benzer” bir şey olarak tanımlamasından hareket etmesi, tümevarımı, psikolojik olarak özel hallerin bütünsel bir görünümünü içeren doğrudan bir seziş (insight) işlemi olarak görmesi ve bir akıl yürütme söz konusu olmadığını belirtmesi üzerine kurduğunu gördük şimdiye kadar. Nitekim Aristoteles’in tümdengelimi bir düşünme tarzı olarak gördüğünü de biliyorsunuz. İşte İbn Sînâ burada devreye girecek, tümdengelim (kıyas) tümevarım (istikra) ilişkisini bir arada düşünerek, sofistlerin söylemlerini eleştirmek için tümevarım üzerinde hassasiyetle duracaktır.
Madem bir problem merkezli sistematik okumalar yapıyoruz, o zaman kronolojik olarak İbn Sînâ’nın dediklerini hatırlamak şart, çünkü o, yeniçağ pozitivistlerinin tutarsızlıklarını yüzyıllar önce belirtmiştir, bize göre.