Türkistan/Atayurt ve Türkiye/Anayurt irtibatının kültürel temellerini Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak projesi açısından okuyarak, Türkçe Felsefe ve Türk Felsefesini genel felsefe tarihi içindeki yerini tespit etmeye çalışıyoruz, malumunuz. Bize göre, Türkçe felsefenin gelişim sürecini incelemeye başlamayı XI. yüzyıldan sonra Anadolu bölgesinde Oğuzlar tarafından kurulup geliştirilmiş olan Türk yazı diliyle olacaktır. Batı Türkçesi olan Oğuzca’nın XIII.- XV. yüzyılda Anadolu’da oluştuğu süreci takip etmek öncelenmelidir. Sonra Osmanlı Kanun-i Esâsî de resmî dil olarak kabulünü, “Millî Edebiyat ve Yeni Lisan, Yeni İnsan” bağlamında yapılan edebi çalışmalara dikkat edilmelidir. Nihayetinde Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla da Türkçe Felsefenin, Türkçe Düşünüşün ve Türk Felsefesinin resmî olarak tescil edilme süreci incelenmelidir.
Bu noktada ortaya çıkan soru şu: Osmanlı Devleti kuruluncaya kadar “Türkler, niçin yüzyıllarca Farsçayı resmî dil olarak kullanmışlardır? Hangi alfabeyle yazılırsa yazılsın artık klasikleşmiş olan Türkçe metinlerden hareketle Varlık-bilgi ve değer hakkındaki görüşlerini sistematik okumalar yapmaya çalışıyorsunuz ama bu soruya ne diyeceksiniz?
Türkler Niçin Yüzyıllarca Farsçayı Resmî Dil Olarak Kullanmışlardır?
Öncelikle Arap ve Türk akıllarının ortaya koydukları Müslümanlık tasavvurlarında Selçuklu’yu hareket noktası aldığımızı belirtelim. Bu bağlamda ilk öncülümüz şudur: Türklerin Müslüman olmaları, Samaniler, Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular sürecinde Fars Aklı ve Sünni Müslümanlık Tasavvurunun baskındır. Tuğrul Bey de bunun farkında olarak oldukça rasyonel bir süreç takip etmiştir.
Şöyle ki; “yeni İslâmlaşmış göçebe aşiretler için görünürde en zayıfı olan Selçuklular birden bire Doğu İran’ın tek hakimi haline gelmişlerdi. Yerleşik medeniyetler için bir felakete sebep olabilecek bu umulmayan değişiklik Arap-Fars kültürünün üstünlüğünü sezen ve bunu imha etmeye çalışmak ve çatışmak yerine; muntazam bir şekilde hükmetmek için savunucuları konumuna gelmeyi tercih eden bilgi ve zeki Selçuklu önder Tuğrul beydir.
Aslında 1029 yılında Sâmânîlerin kültürel kodlarını devşiren Gazneliler döneminde İran geleneği esas alınarak teşkilâtlandırılmış ve Farsça resmi dil olarak kullanılmıştı. Sultan Mahmud ve oğlu Mesud geleneksel sünni İslâm kültürüyle yetişmişlerdi. Gazneliler’in Türk ve İslâm tarihindeki başlıca rolü, Kuzey Hindistan fütuhatına yol açarak İslâm dinî ne Pencap’ta güçlü bir dayanak noktası sağlamaları ve daha sonraki Hindistan fetihlerine zemin hazırlamış olmalarıdır. Gazneliler Hint dünyası kültürüyle de doğrudan doğruya temas kurmuşlar ve yıllar sonra Pakistan Devleti’nin kurulmasında birinci derecede etken olmuşlardır.
Bu kültürel birikim içinde yetişen Tuğrul Bey, Arap ve Fars kültürünün üstünlüğünü görünce onları yok etmeye çalışmak yerine dönüştürmeyi düşünmüştür. Nişapur’a girerek kendi adına hutbe okutarak İslâm kurumlarının içinde olduğunu ve savunduğunu herkese ilan etmiş oluyordu. (1055) Bu husus önemli çünkü Şiî Büveyhî Hânedan’ın İran coğrafyasında ve Abbâsî Hilâfeti içinde Emirü’l-umera statüsünü almaları bir nevi devlet içinde devlet olmuşlardı. Tuğrul Beyin bu iktidarı yıkıp Sünnî tasavvur yanında yer almasıyla birlikte Arap ve Fars Akıllarının yanı sıra Türk Aklının ortaya koyduğu siyaset ve felsefî temellerinin de atıldığını düşünüyoruz.
Yerleşik hayata geçen Tuğrul Bey, İsfehan’ı başkent yapmıştı. O, Bûzcânî ve el-Kündürî gibi İranlı vezirler tayin ederek, göçebe-asker Türkler ile yerleşik tebaa İranlılar arasında bir denge oluşturulmasına dikkat etmiştir. Kunduri ile aralarındaki rekabete rağmen Nizâmülmülk’ün çabaları neticesinde askerî cephesi Türkler’e, bürokrasi cephesi İranlılar’a dayanan, hukuk olarak Sünnî İslâm’ı esas alan bir devlet sistemi kurulduğu söylenebilir. Dil kullanımı meselesine gelince, resmî yazışmalarda ve bürokraside Nizâmülmülk’ten itibaren Farsça kullanıldığı bir gerçektir.
Faruk Sümer’den hareketle Selçukluların gerek İran ve gerek Anadolu'da mülkî teşkilâtta yerli İranlıları kullanmaları, resmî dilin Arapça veya Farsça olması sadece amelî/pratik gayelerle ilgili olduğunu söyleyebiliriz. “Çünkü sultanlar kendi kavimlerinden (başta her zaman ve her yerde bütün devletler için hayatî bir ehemmiyete sahip olan mâlî saha olmak üzere) devletin mülkî teşkilâtında vazife görebilecek yeter derecede eleman bulamıyorlardı. Devletlerini kendi yurtlarında kurup gelmiş olan Araplar ve Moğollar da her yerde yerlilerden geniş ölçüde faydalanmışlardı. Hattâ Emevî teşkilâtını Araplaştıran, Halîfe Abdul-Melik’in: “İranlılar bin yıl hüküm sürdüler bir an bize muhtaç olmadılar, biz ise bir asır devlet idare ettik bir an olsun onlardan müstağni kalamadık” dediği söylenir.
Sümer’e göre Türk unsurun yerli unsura olan azlığı, mülkî teşkilâtında vezirlikten tahsildarlığa kadar bütün hizmetlerdeki deneyimlerinden dolayı İranlılar istihdam edilmiştir. Farsça öğrenmeleri ve mülkî devlet memurları ile daha ziyade bu dilde konuşmalarının gerekçesi budur. Ama hânedan mensuplarının kendi ana dillerini unutmuş olduklarını düşünmek mümkün olmadığı gibi, Türk geleneklerini de devam ettirmişlerdir. Esasen birçoğunun annesi Türk olduğu gibi, kendilerini büyütüp terbiye eden atabeyleri de Türk idi. Orduları ise, yeni katılan unsurlar ile daima Türk kalıyordu. Selçuklu devri Türkleri dahil bulundukları İslâm medeniyetinin tesiri altında kalmış olmakla beraber, işaret edil diği gibi, dillerini muhafaza etmekte ve geleneklerini yaşatmakta idi”
Tuğrul Beyin firasetiyle mevcut birikimi koruyup geliştirmenin yanı sıra Türkçeye yönelik çabalarda görülmeye başlamıştır. Kâşgar’dan Halep’e, Kirman’dan Konya’ya kadar yayılan, Mâverâünnehir, Horasan, Kirman, Irak, Azerbaycan ve Anadolu’yu içine alan Selçuklu Devleti’nde edebiyatın önceki dönemlere göre bazı değişiklikler göstermesi, muhtelif üslûp ve akımların ortaya çıkması doğaldır. Sebk-i Horasânî” ve “sebk-i Irâkī” adı verilen üslûp geliştirdiler.
Sonuç: Böylece siyâsî teşkilatın bozulduğu, kabilelerin birbirleriyle savaştığı, fikri anarşinin hızlandı bölgede, Türkler fazla pişmanlık duyulmadan itaat edilen bir nizamın dini ve siyasi boyutlarını temsil eder hale gelmiştir. Nitekim 1058 yılında Halife, Tuğrul Bey’i “Doğu’nun ve Batı’nın Sultanı” ilan ederek kendisin vekili diye ilan etmesi de bunun İslâm dünyasındaki etkisini gösterir.
Bizim Türkiye Cumhuriyetinin kültürel kodlarının Selçuklular döneminde belirginleştiğini söylememizin nedeni, “Çatışmasız ve aşırı şiddet göstermeksizin Türk devlet sisteminin Arap İmparatorluğunun yerini alma süreci”nin başlamasından dolayıdır. Onu imha etmeden, kendi taze kuvvetini vermiş, ondan içtimâî idrâkini ve meşruluğunu alan Türk Devlet Geleneği, Birinci Dünya Harbine kadar siyâsî ve fikri ağırlıklarını devam ettirmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti de bu birikim üzerine kurulmuştur.
((Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, (Ankara: AÜDTCF Yayınları, İkinci Baskı 1972), X-XI; 103, Erdoğan Merçil, “Gazneliler”, TDV İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınevi, 1996), 13/480 vd. Ahmet Turan Yüksek, “İlk Müslüman-Türk Devletlernn Siyasî, Kültürel ve Medeniyet Tarihi Üzerine”, Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 11 (2001 ), 80 vd. Rene Grousset, Bozkır İmparatorluğu: Atilla, Cengiz Han, Timur, çev. M.Reşat Uzmen, (İstanbul: Ötüken Yayınevi, 8. Basım 2019), 178-181, 185: Rene Grousset, Bozkır İmparatorluğu: Atilla, Cengiz Han, Timur, çev. M.Reşat Uzmen, (İstanbul: Ötüken Yayınevi, 8. Basım 2019), 178-181, 185)