Biz, Fârâbî’nin yol ve yöntemini takip ediyor ve Hakikat Mektebi’nin mensubu olarak felsefenin amacının insanların dünyada refah ve mutluluğu elde etmesi (tahsilu’s-saade) olduğunu söylüyoruz. Genel felsefenin bu tanımına ilaeten insanın ahirette felaha, mutlak kurtuluşa (saadetü’l-kusva) ermeyi hedeflediğini belirtiyoruz. Bunun için ilk peygamberden son peygambere kadar ki süreci (felsefe tarihi) mukayeseli okumalarla incelemeyi önemsiyoruz. Farabi’nin Helenistik felsefeyi, Hz. Muhammed’in getirdiği yeni sistem bağlamında okuyup evrenselleştirme başladığını, bu açıdan İslam felsefesinin kurucu filozofu olduğunu düşünüyoruz. Bu açıdan gerek “Helenistik Felsefe”, gerekse “İslam Felsefesi” açısından Doğu ve Batı ayrımının (sorunuz bağlamında) kategorik olduğunu düşünüyoruz. Bundan kastım şu; batılı bilim dediğiniz sürecin Rönesans (ilmî diriliş), reform (dinî’ yenilenme), aydınlanma ve pozitivist felsefe boyutlarını inceliyoruz ama gerekli bir öteki konumuna düşmeden.
· Beşerî ve Tinsel İlimler ile Pozitif Bilimler Farklılığı
Muallim-i Evvel Aristoteles’in yaptığının benzerinin Fârâbî’ tarafından yapıldığı söylemenin önemi şudur: Kadim kültürler ve bunların zirvesi olan Helenistik felsefe okumalarını Hz. Muhammed’in getirdiği sistem bağlamında Fârâbî yeniden ürettiği için “Muallim-i Sani” yani düşünce tarihinin ikinci öğretmeni olarak anılır. Bunu söyleyince doğulu ve batılı bilim ayrımının da kategorik veya sözde bir ayrım olduğunu görüyoruz. Nitekim Kindî’ ve Fârâbî ile birlikte ilimler tasnifi, yöntem sorunu, ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir İslam felsefesinde. Dolayısıyla Batı felsefesinde yakın dönemde ortaya çıkan Hermeneutik (yorum bilim) tinsel/mânevî’ ilimler ve pozitif ilimler ayrımı ve yöntem sorununa hiç düşülmemiş ki İslam medeniyetinin güncel sorunları aşma hususunda sorun yaşayalım. Fârâbî ile birlikte Meşşai filozofların ilk dönemlerdeki diyalektik/cedelci yöntemin ortaya çıkardığı teo-politik kargaşaya düşmeden bir ilimler tasnifi yapıp etik-politik bir sistem kurmalarını bu bağlamda okuyoruz.
Bu çerçevede hakikatin farklı zaman ve mekânlarda farklı dil ile sunulmuş tezahürlerini incelemeyi Hakk’ın bilgisi olarak görüyoruz. Tarihsellik dediğiniz eğer buysa yani farklı zaman ve mekânlarda aynı hakikatin farklı tezahürlerini incelemek ve bunlara dair bir yorumu mutlaklaştırarak (tarihsici bir yöntemle) günümüze taşımamak ise-ki öyle sanıyorum- bu durum da ne yapabiliriz?
· Öncekilerin Uygulamaları ve Haniflik Kavramı
Bu çerçevede “şer’u men kablena” yani bizden öncekilerin uygulamalarını, yol ve yöntemlerini “tarihsellik” bağlamında incelemek mümkün. İlahi risaletlerin farklı zaman, farklı mekân, farklı dil ve farklı kültürel ortamlarda uygulanmasını yani Makasidu’l-Kur’an ile Makasidu’ş-Şeria irtibatındaki ortak damarı “Haniflik” bağlamında okuma imkânını evrensellik/kuşatıcılık diye okumak da mümkün. Biz bu iki kavramsallaştırma üzerinden, insanlığın fikrî birikimini bütüncül okuma yapma imkanından bahsediyoruz.
Bu açıdan baktığımızda dünyanın farklı bir yerinde geliştirilmîş ve yeni bir yöntem gibi sunulan bakış açılarını da bilmek gerekir. Kaldı ki mânevî ilimler, tinsel ilimler ve pozitif ilim ayrımı üzerine kurulu hermeneutik okumanın İslam geleneğinde tefsir, tevil diye ikili boyutu olduğu, buna belki modern ifadeyle “mânevî hermeneutik” denildiği de malum. Buna ilaveten bir de ibahi/batini okumalar bağlamında aşırı yorum denileni var. Anadolu insanının “Zırva tevil götürmez.” sözü de bu bağlamda aklınızda dursun lüften.
Tarihsellik, tarihsicilik, evrensenlik, tefsir, tevil, hermeneutik okumalar derken, bu noktada bireysel sürecimden bahsedeyim ki söylediklerim daha somut olsun.İslam felsefesi tarihi alanında çalışan bir arkadaşınız olarak Ankara Üniversitesi SBE Kelam ve İslam felsefesi bölümüne asistan oldum, yıl 1987. Master tezinde karşıt fikir kavramının tarihsel temellerini incelemek bağlamında İbn Teymiye çalıştım ki İslam dünyasındaki kavramsal kargaşanın temellerini daha iyi anlayım diye.
“Tarih” diye okuduklarımızın galip olan (yani iktidar) tarafından yazıldığını, meşruiyetini sağlayacak söylemler olduğu iddiası oldukça ciddi bir söylem. Her dönem “yeniden” yazılan ve şekillenen tarihler, iktidarın da aynası olurlar. Televizyonlardaki dizilerin iktidarın söylemlerine geniş halk kitlesi için epistemik hazırbulunuşluk sağlama iddiasını da bu yönde bir düşünün lütfen. Bu söylemin dışındaki tarihsel söylemleri dile getirenler ise, öteki-heteredoks veya düşman olarak sunulur.
Bu durumda, Müslüman filozofların İslam dünyasındaki farklı düşünüşleri “Hakikatin bir tezahürü” olarak görmesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Fakat onların tekfir edilerek ötekileştirip toplumsal etkinliklerinin yok edilmesiyle birlikte, İslamiyet’in ilk döneminde teo-politik tartışmaların günümüzde ekonomi-politik çatışmalara meşruiyet için kullanılmaya devam ediyor maalesef. Bir akımın (parti, hizip, cemaat/tarikat) doğruluk tasavvurunu diğerlerine dayatmasıyla ortaya çıkan çatışmaların giderilmediğini, hatta daha da derinleştiğini görünce, bu farklılıkların bir arada yaşaması için birbirini nasıl tolere edebileceği üzerinde düşünmek siyaset felsefesinin en önemli konusu haline geldi.
· Farklılıkların Bir Arada ve Barışçıl Bir Şekilde Yaşama İmkanı
Buradaki anahtar kavram olan tolereden kastım, hoşgörü değil, müsamaha. Buna özellikle dikkatinizi rica ediyorum. Malum, felsefe tarihinde bir güç/kudret bir de toplumsal sözleşme teorisi var: Kallikles’ten itibaren hoşgörü dediğiniz, zayıf olanın güçlü olandan biraz zaman istemesidir aslında, dolayısıyla bunun bir anlamı yoktur, oysa müsamahada karşılıklı olarak bir tolere süreci vardır.
Bu açıdan toplumsal sözleşme ile katıldığımız devlet aygıtının karşıt fikirleri gidermek, anlaşmazlıkları çözmek yerine birbirlerini nasıl tolere edecekleri ve bir arada yaşacakları üzerinde durması gerektiğini düşünüyorum. Yani ortodoksi/sahih inanç ve heterodoksi/batıl inanç ikilemine düşmeden “Galip sayılır bu yolda mağlup” söylemine gerek bırakmaksızın bir arada yaşamayı sağlamalı. Aksi takdirde İslamiyet’in ilk dönemindeki çatışmaları, iç savaşları büyük günah adı altında teolojik alana taşıyarak meşruiyet sağlayan tarihsici/totaliter/idolojik okumaların ortaya çıkardığı akıl ve zihin tutulmaları devam eder.
Bunun epistemik temellerini anlamak için İsmail Raci Faruki çalıştım. Onun özellikle İslam dünyasının Batı felsefesiyle kapışmasının epistemik temellerini anlamaya çabası önemli. Onu seçmemde İbn Teymiye’nin Tevhid adlı eserini (İnsan Yayınları, 2006, çev.: D.Yardımcı) Batı’ya tanıştıran kişi olmasının da etkisi olsa gerek. İbn Teymiye’nin de günümüz siyasal İslamcıları üzerindeki etkisi de malum, belki bir gün bunun üzerinde de dururuz.
Öğrenciyken düz lise ve matematik kolu mezunu bir kardeşiniz olarak Ankara İlahiyatta tefsir ve hadis bölümünü seçersem, 14 asır önce indirilmiş bir metin bugün bana ne diyor? sorusunun cevabını bulabileceğimi sandım. Ankara İlahiyat Tefsir Hadis bölümü mezunu biri olarak hem kelam ve İslam felsefesi bölümü araştırma görevlisi olarak master derslerine, hem de ODTÜ Felsefe bölümünde yüksek lisansa da başladım aynı zaman diliminde.
Öyle bir bölüm mü vardı, dediniz değil mi? Kelam ve İslam Felsefesi bölümündeki kelam, mezhepler tarihi, tasavvuf, yeni düzenlemede Temel İslam Bilimleri Bölümüne geçti. Biz ise Felsefe ve Din Bilimleri bölümü olduk. Burada bilim (science) terimine dikkat ederseniz, aslında nasıl bir kırılma olduğunu da görürsünüz, tarihsellik, tarihsicilik, hermeneutik okumalar açısından. Pozitif bilimler ve beşerî ilimler ya da daha doğrusu beşerî disiplinler ayrımına bakarsak, birisi anlamanın diğeri açıklamanın konusu modern tasnifte.
Master dersleri alma sürecimde modern felsefe okumalarım arttı, hermeneutik diye sunulan bakış açısıyla daha ayrıntılı tanıştım, oradaki yorum ve aşırı yorum farkına, mânevî’/tinsel ilimler ve pozitif ilimler ayrımına dair metinler okudum. Bizdeki tefsir, hadis, mezhepler tarihini ilim mi, yoksa disiplin olarak mı görmek lazım, diye satır arasında sorayım.
Tarihsicilik ve tarihsellik kavramının özellikle İslamcı geçinen çevrede ters yüz edildiğini görünce, o dönemlerde Kitap dergisinde Karl Kopper’in “Tarihsiciliğin Sefaleti” adlı kitabın “Tarihselciliğin Sefaleti” diye çevrilmesinin sefaletinden bahsettiğimi hatırlıyorum. Açık Toplum ve Düşmanları üzerinde duran bir yazarın kavramının böyle ters yüz edilmesi başka ülkelerde var mıdır, bilemiyorum. Karl Popper’in tarihsicilik ve yanlışlamacılık, Gadamer’in ufukların kaynaşması, Foucalt’un episteme, Kuhn’un paradigma kavramları üzerine okumalar yaptım. Bir ara Kuhn ve Popper’ı eş güdümlü okuduk; halen Çorum İlahiyat Fakültesinde İslam Bilim Tarihi dersini aldıklarında gençlere anlatırım bu seçkin zekâları.
Niye mi? Çünkü tarihin belli bir döneminde üretilen çözüm önerilerini (hadi buna tarihsellik diyelim), mutlaklaştırarak günümüze taşımanın (tarihsicilik öğretisinin) tutarlı bir tarafı yok, çünkü sosyal hayatta karşılığı yok, var diyenlerin ortaya çıkardığı karmaşayı görüyorsunuz.
Bugünün reel durumunu mutlak hakikat olarak alıp geçmişe dönme çabalarını da Whiggsci yöntemi önceleme olarak görüyoruz. “Aslında biz de bunlar vardı.” demenin de bir tutar tarafı yok. Bunu savunanlara “modernist” diyecekseniz, bilemem ama paradigma, episteme kavramlarını merkeze alarak ben “düşünce modelleri” demeyi uygun görüyorum.
· Ufukların Kaynaşması
İşte burada Gadamer’in ufukların kaynaşması kavramı devreye giriyor. Yani tarihin belli bir zamanında, belli bir mekânında bir sorunun çözüm önerisini bugüne taşımak (tarihsicilik) da mümkün değil. Riyaset ve din tacirliği açısından bu söylemden çok iyi rant elde edildiğini unutmamak gerekiyor. Neo-Selefi ve İslamcı (tarikat/grup/cemaat) söylemlerin etkinliği malum.
Soruşturma konusu olan kavramların yanında veya karşısında olanların da bundan kurtulamadığını söylemek mümkün. Özellikle İran’da kadının başörtüsü üzerinden başlayan eylemler ve ölenlerin sayısının birkaç yüze ulaşması, ardından Taliban’ın aldığı eğitim yasağı, parklara gitme vs. gibi yasaklar, Suudi Arabistan’ın bile bunu kınadığına bakınca, tarihsicilikten ne kastedildiğini net bir şekilde görmek mümkün.
Tarihsellik bağlamında üç farklı Şiî-Selefi ve Sünni Taliban (demek ne derece mümkün bilemem ama hadi diyelim, çünkü Türkiye’deki bir tarikat orada gidip medrese açtığını söyledi ve bunlar Şiî ve Selefi karşıtı olduklarını söylüyorlar) İslam anlayışı var gibi duruyor, değil mi?
Bununla birlikte kadın konusuna gelince üçü de aynı ya da benzer duruşlara sahipler. İşte tarihsicilik yani totaliter bakış açısı dediğim bu. Bununla birlikte her biri kendilerini İslamiyet’in evrenselliğini temsil eden sistemler olarak sunuyorlar.
Özetle, Şiî İran ve Neo Selefi Suudi Arabistan ve Sünni hatta Nakşi olduğunu söyleyen Taliban düşünce modelinin kıskacına daha doğrusu onların tarihsici ve totaliter bakış açılarının açmazına düşmeden anlama çabası önemli. Kıyamete kadar İslamiyet’i yeniden yorumlamak ve pratiğe aktarmak diye bir kaygı varsa, bu İslam Aklının üzerine örtülen bu örtüyü aralamaktan geçiyor. Bu kavramsal müzakere söyleşisi (ve Bir Nefes Felsefe serisiyle kamuya daha fazla ulaştırılmasıyla ) umarım ufukların kaynaşmasından yeni bir anlama çabasına, eylemine katkı sağlar.
· Sonuç Yerine; Çoğulcu Evrensellik Tasarımı
Geçmişin belirli bir döneminde indirilmiş ve farklı zaman mekan farklı dillerde anlaşılmaya çalışılan bir metni anlama çabalarını “çoğulcu evrensellik” diye okuma imkanı yok mudur? Farklılıkların bir arada sunulduğu, birbirleriyle çatışan değil de yarışan akımlar olarak, insanların da rahatlıkla mukayese edebileceği “düşünce pazarı” oluşturmadan bahsediyorum.
Yağmurun toprağı mis gibi kokuttuğu, gökyüzünün renklerle kuşanması ya da bir kilimin desenlerindeki iç içe geçmişliğin harika bir kompozisyon sunması gibi bir arada yaşamanın teminatı bana göre “Çoğulcu evrensellik” tasavvuru. Bunun için toplumsal sözleşme ile katıldığımız devlet aygıtının bu ortamı sağlaması gerekir. Çünkü Avrupa Birliği ve AHİM kararlarında da geçtiği üzere, siyasal erk, anlaşmazlıkları gidermek yerine tolere edecek ortamı oluşturmalıdır. Diğer bir ifadeyle farklı siyasî, felsefî, dinî görüşlerden birinin diğerleri üstünde baskı oluşturmadan barışçıl bir şekilde bir arada yaşamanın imkânını devlet sağlamalıdır.
Bunun teorik temellendirmesini biz, P.Hassner’den hareketle “çoğulcu evrensellik tasarımı” olarak yapıyoruz. Pratik boyutunu ise “Açık Toplum”, demokratik, sosyal ve bütün inanışları birbirine karşı tolere eden lâik bir sistemde olur, diye açıklıyoruz.