Sonra Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez diyen Gazzali’yi ve delilin butlanından medlulunda butlanı gerekmez, yani çıkardığın sonuç ve/ya ortaya koyduğun delil/kanıta yöneltilen eleştiriler ve tutarsızlık iddiası, delil getirilene yöneltilmiş sayılmaz diyerek temel ilkelerden hareketle farklı yorumların ve ifade hürriyetinin, yani müstakil ve özgür düşüncenin kapılarını aralarız.
Felsefenin temelde seçenekleri artırmak ve olası çözüm önerilerine katkıda bulunmayı hedeflemesinden dolayı Muaz b. Cebel hadisini örnek göstererek, bir sorun karşısında ne yaparsınız dediğini hatırlatırız:
Muaz’ın “İlk önce Kur’an’a bakarım, sonra sizin uygulamalarınıza bakarım” dediğini, peygamberimizin “ama bu konuda bir ayet ve/ya benim henüz bir kanaatim yoksa ne olacak” diye cevap verdiğini, bunun üzerine “o zaman kendi içtihadımla, yani temel öncüllere dikkat ederek, oradaki hedeflenen amaçlarının neler olduğuna dair tefekkürler kendi yargımı oluştururum” ifadesine dikkat çekeriz.
Yerli Kaynaklar: Ayet, Hadis ve Toplumsal Olaylar Karşısındaki Alınan Tavırlar ve Çıkarsanan Sonuçlar
İslam felsefesi dersinin ilk haftalarında yerli kaynaklardan bunlar, sonra Hz. Muhammed (sav) vefatıyla birlikte başlayan iç çatışmalar, Cemel, Sıffin, Harre olayları, Kerbela katliamındaki siyasi-iktisadi olaylar teolojik meşruiyet sağlanması ile gerekli bir öteki (mümin-kafir) ayrışmasından bahsedelir. Kindi’den itibaren Müslüman filozofların bu cedel/ötekileştirici dilin tuzağına düşmeden Hz. Muhammed’in getirdiği yeni sistemin temel öncüllerini, kadim geleneklerin birikiminden de haberdar olarak okuyup, yeni yorumlamalarla bir İslam felsefesi oluşturduklarını belirtiyoruz.
Yabancı Kaynak mı; Aynı Hakikatin Farklı Zaman ve Mekanlardaki Tezahürlerini Kayda Alan Metinler mi?
Peki bu kadim gelenekler, (Çin, Hind, Pers/Sasani), tıpkı İslam Felsefesi tabiri gibi modern bir kavram olan Helenistik Felsefe (Grek-Roma/Bizans, Yakın ve Uzak Doğu kültürlerinin yeni bir formda sunulması) niye yabancı kaynaklar bağlamında sunulur veya böyle söylemek ne anlama gelir ki?
Diğer bir ifadeyle temel öncülünüzü yani Tanrı’nın ister isim ister sıfat olarak kabul edin Hz. Adem’den ismini bildiğiniz veya bilmediğiniz binlerce seçkin elçi vasıtasıyla dünyada refah ve huzur (tahsilu’s-saade) ve ahirette nihai mutluluk (saadetü’l-kusva) temin edecek elçileri göndermesinin ortak adına İslam diyorsanız ki diyoruz, bu durumda şöyle bir sonuç çıkmaz mı?
Eğer aynı mesaj (ed-din/Hakikat) farklı zaman ve mekanlarda farklı dillerde, farklı elçiler vasıtasıyla bir örnek yapı seçilip gönderilip uygulamalarına (eş-şeria-yol-yöntem) yönelik vahiyler gönderiliyorsa, bu belli bir dönemde gönderilen mesajı benimseyenler diğer farklı dil ve ırklardaki insanlar bu temel öncüllerden hareketle kendi yaşadıkları sorunlara çözüm önerileri (içtihat) bulunmayı hedefliyorlarsa, bu geleneklerin ürettikleri metinler size Aynı Hakikatin farklı bir tezahürünü bildiriyorsa, bunlara “ yabancı kaynak” demek ne derce tutarlı ki!
Çünkü temel önerme, ilk öncül olarak gördüğümüz Kur’an’da “Allah size, dinden Nûh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrâhîm'e, Mûsâ'ya ve İsâ'ya tavsiye ettiğimizi şerîat (yol, yöntem ve hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki: dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin...” (Şûrâ: 62/13) demektedir. Yine “Allah size açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yasalarına iletmek ve sizin günâhlarınızı bağışlamak istiyor.” (Nisâ': 98/26) âyetlerinde ed-Din’in bir ve aynı öze sahip olduğunu, eş-şeria farklı olduğunu görüyoruz. Bunu derslerde biz İbn Rüşd’ün Faslu’l-Makal adlı eserinden hareketle vurguluyoruz daima.
Diğer bir ifadeyle, bir yapı/toplum merkeze alınıyor ve diğer toplumlara onlar üzerinden uygulama örneği gösteriliyor. Aynı formun (ed-din: Tevhid-Nübüvvet-Mead) farklı kavimlere, farklı dillerle farklı zamanlarda gönderilmesi, kimin güzel ve hayırlı işlerde yarışacağının gösterilmesinden (23/Müminun/61) dolayı olduğu da vurgulandığını belirtiyoruz yoldaşlarımıza.
Öyle gözüküyor ki, bütün peygamberlerin yöntemleri (şeriat/minhaç) aslında Aynı Dinin ve Aynı Hakikatin tezahürleridir. Bu nedenle olsa gerek, Hz. İsa ve Hz. Musa’nın yol ve yöntemlerine göre yaşayan insanların yanı sıra, buradaki kırılmaları ed-Din bağlamında değerlendiren ve “Hanif” diye nitelendirilen insanların kadim gelenek ve Hakikat doğrultusunda yaşıyor olması da bunu gösterir.
Hz. Muhammed’in Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncu olduğuna (Ahzab 33/40) inanıp, onun getirdiğini benimseyenler mümin ve müslim, önceki Peygamberlerin yöntemlerine göre yaşayanlara da gayr-i müslim denilmesi bu bağlamda okunabilir. Çünkü Ebu Hanife’ni dediği gibi, peygamberlerin hiç biri kendi kavmine, kendisinden önce gelmiş olan Rasulün dinini terk etmeyi emretmemiştir. Buna mukabil, her Rasul kendi yol ve yöntemine yeni sistemine davet ediyor, bunu kabul eden mümin ve müslim sıfatını kazananlar olup, kendinden önceki Rasul’ün yol yöntemine uymayı bırakanlardı. (Ebu Hanife, “el-Alim ve’l-Müteallim”, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, İstanbul.1992, s.12)
Buna ilaveten Rabbimiz hiçbir kavme uyarıcı göndermedikçe onu sorumlu tutmayız ve yaptıkları yanlışlıklarda dolayı hesaba çekmeyiz (17/İsra/15) demesine dikkat edilmesini öneriyoruz. Çünkü ilahi din ve beşeri din ayrımı üzerinden okutulan Budizm, Konfüçyüsim öğretilerinin ismini bilmediğiniz ve sayısını kesretten kinaye yüz yirmi dört bin diye verdiğiniz peygamberlerden biri veya onlarla yakın irtibatta olup, ilham alan düşünürler olma ihtimali yok mu?
Buda’nın hayatına ve verdiği mücadeleye bir bakınız, Konfüçyüs’ün metinleri ortada, şimdi bunlara yabancı kaynak mı denilecek? Aynı Hakikat’in, Öz’ün farklı zaman ve mekanlarda yansıması olarak okunma ihtimali yok mu?
Şimdi bu geleneklere mensup alimlerin aynı öze yani “Hakikat’e dair düşüncelerini yazdıkları eserlere yabancı eser veya kaynak demeye devam mı edilecek? Acaba, Muallim-i Sani Farabi’nin dediği gibi, dinin hakikat iddiasıyla bunların farklı zaman ve mekânlarda hayata geçirilmesindeki farklı okumalar olan felsefi hakikat arasındaki ilişkiyi/uyumu önceleyip, felsefeyi de “hakikat mektebi” olarak nitelendirilmek daha tutarlı olmaz mı?