Bu satırların yazarını takip eden dostlar, “felsefe dediğin ne işe yarar?” sorusu bağlamında kısa yazılarla sohbet ettiğimizi bilir. Artık “Bir Nefes Felsefe” başlığı altında genelde felsefe tarihi özelde İslam Felsefesi tarihini merkeze alarak, kronolojik okumaların birikimini bir konu/soru/n bağlamında “okur” ve “”yazar” yoldaşların müzakeresine açalım dedik. Bu serinin ilk yazısını da 28 Eylül’de vefat haberi duyduğum ve gıyaben kendimi talebesi saydığım Türkiye’nin önde gelen felsefecilerinden Doğan Özlem hocama saygı ve özleme dair.
Felsefi bir sistem kurgulayabilmek için ontoloji ve “epistemoloji” kavramlarını temellendirmek şart, çünkü felsefe varlık, bilgi ve değer üzerine rasyonel, eleştirel ve tutarlı düşünmeyi ve bunlar üzerine yaşanabilir bir “değerler” dizisi oluşturmayı hedefler. Bunu yapabilmek, bir bilim felsefesi ve nihayetinde bir “sistem” oluşturmak demektir.
Bu bağlamda cevabını aradığımız soru şudur: “Felsefi Bir Sistem” kurmanın; yani Varlık, Bilgi ve Değer üzerine sistematik, rasyonel uygulanabilir fikirleri bütünsellik içinde üretmenin imkanı nedir? Niçin Türkiye’de bunca nitelikli felsefeci varken, bir filozof yetişmedi ve/ya felsefi bir sistem üretil(e)medi?
Bu soru, 1985 yılında Ankara İlahiyat Fakültesini bitirip ODTÜ felsefe bölümü master sınavlarını kazanıp, bir yıl hazırlık okurken ve sonrasında dersleri aldığım Alparslan Açıkgenç hocamın katkılarıyla önceliğim oldu.
Fikirler, öğretiler ve ilimler ağının sistematik, tutarlı ve rasyonel bir şekilde tahlilini yapmayı denemeyi Farabi’nin İlimlerin Sayımı adlı eseri bir “Giriş Metni” olarak incelemekle başladık. Çünkü o öncelikle dil ve düşünce arasındaki irtibatı kuruyordu. Böylece Müslümanların kurduğu medeniyetin epistemik temellerini anlayıp mantıksal tutarlılıkla sunmanın ilk adımı atılacaktı. Daha sonra Tanrı ve alem ilişkisini kurgulamak için pozitif ilimler yani bilim tarihi okumaları geldi. Nitekim Farabi’de Tanrı’nı evreni nasıl yarattığını ve bunun nasıl açıklanabileceğini talimi ilimler matematik, fizik, astronomi vs bilmekle mümkün olacağını söylüyordu. Tabiat ilimleriyle fizik ve metafizik irtibatının kurulması için “niçin yaratıldı” sorusunun cevabını ilahiyat ile bulunabileceğini, pratiğe aktarımını ise medeni ilimler (fıkıh/hukuk, kelam ve ahlak) ile mümkün olacağını belirtir.
Modern felsefedeki anlama ve açıklama arasındaki önemli farkın klasik felsefemizdeki yerini göstermesi açısından Farabi’nin tasnifini son derece önemsiyorum. Böylece Hz. Muhammed (sav) getirdiği yeni sistemin öncekilerle içlem kapsam münasebetini inceler ve “bir dünya görüşünü yeniden üretmenin imkanı üzerinde durulur”. Sanıyorum bir filozof niye çıkaramadık veya ülkemizde felsefi bir sistem niye üretilemedi sorusu da bu noktada önem kazanmakta, çünkü sistemini bu kadar özlü birşekilde izah edip, sonraki çalışmalarında bunların aşamalarını gösterdiği için onu “İslam Felsefesinin Kurucu Filozofu” olarak görüyoruz. İbn Sina ile bu daha sistemleşti ve bir “Doğu Felsefesi” yani Hikmetü’l-Meşrikiyye İslam dünyasında yaygınlaşmaya başladı. Bu akımın Endülüs’teki temsilcileri ise İbn Tufeyl, İbn Bacce ve İbn Rüşd gibi filozolar olduğunu hepiniz biliyorsunuz zaten.
· Tarihsicilik, Tarihsellik, Hermeneutik Okumaları ve Doğan Özlem Hocam
Tarih Felsefesi okumalarımda tarihscilik ile tarihsellik arasındaki farka, manevi/tinsel ilimler ile pozitif ilimler ayırımını, hermeneutik kavramını anlamamamda bir dönüm noktası oluşturan Doğan Özlem hocam. Vefat ettiğini öğrendim, ona rahmetler diliyorum.
Önemli bir felsefeci ve entelektüel birikime sahipti, Cemil Meriç’in ifadelerden hareketle söyleyecek olursam, “ yaşadığı dönemin şuuru olan bin entelektüeldi. Günümüz Felsefe Akımları dersinde tarihsellik, tarihsicilik ve evrensellik terimlerini analiz ederken Doğan Özlem hocama göndermeler yaparım. Özellikle ilahiyat fakültelerinde “Tarihin Bir Anlamı Var mı?” sorusu bağlamında okuyup okuttuğumuz “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı eseriyle felsefi birikimime önemli katkılar yapan Karl Popper’in “Tarihsiciliğin Sefaleti” adlı çalışmasının “tarihselliğin sefaleti” diye çevrilmesindeki kavramsal kırılmaya işaret ederim. Aslında tarihsici zihniyetin İslam dünyasında ilk dönemlerden itibaren var olduğunu, günümüzde neo-selefin ve Muhammed Arkun’un ifadesiyle “islamcımsı/islamevi” okumaların da bu zihniyetle kuşatıldığını, ama kendilerini “evrenselci” safında gördüklerini söylerim.
Tabii bunu söylerken modern durumun Whiggsci bir okumayla yani mevcut verileri gerçek ve doğru özdeşleşmesi yaparak tarihsel okumaları yapmanın risklerine dikkat çekiyoruz. Gadamer’in dediği gibi sağlayacak bir tutum içinde olmanın önemini vurgularken öncelikli hedefimiz, İlahiyat fakültesi öğrencilerinin günümüz İslam düşüncesi açısından bu ikilemi aşma çabasında olan iki farklı bakış açısının (gelenek(sel)ci-modernist) hakkında bilgilendirmektir.
Böylece Gadamer’den hareketle insanın içinde bulunduğu ortam ve kişilik ve kimliğini belirleyen şartlar içinde müspet ve menfi önyargı kavramına dikkat ederek tarihsel olgu, olay ve metinleri okuyarak “ufukların kaynaşması”nı hedeflerken, “gerekli bir öteki” konumuna düşmemenin imkânlarını da konuşuyoruz.
Doğan Özlem hocamla tanıştığım kavramları bir üst aşamaya taşıdığım Karl Popper ile tarihsicilik/totaliterlik ile tarihsellik yöntemleri arasındaki farka ve bunun İslam dünyasındaki izdüşümlerine göndermeler yapıyoruz.
Bu hususu önemiyoruz, her kuşağın kendine özgü dertleri, sorunları ve ona göre de kendi ilgileri, bakış açıları vardır. Dolayısıyla her kuşağın tarihe eski neslin bakış açısını tamamlayan bir şekilde bakıp onu yeniden yorumlama hakkı vardır. Çünkü tarihi kendi sorunlarımızla ilgili bir şeyler öğrenebilmek için inceleriz.
Bunu böyle yapmamız gerekiyor, çünkü geçmiş olayları ve tarihsel şahsiyetleri olduğu gibi bize aktaran bir tarih mümkün değildir. Dolayısıyla Gadamer’in dediği üzere, her dönemin kendi yorumunu içinde yaşadığı söylemle birlikte yapması ve tarihsel olay ile bir “ufuk kaynaşması” araması doğaldır. Hatta Popper bunu yapmanın bir yükümlülük olduğunu söyler. “Çünkü gerçekten karşılanması gereken acil bir ihtiyaç vardır. Dertlerimizin geçmişle nasıl bir bağı olduğunu öğrenmek ve ana görevimiz olarak saydığımız sorunları çözmek için hangi yoldan yürümemiz gerektiğini görmek istiyoruz.
Bunu yapmazsak “Hangi sorunlarımızı en acil sayacağız, bunlar nasıl ortaya çıktı ve hangi yoldan giderek onları çözebiliriz?” gibi akılcı bir soru yerine “Nereye gidiyoruz? Tarih bize ne gibi görev verdi?”” gibi akıl dışı sorular öncelenir ve tarihsici yorumlar zihin dünyamızda baskın olur.
· “Açık Bir Toplum” İçin..
Bu noktada dindeki tarihsici unsurların bir nevi puta tapıcılığa ve yanıltıcı unsurlara dönüşmemesine dikkat edilmelidir. Çünkü din, ne bir piyango biletine ne de bir sigorta poliçesine dönüştürülmemeli; açık bir toplumda yaşamak gibi düşlerin ve isteğe erişmelerin yerine geçmemelidir.
Bu anlamda Popper “tarihsiliğin akılcılık açısından savunulamadığı gibi vicdanın önemini öğreten her hangi bir din ile uyuşamayacağını özellikle vurgular. Çünkü böyle bir dinin akılcı tarih yorumunun davranışlarımızdan sonuna dek sorumlu olduğumuzu ve bunların tarihin akışı üzerinde etkili olduklarını ısrarla belirten tutumuyla uyuşması gerekir. Burada önemli olan açık, adil ve özgür bir toplum umudunu daima korumaktır. Evet, umuda ihtiyacımız var, çünkü umut olmadan bir davranışta bulunmak, yaşamak gücümüzü aşar.