Türkiye’de iktidarı ele geçiren hükûmetlerin Merkez Bankası’na doğrudan ya da dolaylı olarak müdahale etmeleri, neredeyse bir gelenek haline gelmiştir. Çok uzağa gitmeden 90’lara bakacak olursak Tansu Çiller bu konuya çok iyi bir örnektir; başbakanlığı döneminde ekonominin Merkez Bankası, Kamu Bankaları, Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı idaresi ile Serbest Piyasa Kurulu (SPK) olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşlarını kendine bağlamıştır. Çiller’in ekonominin tek patronu olduğu dönemde Türkiye daha fazla borç batağına saplanmış, buna karşılık sermayenin el değiştirmesi sağlanarak yeni zenginler ve karşılığında da yeni yoksullar yaratılmıştı.
Tarih, 24 Ocak1994. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükûmetten yeni kararlar alınmasını ve Kamu İktisadi İşletmeleri (KİT)’nin hızla elden çıkartılmasını ister. Hükûmet, yeni bir istikrar paketi açıklar ve paketle birlikte yeni bir kur ayarlamasına (devalüasyon) gidilir. Türk lirası, Amerikan doları karşısında %13,6’lık bir değer kaybeder. Merkez Bankası’nın önce doları ucuza satıp ardından da kur ayarlaması yapması, “bazı kişilerin devalüasyon yapılacağından haberdar olduğu” dedikodularının yayılmasına neden olur.
ANAP’lı İlhan Kesici, “Döviz ve borsadaki iniş çıkışlardan sağlanan rantın en az bir trilyon” olduğu yönünde bir açıklamada bulunur. Devlet Denetleme Kurulu (DDK) devalüasyon öncesi Merkez Bankası’ndan dolar alan 44 bankanın listesini yayınlar. 250 milyon dolarlık döviz satışından yararlandığı iddia edilenler arasında ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın kardeşine ait Tekstilbank ile Başbakan Çiller’e yakınlığı ile bilinen Hüsnü Özyeğin’e ait Finansbank da bulunmaktadır. Ünlü iş adamı Sakıp Sabancı “Politika yüzünden ekonomi, içinden çıkılmaz hale getiriliyor. Bu politikalarla ne faizler düşer ne de devalüasyon!” eleştirisinde bulunur. Başbakan Tansu Çillerin cevabı ise nettir; “Serbest piyasa ekonomisinin gereği yapılmıştır.”
Merkez Bankası dolar satarken, akşam devalüasyon olacağını biliyor muydu sorusuna Çiller, “biliyordu”, Merkez Bankası Başkanı ise “bilmiyorduk” açıklamasında bulunur. Çiller’in suçlamalarına devam etmesi üzerine Merkez Bankası Başkanı Prof. Bülent Gültekin “Türkiye’de siyasi kararlılık kalmamıştır. Güven ortamı azalmıştır. Son gelişmelerin ardından sayın Başbakan’la uyumlu çalışabileceğime inancım kaybolmuştur” diyerek istifa eder.
Tarih 21 Şubat 2001. Anayasa kitapçığı Ecevit ve Özkan’ın arasına düşer. Borsa çakılır, faiz fırlar, ekonomi bir kez daha dibe vurur… Türkiye, adının “Kara Çarşamba” olarak anılacağı, tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşamaya başlar. Büyük kriz nedeniyle iflaslar arka arkaya gelir. Çok sayıda işyeri kapanır, piyasalar durgunlaşır. Türk Lirası %130 değer kaybeder. Enflasyon ise %90’a çıkar. 20 banka kapanır ve de el değiştirir. Ankara’da “Ekonomik Krize Çare Zirvesi” yapılır. Sonuç, IMF’nin de tavsiyesi olan “dalgalı kur” sistemine geçiştir. Oysaki Türkiye, o güne kadar, yine aynı IMF’nin dayatmış olduğu sabit döviz kurlarını içeren bir ekonomik sistemi yürütmüştür. Karar gereği döviz serbest bırakılır. Bu, ülke parasının değerinin piyasada oluşan arz ve talebe göre serbestçe belirlendiği sistemdir.
Dalgalı kur sisteminin uygulandığı ilk günde Merkez Bankası, dolar satış fiyatını %39,75 artırır. Serbest bırakılan kur sistemi ile döviz kurları hızla yükselmeye başlar. Merkez Bankası’nın müdahalesi yetersiz kalır. Aşırı yükselmelerle bazı kişiler bir gecede zengin olurken, işletmelerde meydana gelen kur zararları bilançoları olumsuz etkiler ve iflaslara sebep olur. Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel ile Hazine Müsteşarı istifa ederler.
O yıllarda “istifa vardı”, şimdiler de “görevden af…” ya da “görevden alma…”
Sonrası malûm: “Kurtarıcı” Kemal Derviş’in ABD ve IMF güdümüyle Türkiye’ye gelmesi, vs., vs.
Günümüze gelecek olursak; Merkez Bankası, bizzat partili Cumhurbaşkanı tarafından yönetilmektedir. Cumhurbaşkanı’nın “faize savaş açması” sonucunda ekonomi yine toz duman oldu. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomisi ilk kez “nas” larla yönetilme aşamasına getirildi. Döviz’in hızla yükselmesinin, tıpkı geçmişte olduğu gibi yine birilerini zengin ettiğini söylemek yanlış olmasa gerek.
Dalgalı kur sistemi âdeta, fırtınaya dönüşerek saniyeler arasında oynama yaparak sisteme yeni zenginler pompalamaktadır. Kimi uzmanlar, dış borç ödemeleri nedeniyle özel sektörün ve bankaların piyasalardan döviz topladığını açıklamakta, kimileri ise, yerli sermayenin -ne kadar kaldıysa- yabancıların eline geçmesi suretiyle, büyük sermayenin el değiştirdiği iddiasında bulunmaktadır. Kimlerin piyasada “büyük” oynadıklarını halkın bilmesi mümkün değil. Belki yirmi yıl öncesinde olsaydık öğrenebilirdik ancak şimdilerde her şey “kapalı kapılar ardında Washington”.
Konuyu ekonomistlere ve finansçılara bırakalım… Görünen o ki, tarih yine tekerrür etmiş, aynı film bu kez başka yönetmenler tarafından çekilmiş ve Türkiye’nin kaynakları bir şekilde başka ellere aktarılmıştır. Yeni zenginler, yeni yoksullar yaratılmış, ülke, millî değerleri de yok edilerek/satılarak yirmi yıl öncesinden çok daha yoksul bir hale getirilmiştir…
Belki de bıraktığı denk bütçeli bir Türkiye ekonomisinden hareket ederek; Atatürk’ün günümüze kadar uzanabilen genişlikte bir öngörüyle uyguladığı ve “karma ekonomi düzeni” olarak ders kitaplarına giren iktisadî düşünce ve prensiplerini, günümüzün çağdaş kalkınma politikası ve stratejileri ile harmanlayarak bir kez daha gözden geçirmekte yarar vardır. Aksi takdirde, Tansu Çiller’in dediği gibi, serbest piyasa ekonomisi, gereğini yapmaya devam eder ve bizler de yeni filmleri izlemek zorunda kalırız.
Yazıyı, Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde söylediği bir sözle noktalayalım: “Bir ulusun hayatıyla doğrudan doğruya ilgili olan ekonomisi, çöküşünün de yükselişinin de nedenidir.”
Tülay Hergünlü
İstanbul, 26 Kasım 2021