Cemiyet’in amacı; “biricik kurtuluş yolumuz, Anadolu’da İngiliz manda ve himayesinin gerekliliğini savunarak, bunu gerçekleştirmeye çalışmaktır…” şeklinde açıklanmaktadır.
İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni her ne kadar Sait Molla kursa da cemiyetin üç büyük yöneticisi İngiliz’dir. Bunlardan birisi de Papaz Robert Frew isimli kişidir. Sait Molla’nın, İngiliz rahibi Frew’e yazdığı ihanet mektupları Nutuk’ta yer almıştır. Bu yazışmalardan haberdar olan Mustafa Kemal, Rahip Frew’a bir mektup yazar. Mektupta Sait Molla ile uygulamaya çalıştıkları planın İngiltere ulusunun kınayacağı bir nitelikte olduğunu, İngiliz subayı Nowill’ in Diyarbakır dolaylarında, Müslüman Kürt halkını kışkırtmak için pek çok çalıştıklarını, bir din adamı olarak siyaset oyunlarında hele de boğazlaşmayla sonuçlanacak işlerde rol oynamak sevdasına kapılmaması gerektiğini anlatır. Ancak İngiltere Türkiye üzerindeki oyunlarına devam edecektir.
I. Dünya Savaşı devam ederken İngiltere ve Fransa, gizlice imzaladıkları Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu’yu bölüşürler; Irak’ın ve dolayısıyla da Musul’un bir İngiliz sömürgesi olmasını karara bağlarlar. Mustafa Kemal Paşa, 1 Mayıs 1920 tarihinde Meclis’te yaptığı konuşmada, Misak-ı Millî sınırlarını tarif ederken Musul’u da içine alan şöyle bir açıklamada bulunur:
“Hep kabul ettiğimiz esaslardan biri ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur!”
1. İnönü, II. İnönü zaferleri; Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz neticesinde emperyalist plan İzmir de Yunan askerleriyle birlikte denize gömülür ve Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırları tescillenir.
Gazi Mustafa Kemal, Lozan ile ilgili şu sözleri sarf eder; “… Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla ikmal edildiği zannedilmiş, büyük bir suikastin yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı Devrine ait tarihte örneği bulunmayan bir siyasî zafer eseridir.”
Ve yine Mustafa Kemal’in söylediği gibi; dün İstanbul’u zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin yedi yüz senelik hayat ve hâkimiyetine son verenler, Lozan ile Türk milletinin vatanını, hayat ve istiklâl hakkını iade etmek zorunda kalmışlardır. Türkiye’nin başını ağrıtan ve sonraki yıllarda da ağrıtmaya devam edecek olan “Kürdistan” meselesi Lozan’da tamamen devre dışı bırakılır ve söz konusu bile ettirilmez.
Lozan’da; Musul, Kerkük ve Hatay, sınırlarımızın dışında kalmıştır. Hatay, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümüne kadar verdiği eşsiz bir diplomasi mücadelesi ile tek kurşun atılmadan topraklarımıza katılır. Musul ve Kerkük ise Hatay kadar şanslı olamaz; çünkü Atatürk hayata erken veda etmiştir.
Türkleri Avrupa’dan atma ve “Kürt devleti” kurma planları, Türk Kurtuluş Savaşı zaferi ile durdurulsa da, başta İngiltere olmak üzere Batılı ülkeler Türkiye üzerindeki planlarından asla vazgeçmeyeceklerdir. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları bir taraftan vatanı emperyalist ülkelerden geri almaya çalışırken, diğer taraftan da Kürt iç isyanlarına karşı mücadele vermişlerdir.
Kürt isyanlarının ilki Osmanlı döneminde Musul’da, Babanzade Abdurrahman Paşa tarafından çıkarılır. (1806) Bu isyanlar Osmanlı-Rus savaşının (1806-1812) ve Sırp isyanlarının çıktığı döneme rastlamaktadır. Yani Osmanlı’nın hem toprak hem de güç kaybetmeye başladığı dönem... 1912 yılında tekrar başlayan Kürt isyanları, Cumhuriyetin ilanı ile aşırı bir hız kazanır. Hakkâri’de başlatılan Nasturi isyanını (1924) başta Şeyh Sait, Seyit Taha ve Seyit Abdullah isyanları (1925) olmak üzere, 1936 yılına kadar başka isyanlar izler. 1937-1938 yılında da Dersim isyanları gerçekleşir. Tunceli isyanları, ilerleyen yıllarda pek çok tartışmaya neden olacak; hem içeride hem de dışarıda “Türkler Dersim’ de Kürtleri katletti!” çığlıkları atılacak; ancak, bu isyanın neden Hatay görüşmelerinin en kritik aşamalarında çıkarıldığı, arkasında hangi ülkelerin yer aldığı konusu sorgulanmayacaktır. Nitekim sonraki zamanlarda tıpkı önceki isyanlarda olduğu gibi Dersim isyanının arkasından da İngiltere çıkacaktır.
1945 yılı, Atatürk’ün izlediği iç ve dış politikalarda bir kırılma noktası sayılabilecek uygulamaların başlangıç yılı olur. Bu yıl, Atatürk’ün üzerinde titizlikle durduğu, bağımsızlık çizgisi terk edilir. Özellikle, ABD ile gerçekleşen yakınlaşmalar çerçevesinde imzalanan anlaşmalarla, siyasî ve ekonomik anlamdaki özgürlüklere son verilecek adımlar atılır. Türkiye rotasını, tamamen ABD ve Batı’ya odaklı bir siyasî yapılanmaya çevirir. 1952 yılında Türkiye NATO’ya üye olur. Kendisine biçilen ilk görev; “Ortadoğu’da İslam Birliği temelinde bir Ortadoğu Birleşik Devletleri (Yeniden Osmanlılaştırma)” kurmaktır.
1957 yılı Mart ayında ABD Başkanı Dwight Eisenhower, ABD Temsilciler Meclisi’nden yetki alarak kendi adıyla bir doktrin (öğreti) yayınlatır. Buna göre ABD, bağımsızlığını korumak için ekonomik kalkınma çabası içine giren Orta Doğu ülkelerine talepleri halinde ekonomik ve askerî yardım yapacaktır. Yine bu ülkelerin istemeleri şartıyla herhangi bir komünist ülkeden gelecek açık silahlı saldırılar karşısında ABD’nin silahlı kuvvetleri kullandırılacaktır. 22 Mart’ta Türkiye, Eisenhower Doktrini’ne katıldığını, doktrinin bölgedeki amaçlarını gerçekleştirebilmek için yardımcı olacağını açıklar. Eisenhower Doktrini ile ABD, Sovyetlerin Ortadoğu’daki etkisini önlemeyi amaçlamıştır. Bu bahaneyle de Türkiye’den üs kullanım hakkı alır. Türkiye’nin ABD’ye üs kullanım hakkı vermesi, SSCB ve Ortadoğu’daki İslam ülkelerinin tepkisini çeker.
1965 yılı geldiğinde Türkiye’de Süleyman Demirel Başbakandır. Batı’nın “Kürt Devleti” kurma planları ise canlılığını korumaktadır. ABD, Başbakan Süleyman Demirel’in ağzını arayarak, İran- Irak ve Türkiye Kürtlerini içeren bir “Türk-Kürt Federasyonu” kurmasını “rica” eder. Demirel konuyu Genel Kurmay’a bildirir. Askerlerin şiddetli karşı çıkışı sonucunda ABD’nin federasyon önerisi rafa kalkar.
Batı’da tek bir şey değişmemektedir; Sevr Anlaşması’nın Kürt ve Ermenistan maddelerinin hayata geçirilmesi amacı… ABD ve diğer Batılı ülkeler tarafından Sevr’in yeniden diriltilmesi çabaları, Orgeneral Turgut Sunalp’i oldukça endişelendirmektedir. Yaptığı konuşmada endişelerini şöyle dile getirir; “Sırtımızdan meydana getirilecek bir Kürt devleti, birçok dost ülkenin de emellerine hizmet edecektir. Ermeniler Türk topraklarında kuracakları Ermenistan’ı Doğu Anadolu’da mı yoksa Kilikya’da mı kuracaklarını tartışıyorlar… Bütün bu faaliyetler maalesef gözümüzün önüne bir Sevr haritası sermektedir… Maalesef bugünlerde Sevr Muahedesi’nin yaşayan hukukî bir belge olduğuna ve uygulanması gerektiğine dair cılız da olsa bazı sesler işitilmektedir…”
ABD, İngiltere’den sadece dünya jandarmalığı görevini değil, yanı sıra sözde “Ermenistan ve Kürt devletleri” hayalini de devralmıştır. Geçmişte İngilizlerin yaptığı gibi Türkiye’yi içeriden ayrıştırmaya çalışacak adımları atmaya başlar. İlk olarak etnik kimliklere dayalı terör örgütlerini Türkiye’nin başına bela eder. 1973’de ASALA (Ermenistan Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu) ve 1974’de de PKK (Kürdistan İşçi Partisi 1974) bizzat ABD eliyle kurulur.
20. Yüzyıl da Ermeni ve Kürt kartı bu kez ABD eliyle açılmıştır.
Devam edecek…
Yararlanılan Kaynak:
Tülay Hergünlü; İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’ne -Türkiye’nin Hafızası- 1914-2002