HATAY’ın Çığlığı Dondu!

KAHRAMANMARAŞ Depremi’nin Kahır Günlüğü

Abone Ol

İnsanlar çığlık atarak, canlı canlı mezarlara gömüldüler. Moloz yığınlarının altından çığlık sesleri geliyordu. Çaresiz insanlar muhalif bazı televizyon kanallarından seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Yandaş kanallar sadece iktidarın kurduğu AFAD’ın kurtarma çalışmalarını gösteriyorlardı, halkın feryadını canlı yayında kesiyorlardı. Oysa halk feryat ediyordu… Ayıp olmasın diye, yoldan geçen çaresiz insanlar adımlarını yavaşlatarak geçiyordu; çünkü göçükte kalanları çıkaracak iş makineleri yoktu ve elleriyle kazamayacakları kadar ağır bir enkazdı…

Göçük altında cep telefonuyla dört kişilik aile üyesinin görüntüsünü çeken bir kadın, “Hakkınızı helal edin, borçlarımı ödeyin,” diyerek ağlıyordu. Bir kadın, üç erkek canlı kurtulmuşlardı ama kağıt gibi üst üste yığılan beton blokların arasına sıkışmışlardı…

Bir güvenlik görevlisi, belden aşağısı beton blokların altında sıkışan, yatay olarak uzanan ve yüzünü yana dönmüş bir kız çocuğa “İyi misin? Seni almaya geleceğiz,” diyordu. Binanın görünmeyen derinliklerinden çığlıklar yükseliyordu…

Canlı canlı mezara girmişlerdi.

21. yüzyılda Türkiye’de insanlık adına büyük bir utanç yaşanıyordu. Anadolu ağlıyordu. İnsanlar televizyon başında çaresizce ağlıyordu.

İnternet, cep telefonu, bilgisayarlar… İnsanlar ellerinden geleni yapmaya çalışıyordu; Şu sokaktaki binada sıkışan var, şu binanın enkazında aile var, bu bölgeye yardım gönderin… Ama iktidar, muhalefeti susturmak için internetin hızını yavaşlattı ve göçük altındakilere bir darbe daha vurdu…

Hatay’da beş kişilik aile bir hafta sonra enkaz altından sağ çıkarılmıştı. Anne-baba ve üç genç ile röportaj yapılıyordu. Genç kız, “İki tavan arasında günlerce yardım bekledik. Bağırdık, çağırdık, İzmir Marşı’nı söyledik,” dedikten sonra yayın kesildi.

Üç gün, beş gün, bir hafta geçiyordu ama pek çok yerde enkaza girilemiyordu. Yeterli yardım personeli yoktu, yeterli teçhizat yoktu… Türk Silahlı Kuvvetleri yoktu, Kızılay yoktu… Devlet yoktu… Olan imkanlar da böylesine yıkıcı bir deprem de çok yetersiz kalmıştı…

Dünya’nın her tarafından arama-kurtarma ekipleri geliyordu; Azerbaycan’dan, Özbekistan’dan, Meksika’dan, Yunanistan’dan, Almanya’dan, İsrail’den, Japonya’dan…

Ve bir haber; Meksika’dan gelen ekibin kurtarma köpeği Proteo öldü!.. İnsanların birbirine “hayvan, köpek” diye küfrettiği, “maymun” diye aşağıladığı bu ülkede, bir kurtarma köpeği göçük altında hayat belirtisi ararken, kendi hayatını kaybetmişti…

HATAY’a YOLCULUK

Hatay’a ulaşmanın yollarını arıyoruz. Nasıl, ne şekilde gidip-döneceğimizi düşünmeden 9. gün yola çıktık. (Görüştüğümüz bazı kişiler vazgeçtiler, ortada bıraktılar. Sebebi, yağma olaylarından endişe etmeleri ve değerli arabalarına bir şey olacağı korkusuymuş…)

Adana havalimanı, otogarı derken… Aktarma otobüsü tarafından Hatay’da eski otogara bırakıldık. Bir grup insan, boş bir varilde gecenin 3’ünde ısınmak için ateş yakıyorlar. Afet çadırlarına gitmek üzere bölgeye gelen bazı insanlarla beraber, güvenlik için bölgeye gönderilen askerlerle konuşuyoruz. Yolu tarif edip dikkatli ve grup halinde olmamız konusunda uyarıyorlar. Malum, deprem bölgesine askerler gönderilmeden önce yağma olayları yaşandığını haber kaynaklarından takip etmiştik. Ağır çantalarımızdaki yardım malzemelerini bir an önce çadırların bulunduğu bölgeye bırakmamız gerekiyor, bu şekilde daha fazla dolaşamayız, diye düşünüyoruz. Bölgede kendi köyüne ulaşmaya çalışan gençlerden biri yardımcı oluyor. Askerlerin nöbet tuttuğu, çadırların olduğu kamp alanına ulaşıyoruz. Kampa doğru yol kenarlarına saçılan yardım için gönderilen giysiler…

Türk askerlerini görünce rahatlıyoruz. Bir savaş filminin içinde gibiyiz. Cengiz’e üstümüzdeki bütün eşyaları burada teslim etmemiz gerektiğini söylüyorum, daha fazla taşıyamayız… Getirdiğimiz malzemeleri, görevli bir askere bırakıyoruz. Karavanda sabah için çorba çıkacak ama henüz yok, ancak bize çay veriyorlar. Bölgeye mobil tuvaletler gelmiş ama su sıkıntısı var. Hava çok soğuk, pek çok depremzede çadırlarda uyuyor. Bizi de buyur ediyorlar ama yolumuza devam etmemizi sağlayacak gençlerle tanışıyoruz. Bizi Karlısu köyüne bırakabileceklerini söylüyorlar.

Antakya’da bir kamyonet ile ilerliyoruz…

Araçta iki yardımsever genç, biz ve bir de yaşadığı yere gitmeye çalışan az önce çantamızı taşımamıza yardım eden bir genç var, onu mahallesine bırakıyorlar…

İki yardımsever genç, iki de biz ilerliyoruz karanlığın içinde… “Abla” diyor Mehmet, “Antakya sanki zombilerin yaşadığı filmlerdeki yere döndü.”

Depremin yıktığı Antakya’yı bu haliyle belki bir daha göremeyeceğimizi bilerek bir kamyonetin içinde dolaşıyoruz. Moloz yığınlarının arasından geçiyoruz, arabanın ışığı olmasa aydınlanmayacak, yaşanan dehşetin boyutları bu denli anlaşılmayacak.

Sağlı sollu moloz yığınlarının arasından geçiyoruz; önümüzde gri, dar ve tozlu yollar, bazı binalar yola doğru yatmış, bazısı yana…

Televizyonda herkes kokudan bahsediyordu, hissetmedim ben… Sadece ağır bir toz soluyorsunuz. İnsanlar kokmaz aslında, dönüşüme uğrarlar, diye düşünüyorum. Üstelik tonlarca moloz yığınının altında kalmışlar, ne kokusu…

Hava korkunç soğuk, ağır ve karanlık… Emre arabayı kullanıyor, Mehmet bir şeyler anlatıyor, Cengiz sorular soruyor, ben video çekiyorum. Aslında herkesin içinde büyük bir acı var ama bir film sahnesinin içinde gibiyiz. Konuşmalarımız normal gibi ama içimiz kan ağlıyor. Mehmet diyor ki “Zombi… Abla biri bizi gülerken görse… Zombi gibi olmuş buralar…” Ben diyorum ki “İnsan şoktayken hem ağlar, hem de istemsiz olarak gülebilir.” Antakya bir korku filminin içinde gibiydi gece…

Girilemeyecek yerleri arabayla dolaştıktan ve görüntü aldıktan sonra, elektriklerin kesilmediği ve diğer bölgelere göre daha az hasar almış Karlısu köyündeki mesire alanındaki toplanma merkezine götürüyorlar bizi, “Abla orada daha rahat edersiniz,” diyorlar. Sabaha karşı kubbe şeklindeki bir yapıya varıyoruz. Mesire alanının hemen yanında bir gölet var, çevresinde yükselen tepeler…

Dışarda yardım için gönderilen pet şişe sular bahçeye yığılmış… Gençlerle vedalaşıyoruz… Bir kafeterya türü tesis olduğu anlaşılan geniş salona, bir görevli tarafından davet ediliyoruz. Büyük bir elektrikli ısıtıcı salonu tam ısıtmasa da soğuk havayı kırıyor. Yerlerde bağış yapılan yüzlerce parça kıyafet, loş bir ışık ve uyuyan birkaç insan… Yorgan, yastık, döşek bulup yığılıyoruz. Uyumak ne mümkün, sadece birkaç saat dinlenmek üzere uzanıyoruz. Belli belirsiz dinlenmenin ardından tepeme sarı bir kedi gelip yiyecek istediğini belli ediyor. Bir kenara yığılan su ve süt gibi malzemelerin arasından biraz süt ve ekmek alıp bulduğumuz bir kaba koyuyoruz. Kedi tepemizden ayrılıyor. Uyumak ne mümkün, sadece birkaç saat dinlenmek üzere uzanıyoruz.

Biraz kestirelim derken, branda çekilmiş bir bölümden bir grup insan çıkıyor ve önce ezan okuyup ardından namaz kılıyorlar. Adamın biri bağırıyor; “Namaz için son 20 dakika… Namaz için son 10 dakika…” Sonradan bir cemaat olduğunu öğrendiğimiz yaklaşık 10 kişilik grup, yerde yatan biz dahil az sayıda insana aldırmadan Arapça dualar okuduktan sonra gittiler. Isıtıcıyı da kapattıkları için donmamak için yerimizden kalktık. Zaten her tarafımız tutulmuştu. Dışarıda mesire alanına ait tuvaletlere gittik mecburen; hiç anlatmasam daha iyi…

Karlısu Mahallesi Çok Güzel Bir Yer…

Depremin yarattığı ağır travma ancak böyle bir yerde atlatılabilir…

Sabahın ilk ışıklarıyla Bursa Belediyesi’nin karavanında sıcak çorba yapılıyor. Köydeki insanlar ve çocukları az ileride bulunan yükseltideki çadırlarından hem çorba ve çay içmek, hem de paket yiyecekler için geliyorlar. Biz de bir şeyler yiyip içtikten sonra, dün gece bize yardımcı olan gençlerden biri olan Mehmet’ten bir telefon alıyoruz. Sorasında yanında Karlısu Mahallesi muhtarı Mehmet İncecik ve bir kişi daha yanımıza geliyorlar. Köyü dolaşıp yaşananları dinliyoruz, haber yapıyoruz, Sonsöz Gazetesi TV’nin çekimlerini gerçekleştiriyoruz. Muhtar bizi kendi arabasıyla Eski Köy Otogarı’na bırakıyor, sağ olsun…

Bütün bu süreç boyunca, enkaza dönen HATAY’ın Antakya İlçesi’ni ve yaşanan trajediyi yakından gördük.

Ardından akrabalarımın yaşadığı, yıkımın daha az olduğu Reyhanlı’ya yolculuk…

Hatay kadim bir şehirdir…

Tarihi ve kozmopolit yapısıyla eşsiz bir derinliği vardır.

Hatay’ın insanlarının ne kadar iyi olduklarını bir kez daha gördüm. Deprem yaşamalarına rağmen şehre gelen misafirlere ne kadar yardımcı olduklarını, yaşadıkları acıya rağmen her şeye ne büyük bir sabırla yaklaştıklarını gördüm.

Türkiye’yi 21 yıldır tek başına yöneten iktidar, çarpık yapılaşmanın ve imar affının yarattığı yıkımı depremle beraber bölge halkına ödetti. Kahramanmaraş merkezli ve 10 ilde ağır yıkıma yol açan 6 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş Depremi, ülkemizin güneydoğusunda derin bir yara açtı.

Anadolu ağlıyor; can kaybı 39 bini aştı…

Hatay en büyük yıkımı yaşadı. Antakya ilçesinde hayat tamamen durdu. İnsanlar göçük altında donarak ve günlerce yardım çığlıkları atarak öldüler.

TSK tam üç gün boyunca depremin yaşandığı bölgelere gönderilmedi.

Yağma olayları yaşandı; güvenlik zafiyeti ortaya çıktı.

 Biz HATAY’dan ayrılırken, askerler OHAL kapsamında Eski Köy Otogarı dahil her yere ulaşmıştı.

Ancak depremden hemen sonra iktidarın acil eylem planı olmadığı için, kurtarılmayı bekleyen pek çok insan kış günü soğukta ve göçük altında acı çekerek öldüler.

Kurucu liderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK ve savaş kahramanımız İsmet İNÖNÜ’nün çabalarıyla düşman işgalinden kurtarılarak bizlere emanet HATAY’ı çok üzdüler.

HATAY’ın çığlığı soğuk bir kış günü göçük altında kaldı.

HATAY’ın çığlığı dondu…

{ "vars": { "account": "UA-115444419-2" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }