Kadının isim ve adresini aldıktan sonra sekreterini çağırarak ona büyük miktar gıda ve yardım malzemeleri alıp kadına götürmesini ister ve sekretere; "eğer kadın gıdayı kimin gönderdiğini sorarsa, ona şeytandan olduğunu söyle" diye emreder.
Sekreter, kadının evine geldiğinde, kadın gelen malzemeleri memnuniyetle kabul eder.
Sekreter ona: "Bunları kimin gönderdiğini bilmek istemiyor musun?" diye sorduğunda;
Fatima isimli okuma yazma bilmeyen bu kadın, ateist İngiliz düşünürü Dr. Timothy Winter'in, Müslüman olup adını Abdülhakim Murad olarak değiştirmesine vesile olacak şu harika cevabı verir:
"Kimin gönderdiği ile ilgilenmiyorum. Çünkü varlığına şahitlik yaptığım Allah, bir şeyin olmasını istediğinde şeytanlar bile ona itaat eder" der.
Evet, sahiplik ve şahitlik.
Yazı, eser ve makalelerimdeki yürek terimde ısrarla gündemde tutmaya çalıştığım iki konu.
Zira ruh köklerimiz, ait olduğumuz dinamikler ve kodlanan inançsal öğretiler; sahip olmadığımızı, olamayacağımızı, canımız dahil her şeyin gelip geçici birer emanet olduğunu, ancak ve ancak şahit olmaya geldiğimizi fısıldıyor.
Ancak içinde yaşadığımız çağın vazettiği dinamikler bunun tam zıddını aktarıyor ve kendini “modern” olarak tabir eden bu akıl, anmış olduğum şahitliği ısrarla “sahip olmaya” çevirme uğraşında ruhumuzun en ücra hücrelerine kök salarak tüketim hırsımızı tetikliyor.
Özellikle de elimizdeki ekranlar vasıtasıyla ısrarla empoze edilen bu akıl, dünyaya geliş nedenimizi, bize “sahip olmak” şeklinde dikte ederek şahitlik olduğumuz tüm kaleleri tek tek ele geçiriyor.
Bu işgali ama farkındalık ama farkında dahi olmadan kabul eden ve kendini çabuk tatmine ayarlayan “yeni” zihin; bütün bir ömrü, hepsi de “tadımlık haz” veren dünyalıklara sahip olmak uğruna harcıyor ve en sonunda “sahip oldum” dedikleri tarafından kuşatılıyor.
Ancak yazık ki sahip olduğunu sandığı her şey, dönüp kendisine sahip oluyor ve aslında rahat etsin, huzur bulsun diye kendisine bahşedilen nimetler, sırtında yüke dönüşüyor.
Ancak durum sanki bu kadarla sınırlı değil.
Zira bu hazcı ve hızcı modern(!) aklın işi gücü “fiyat” ile. Çünkü onun toplumu toplum yapan, topluma değer katan ve toplumsal ahlâkı bir arada tutarak toplum vicdanını koruyan “değerlerle” işi yok.
Hatta görüldüğü kadarıyla değerleri yıkmayı, inançsal kaleleri tek tek işgal ederek kendi bayrağını bu burçlara dikmeyi kendisine amaç edinmiş durumda.
Çünkü değerlerin yükselişini, inançsal dinamikleri; tüketim ve satın alma hırsının önünde bir engel olarak görüyor. Bu yüzden de insanın daha fazla paraya sahip olduğunda daha fazla mutlu olacağı fikrini her platformda ısrarla dikte ederek, ortaya koyduğu militan bir dil ve ayak basılmadık toprak bırakmak istemeyen sömürgeci mantığı ile manevi değerleri ters düz ediyor.
Öyle ya; kanaat sahibi, yazımın başında andığım Somalili kardeşimizin şuuruyla şahit olmaya geldiğinin farkında birinin ihtiyacı sadece yaşamını idame ettirebileceği kadar olur. Böylesi bir şuur ihtiyacından arta kalanı ise, yok yere harcamak yerine infak ederek kanayan yaralara pansuman olmaya çalışır.
Bu tür insanlar, ruhlarını günün gelip geçici hazlarına rehin bırakmadıkları için dik durmayı başarır. Çünkü böyle insanlar, “tanıklığı” bir yükümlülük olarak görür ve bunu hakkıyla yerine getirmenin gayreti içinde gönül coğrafyalarını mayalamaya, anlam haritalarımıza değer katmaya ve bu hâlleriyle de son nefeslerine kadar yürek fetihlerine devam ederler.
Öyle ya, yaşaması bile kendinden olmayanın sahipliği ne kadar sahicidir ki? Aldığı nefesi bile ödünç olan, verdiği nefesi de emanet veren nasıl olur da sahiplik davası güdebilir ki?
Bu yüzdendir ki, kendisini dünyanın kurucusu ve efendisi olduğuna, değer yargılarının tek yaratıcısı olduğuna inandıran mütekebbir aklın ortaya koyduğu hazcı ve hızcı akıl; değerleri de bu değerleri yaşatmaya çalışanları da düşman olarak algılıyor ve onlara karşı geceli gündüzlü bir savaş veriyor.
Üstelik bu savaş, “kölesi haline geldiğimizi” ısrarla zikrettiğim elimizdeki ekranlar marifetiyle hayatın her alanında mevcut. Zira, bu savaşın arkasında yatan temel neden “şahit olma” fikriyatının yok edilip “sahip olma” hırsının tetiklenmesi ve kapital dininin varlığını sürdürmesine kodlanmış.
Onların bu savaştaki samimiyetine, bizim dilimizden eylemimize nakşedemediğimiz sevgi, merhamet ve adalet söylemlerimiz ile ilgili pasifliğimiz de eklenince, manevi dinamikler suyun tuzu eritmesi gibi günden güne eriyor ve yazık ki yine bu sayede karanlık siyahını her geçen gün biraz daha artırıyor.
Zira gerek yerel gerekse de uluslararası bağlamda yapılan çalışmalar; maddeci değerlere çok fazla odaklanan insanların zamanla tatmin duygusunu yitirdikleri, diğer insanlara oranla daha mutsuz oldukları, ilişkilerinde çok daha değişik sorunlar yaşadıkları, daha fazla alkol ve madde bağımlısı olabildikleri ve özellikle de içinde yaşadığı toplumda daha az değer kattıklarını gösteriyor. En net ifade ile “kimliğimi kaybettim, hükümsüzdür” tablosu yani.
Zira akıl, hayatın anlamına ulaşmak adına “araç” olmaktan çıkıp “amaç” olunca, hayatın tüm sırrı da anlam derinliği de kayboluyor. Sonuçta da ortaya ya akılsız kalpler ya da kalpsiz akıllar çıkıyor. Çünkü akıl kalple, düşünce ise duyguyla çatışıyor. Duyguda birlik olmayınca da toplum adım adım kalbiyle akledebilme yetisini kaybediyor.
Kalp ile akledebilme yetisini yitiren bir toplumda da pek tabi ki değerler bir türlü dikiş tutturamayacak, birbiriyle ahenkli bir değerler sistemi varlığını sürdüremeyecek ve ahlaki körlük karanlığın siyahını artırmasına seyirci kalacaktır.
Biz bugün neden bu haldeyiz, karanlık neden her geçen gün siyahını biraz daha artırıp bizi ruh köklerimizden çok uzaklara fırlatıp kendimizi unutturuyor, vicdanlarımızı kanatıyor anlaşılıyor mu biraz?
Çünkü hayatlarımıza ancak akledebilen kalplerle bir anlam duygusu katabildiğimiz zaman daha sakin, daha huzurlu, daha farkında yani eskilerin deyimiyle “mutmain” bir yaşam sürebiliyoruz.
Çünkü biz manevi masumiyetimize yapılan saldırılarla yetinmeyi unuttuk. Değeri fiyata tercih ettik ve en acısı da sadece bir gölgelik olan bu şahitlikte sonsuzluk sevdasına kapıldık!
Bu yüzden insanlar artık birbirlerini dinlemeye giderek daha az vakit ayırıyorlar. Maddiyata dönüşmeyen, dönüştürülemeyen değerler, bu yüzden giderek daha değersiz addedilmeye başlanıyor ve insanlığın ortak idealleri her geçen gün azalıyor.
Evet, eşkıya dünyaya hükümdar ol(a)mazdı, bize böyle öğretilmişti ama bizim basiretsizliğimiz ve özellikle de gayretsizliğimiz yüzünden oldu.
Ama eşkıyanın dünyasından daha küçük de olsa başka bir dünya daha var ki bu dünya eşkıyanın gücüne ve ele geçirdiği kudrete rağmen kişiyi “evliya” olmaya çağıran, yeryüzünde nefret yerine sevgi tohumları ekmeyi öğütleyen, merhametin kendinden olana değil kendinden olmayana gösterildiğinde asıl anlamını kazanacağını haykıran, adaletin tüm baskılardan kurtularak vicdanlara havale edilip amasız hale getirildiği; doğru, iyi ve güzelin üretilebileceği mayanın kökünün kurumadığını gösteren bir dünya bu. Aynıları çoğaltmaya ayrıları azaltmaya gayret edenlerin yaşadığı bu dünya, eşkıyaların dünyasına göre evet daha küçük ama, bu dünyadakiler ebabillerin filleri yenebileceğine inanacak kadar güçlü.
Peki biz bu küçük dünyaya dahil olamazsak dahi onların işaret ettiği sevgi, merhamet ve adalet yolunu yeniden nasıl bulacağız?
Bence, bunun kararını verebilmek için öncelikle bilmeliyiz ki,
Bilginin erdeminden ve gücün ahlâkından yoksun küresel toplum mühendislerinin dünyayı kendi heves ve istekleri uğruna istedikleri gibi dizayn etmek için her türlü tacizine maruz kalan insanlığın kurtuluşu; gücün sözünde değil, sözün gücündedir. Yani eylemlerimiz ile ruh katacağımız söze, güç vermeliyiz ve kelimelerin şahı olan ilahi hitabın insanlığa son seslenişi; her türlü yolla anlamı çalınan hayata, anlamını yeniden iade etmeli.
Bu sayede de araçlarla amaçların yer değiştirdiği, hakkın gücünün değil gücün hakkının hakimiyeti eline geçirdiği ve zihinlerimize modern olarak kodlanan dünya, ilahi hitabın inşa ettiği kişilerce yeniden dizayn edilmeli ve doğaya meydan okuyan, onu yok eden değil, onunla diyalog içinde onun dengesini koruyacak bir tasavvur inşa edilmeli.
Elinden, dilinden, belinden sadece insanların değil; hayvanların, bitkilerin, hatta cansızların dahi zarar gördüğü haddini ziyadesiyle aşmış ve azmış olan insan türünün yerini, “haddini ve kadrini bilen” ilahi hitabın ihya ettiği insan modeli almalı.
Zira kayıp insanın yeniden bulunuşu ve insanlığın yeniden ihyası ancak İlahi beyanın inşa ettiği bir tasavvur ve akla sahip şahsiyetler eliyle kurulan bir dünyada mümkün olacaktır.
Bu olmadığı, olamadığı takdirde kılavuzu karga olanın konacağı yer bellidir ki bugün bunun sancısını hem yerelde hem ulusalda hem de ulus ötesinde çok bariz bir şekilde herkes çekiyor.
İşte bu yüzdendir ki, bugün insanlık davasını yüreğine yük edenlerin, zamanın taşkın ve kirli sularında bir saman çöpü gibi akıntıya kapılıp gitmemeleri ne kadar önemliyse, hadiselere seyirci kalarak hayatın kıyısında yaşamamaları da o kadar önemlidir.
Öyleyse diyebiliriz ki, kendini bilmezlerin çirkinleştirdiği bir dünyayı, yalnızca kendini bilenler güzelleştirecektir. Çünkü dilindeki manzumeleri hayatına nakşedemeyenin inancı yüreğine yüktür ve koşulsuz bir sevgiyi, katıksız bir merhameti ve amasız bir adaleti yaşamayan, yaşatamayan bir inanç; beden ülkesinin başkenti olan yürekte hâkim değil, mahkumdur!
O vakit (bence) bugün bize düşen şey; kendi zaman, mekân ve şuurunun farkında insanlar olarak; akıp gelen tarihe, aidiyete, haysiyet ve medeniyete ait ortak akıl ve vicdanın savunucusu bireyler olarak, ağlamaktır.
Evet evet yanlış okumadınız. Ağlamalıyız!
Üstelik, insanın insani tarafının küçülüp beşerî tarafının büyüdüğü bu kirli çağda bu öyle bir ağlama olmalıdır ki; anladığımız, hissettiğimiz, dahası yaşadığımız belli olsun.
Bu öyle bir ağlama olmalıdır ki; karaya oturtan inanç gemimizi yüzdürecek su yükselsin.
Bu öyle bir ağlama olmalıdır ki; belki samimi akan gözyaşlarımız, birilerinin çöle dönmüş yüreğine rahmet sağanağı gibi iner de acımızı birazcık olsun hissederler ve o acıyı onlar da yüreklerine dert ederler.
Unutmayalım ki, biz, kendi küllerinden bir kez değil, birçok kez yeniden doğan bir dünyanın çocuklarıyız.
Farkındalık temennisiyle!