Yazılarımı takip edenler, bu sıralar İbn Arabi ve vahdeti vücut okuması yaptığımı bu bağlamda Mehmet Ali Ayni’yi okuduğumu hatırlar. Türk Ocağı’nın bir sempozyumu da devreye girince onun siyasi fikirlerini de ayrıntılı okumaya başladım.
Ayni, Osmanlı’nın son dönemleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde idari ve ilmi birçok önemli görevlerde bulunmuş, teori ve pratik uyumunu sağlamış önemli bir bürokrat ve âlimlerimizdendir. Yeni Türkiye’nin niçin Cumhuriyet yönetimini benimsediğini, laiklik ilkesini öne çıkardığını, Türk ve Türkçeye önem vererek alfabe değişikliğinin önemini mukayeseli bir şekilde inceler.
Tarihsel Tahlil
Peygamberimizin vefatından sonra ortaya çıkan vekil tartışmalarını ayrıntısıyla anlatır. Hz. Ebu Bekir’in tarihte “Sakifetu-Benu Saide” toplantısı diye bilinen tartışmaları aklımızda tutarak, onun seçiminden sonra peygamberimizin defnedilebildiğine dikkat çeker. Karmaşanın boyutu için Peygamberimizin defnine kaç kişi katıldığına bakarsak, iktidarın ne derece yakan bir ateş olduğu ortaya çıkar.
Hz.Ebu Bekir’e “Allah’ın halifesi” diyenler olmuş, ama o bunu reddetmiş ve peygamberin vekili olduğunu söylemiş. Fakat bunu da kabul etmeyenlerin başında Hz.Ali taraftarları (Şia) olduğu malum. Kendilerini “Ehl-i Şurat” yani nefislerini Allah yolunda satanlar olduğunu iddia eden grup, Hz. Ali ve Muaviye çatışmasındaki hakem meselesinden sonra “Harici diye nitelendirilenlerde var. Bunların ana tezi “Harura”da ilan ettikleri üzere, ehil olan herkes devlet başkanı olabileceğiydi. Yaptıkları bir takım yanlış uygulamalardan dolayı harici yani dışlananlar diye nitelendirildiler; siyasi olarak yönetici hakkındaki görüşlerinin tutarlılığı gölgelendi. Bunlara göre Sünni düşüncenin imam seçmek vaciptir ve bu “Kureyş kabilesinden olur” önermesinin hiçbir tutarlığı yoktur fikrindedirler.
Müslümanlar sadece Araplardan oluşmuyor ki, “niçin Allah’ın başka bir ırk ve dilde yarattığı insanlar Kureyşli birini lider olarak görsünler ki?” diye soran Ayni, Kureyşlilerinden de imamın Beni Haşim ailesinden olmasını istediğini belirtir. Peygamberimiz vefat edince en yakın akrabası Abbas ve Hz. Ali kalmıştı, Abbas’ın halifeliğini isteyenler de vardı ve bunların oluşturduğu hizbe/partiye “Ravendiye” denilir. Hz. Ali zımnen kabul etmiş gözükse de, özellikle de Hz. Fatma’nın aleni muhalefeti malumdur.
Hz. Ebu Bekir ölmeden önce yerine Hz. Ömer’i önermiştir. O da yaralandığında bir ekip oluşturarak sonraki yöneticiyi seçmelerini istemiştir. Bunlarda sorumluluktan kaçarak seçme işini kendisini hariç tutması şartıyla Abdurrahman b. Avf’a verdiler. O da üç gün düşünüp Hz. Osman’ı seçti. Karmaşa da iyice arttı ve nihayetinde şehit edildi. Hz. Ali ihtilalciler tarafından göreve getirildi; ama dönemin Şam valisi Muaviye bunu kabul etmedi. Artık Arapların devlet başkanlığı mücadelesinde iki ana akım vardı. Önce Hz. Ali’nin şehadeti ardından benim “pasif muhalefet önderi” dediğim Hz. Hasan zehirlendi, ardından “aktif muhalefetin önderi” Hz. Hüseyin şehit edildi. Zaten Muaviye sağlığındayken Yezid’i veliaht göstermişti.
Bu özetleri veren M.Ali Ayni, o zamanda irsi ve müstebit bir monarşi başlamıştı der. Nitekim Emevi saltanatını (661-749) deviren Abbasiler’i de Hz. Ali ve taraftarları kabul etmedi. “Karmati” diye nitelendirilen grup da Abbasilerin hilafetini kabul etmemişlerdi. Velhasıl ilk dönemlerden itibaren farklı yönetim /hilafet tarzları vardı: Abbasiler Bağdat’ta, Fatimiler Mısır’da, Emeviler İspanya’da kendi yönetimlerini (hilafet) kurdular. Bu bilgileri veren Ayni, Mısır Hukukçusu Ali Abdürrazık’ın İslam ve hükümet kaideleri (1925) başlıklı eserinden atıf yaparak hilafet kurumunun ne şer’an ne aklen hiçbir esası olmadığın söyler.
Öyle gözüküyor ki, İlk dönem İslam tarihi aslında mezhep adı altında siyasal hiziplerin yani partilerin iktidar mücadelesinden ibarettir. Hilafet diye sunulan siyasal güçlerin/grupların/kabilelerin iktidar savaşına din adına kılıf giydirilmesidir. İlahiyat fakültelerinde mezhepler tarihinin önemi buradadır. Bu bilim dalı İslam siyaset biliminin tarihsel sürecini hizipler yani partiler bağlamında inceler. Şimdi felsefenin kaldırılma çabasının yanı sıra mezhepler tarihi derslerinin saatlerinin azaltması ve hilafeti salt bir dini bir başlık gibi inceleyen kelam altına alınma çabalarının gerekçesini bir de bu açıdan düşünelim mi?
Ve Türkler Müslüman Oldu?
Abbasiler ile irtibatı kesen Mısır yönetimi bir süre sonar Şii Fatimi hilafetinin merkezi haline geldi. Bunun üzerine Abbasiler Şii Büveyhi devletine siyaseten direnebilmek için Müslüman olan Türk beylerinin tecrübelerinden istifade etmeye başladılar. 945-1055 yılları arasında Buveyhi oğulları karşısında oldukça zor durumda kalan Abbasiler Türk komutanlar vasıtasıyla ayakta kaldılar, ama vezir seçimlerinde bile bu komutanların dedikleri oluyordu.
Bunun nihai noktası Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in devlet olarak Buveyhilere savaş açması ve halifeyi onların etkisinden kurtarmasına kadar devam etti. Tuğrul Bey Türk tarihi ve din devlet ilişkisi açısından son derece önemli bir şahsiyettir, çünkü halifeyi manevi bir yapıya indirgeyen bir tavır aldı. Halife de onun adına sikke bastırdı, hutbe okutturdu. Dolayısıyla önce Abbasi idaresindeki Türk komutanların iktidar içinde iktidar olmaları, ardından Tuğrul beyin resmi statüyü belirlemesi ve halifeyi sadece bir manevi şahsiyete indirgemesi önemlidir. Aslında Mısır’da benzer bir durum vardı. Abbasi halifesi Mutez, Mısır’a Tolunoğlu Ahmed beyi vali olarak göndermişti (868) Ahmed bey biraz güçlenince halife Muvaffak zamanında Bağdat ile ilişkilerini tamamen kesmişti. Bir süre Cuma hutbesinde halifenin adı okunduysa da sonradan bu da kaldırılmıştı. Tolun Oğullarından sonra yine bir Türk olan Ahşid Bey Mısır’a hakim olmuştu. Fatimiler bunlardan sonra hakim olmuşlardır. (973)
Arap hilafeti Moğolların 1258 yılında Bağdat’ı ele geçirmesiyle en zor anlarını yaşadı. Hulagu halife Mutasım’ı ve ailesini yok etti. Katliamdan sadece küçük oğlu kurtuldu denilir. Öyle midir,, bilinmez ama yine bir Türk ve Mısır kölemeni olan Sultan Baybars bu durumu siyaseten değerlendirdi, Hakim isimli bu şahsı halife ilan etti. Bu bir isimden öteye gitmemiş olsa ki, Mekke ve Medine’deki hutbeler Mısır sultanı adına okundu. Bu duruma son veren Yavuz Sultan selim oldu. 1517 yılında Mısır’ı ele geçirdi. Haremeyn yani Mekke ve Medine’nin anahtarları ona teslime edildi. Halife Mütevekkili İstanbul’a getirdi. “Dersaadet” ve “Deraliyye” sıfatlarına sahip olan İstanbul artık “Darulhilafetilayye” diye de isimlendirilmeye başlandı.
Beyin Fırtınası: Şimdi Ortadoğu bölgesini ve Mısır’ı bu tarihsel bilgiler ışığında okuyup, günümüzü anlamaya çalışalım, bakalım ne olacak? Bir de Osmanlı padişahının Mısır fethiyle İç Asya ve İran’ın Sünni ahalisinin “İmamu’l-Müslimin” olarak tanıması için hiç kimsenin tasdikine ve takdisine ihtiyaç duymadığını belirtelim. Dolayısıyla tefekkürü Avrasya ve Ortadoğu, Kuzey Afrika olarak genişletelim!
Yeni Türkiye ve resmen hilafetin ilgası
Üç Tarz-ı Siyasetin ikinci aşaması olan İslamcılık, hilafetin manevi etkisini bir süre kullanılarak hayata geçirildi. Tabii bunda dönemin Panslavizm öğretisine karşı Türkiye’nin ittifaklarının özellikle Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın Rusya’nın öğretisine karşı geliştirilerek bir bilinçlilik oluşturma çabasının da etkisi vardı.
Bu politika bir dönem kısmen de olsa etkili olmuştur, ama V. Mehmed Reşad ile birlikte hiç bir hükmü kalmamıştı. Araplar onu tanımıyorlardı. Mekke Emiri Şerif Hüseyin b. Ali Osmanlı’ya isyan etti. 1993 yılında Ürdün’de bulunduğum sırada Haşimi kabilesi kendilerini Arapların lideri ve ordularını da Ceyşu’l-Muhammed diye nitelendirdiklerini söylersem, bu söylemin etkisini görebiliriz.
Şerif Hüseyin kendisini 5 Mart 1917 Hicaz Kralı ilan etti. Ardından Türkiye’deki Müslümanları ve orduyu Türk hükümetini devirmeye çağırdı. Eğer böyle yapmazlarsa halifenin ismi hutbelerde okunmayacaktır, dedi.
Sonrasını biliyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. 23 Nisan 1920 tarihinden beri fiilen mevut olan Türkiye bir Cumhuriyet yönetimi olarak 29 Ekim 1923 yılında hukuki şeklini dünyaya ilan etti ve 3 Mart 1924 tarihinde hilafet ilga edilerek, bütün kamuoyuna artık din üzerinden Türkiye’ye yönelik bir tehdite izin verilmeyeceği açıklandı. (Mehmet Ali Ayni, Milliyetçilik,1943.krş.İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Kitapevi, İstanbul.1997, c.2, s.86-93)
Öneri/yorum: Bu çerçevede içerde veya dışarımızda özellikle güneyimizde başına halife sıfatını alan grupların konumunu ve işlevini bir kez daha düşünelim ki, zamanında alınan bu kararın günümüze ve uluslararası alanda elimizi ne kadar güçlendirdiğini bir kez daha görelim. Yönetimin Cumhuriyet ve Başkentin Ankara olmasını bir de Osmanlı’nın son zamanlarda sultan seçimi, kardeş katli ve bütün hayatlarının Topkapı sarayında geçiren yöneticilerin haleti ruhiyesi açısından düşünelim ki aldıkları kararların tutarlılığını rasyonel bir şekilde değerlendirelim. Ancak bu sayede “Şanlı tarih sendromu”na düşmeden değerlendirmeler yapar ve günümüzü aydınlatabiliriz.
12/8/2018, Çorum