Peki, nasıl ortaya çıkmıştır, hangi duygularla ve manası nedir; neden marş denmiştir?
Fransızların zafer marşı var da neden bizim gibi bir milletin, yedi iklime karşı savaşarak zafer kazanan bir milletin neden marşı yok denildi ve bu duygularla TBMM, bir yarışma açtı. Yarışmaya herkes katılabilirdi ki zaten teşvik için de 500 Lira ödül konuldu; ödül gerçekten güzeldi o zaman için..
734 şiir yollandı Meclis’e. Sadece 6 adeti kaldı oylamalara ama Mehmet Akif Ersoy ucunda ikramiye olduğu için kabul etmiyordu yazmayı. Bunu bilen Ersoy’un arkadaşı Hasan Basri Bey (aynı zamanda Balıkesir milletvekili ), Hamdullah Suphi’nin yardım ricasını kırmayarak Mehmet Akif’i marşı yazmasına ikna etmiştir. Şöyle ki:
Hasan Basri Bey ile Mehmet Akif Ersoy, Hasan Bey’in evinde bir akşam otururken Hasan Basri Bey eline kağıt – kalem alıyor. Kağıdın üzerine dikkatlice eğilerek bir şeyler yazıyor. Bu durum Akif Bey’in dikkatini çekiyor ve soruyor :
- Ne yazıyorsun?
- İstiklal Marşı yazıyorum…
- Seçilecek şiire para verilecek, içinde para olan bir şeye nasıl katılırsın?
Ve Basri Bey Marşımızın yaratıcısını harekete geçirecek o cevabı verir :
- Yarışma kaldırıldı. Seçilen şiire para verilmeyecek. Milli Eğitim Bakanı bana bu konuda güvence verdi.
Bunun üzerine Mehmet Akif duruyor ve bir şeyler aranıyor. Gaz lambasını kaptığı gibi çalışma odasına geçiyor sonunda. Basri Bey, Akif Bey’in bu hallerine alışık olduğu için – ne zaman şiir yazacak olsa bu krizleri tutarmış merhumun – karışmıyor. Yalnız içeriden gelen gelen acı acı sesler onun merakını iyice kamçılıyor. Sessizce bekliyor ve tıkırtılar kesilince içeri giriyor.
Giriyor ki Mehmet Akif Ersoy’un tırnakları kan içinde ve çalışma odasının duvarında şu cümle “ Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”…
O geceden sonra 12 Mart 1921’de teslim edilmek üzere İstiklal Marşı tamamlanıyor. Meclise getirilen marş, birkaç vekilin itirazına rağmen çoğunluğu alarak “Marşımız” oluyor. Öyle seviliyor ki iki kere okunuyor. Bu arada Hamdullah Suphi Bey, marşımızı ilk okuyan kişi ünvanına layık oluyor.
İstiklal Marşı’nın kabulünün ardından Mehmet Akif Ersoy’a ikramiye takdim ediliyor ama o yeniden geri çeviriyor. Oysa ki buna ihtiyacı var çünkü o zamanlar 8 çocuğa bir memur maaşı ile bakmaya çalışıyor. Geri çevirmesinin nedeni de açık: Kahraman milletine hediye ediyor marşı!
İstiklal Marşı’nın ilk hali Arap alfabesiyle yani o zamanın Türkçesi olan Osmanlı Türkçesi ile yazılmıştır çünkü yeni alfabe 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilmiştir; oysaki İstiklal Marşı 1921’de – hatta Cumhuriyetin ilanından bile eski – kabul edilmiştir.
Söylemeden geçmek olmaz, İstiklal Marşı ilk olarak Ali Rıfat Çağatay tarafından besteleniyor, 1930 yılına kadar kabul edilen ve kullanılan beste Osman Zeki Üngör’ün 1922’de hazırladığı yeni besteye yerini bırakıyor.
İstiklal Marşı Tahlili ve Mehmet Akif Ersoy’un Şiir Anlayışıyla İlişkisi
İstiklal Marşı’nı biçim olarak incelediğimizde marşın 10 kıtadan oluştuğunu görüyoruz. Marş, 9 dörtlük 1 beşlikten oluştuğu için bölümlere dörtlük demek yerine kıta demek gerekiyor.
Mehmet Akif Ersoy, eski şiire bağlı kalan bir şair olduğu için marşımız da eski düzene tabiidir. Şiirde zengin ve tam uyak kullanılırken sanıldığının aksine hece vezni değil aruz vezni ( Osmanlı zamanında kullanılan kaynağı Doğu’ya dayanan ölçü tipi) kullanılmıştır.
İstiklal Marşımız “Korkma” diye başlar ki bu ancak Mehmet Akif Ersoy’un elinden çıkardı çünkü burada buram buram İslam ideolojisi yatıyor.
H.z Muhammed’in hicreti esnasında onun peşine düşenlerden korunmak amacıyla bir mağaraya girmişlerdi Hz Muhammed ve H.z Ebubekir. H.z Ebubekir’in çok korktuğunu gören H.z Muhammed, onun omzuna dokunarak: "Ey Ebu Bekir! Korkma! Hiç şüphesiz, Allah bizimledir!" buyurmuştu. İlk dizedeki “Korkma” buna işarettir. Aynı zamanda halkına gerçekten korkmaması gerektiğini söylemektedir.
Hayatı boyunca İslam ideolojisini savunan ve Türkçülük akımına karşı çıkan Mehmet Akif, şiirlerinde de bu ayrımı dile getirmiştir. Bu harika marş, Mehmet Akif’in İslam’a duyduğu aşk ile daha da güzelleşmiştir.
Devamında “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” diyecektir Ersoy. Anadolu topraklarında bir tek ocak kalıncaya kadar savaş olacaktır diyor, son nefer son fert son insan kalıncaya kadar Anadolu’nun kendisini savunacağını; vatanı için kendini feda edeceğini hatta ettiğini vurguluyor. Savaştan yeni çıkan bir toplumun yüreğine en çok dokunan dizelerden birisidir bu..
İkinci dize “Nazlı Hilal” diyerek bayrağa seslenen Ersoy, onun vatana küsmemesini söylüyor. Harika bir teşbih ile onu çatık kaşlı birisine benzetiyor ve haykırıyor :” Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal !”
Üçüncü dizede özgürlüğünü haykırıyor şair. Şairimizin bu duygusu, Safahat’ta bulunan Çanakkale Şehitlerine adlı şiirde de var. Türk’ün, milletin hep özgür olduğunu, özgür olacağını söylüyor.
Dördüncü dize, tek kelimeyle harika... “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar “ derken Avrupa’nın tankından tüfeğinden bahseder. Onların ne kadar kalabalık olduğunu çelikten duvar diyerek tarif eder. Devamında da der: “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” ki bu da Akif’in dini duygularının dışa vurumudur. “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar” derken müthiş bir kinaye yapar. Hem ulumak eylemini kullanır ki Avrupa’yı tek dişi kalmış uluyan bir canavara benzetir hem de Türk milletine “yücesin, büyüksün” der. Devrinde Avrupa’nın medeniyet eşiği olmasını da eleştirir “‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?” diyerek…
Tüm 10 kıtada sürekli bir seslenme, bir nida vardır ki bu da çok güçlü bir lirizm verir marşa. Türk milletine, Anadolu’ya, gelecek nesile, bayrağa seslenir; adeta şiiriyle konuşur şair. Öyle ki beşinci dize de “Arkadaş” der ve öğütler “ Yurdumu alçaklara uğratma sakın!”
Altıncı dizede “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme” der; şehitlerimizi, şehit kanları ile sulanmış topraklarımızı hatırlatır bize. Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Kütahya’da, İzmir’de ve Anadolu’nun her karışında vatan için ölen yiğitleri, anaları, çocukları hatırlatır.
Yedinci kıtada vatanı bir cennete benzetirken, sekizinci kıtada vatanda dalgalanan bayrak yanında ezanları da ister. Bu tam bir Akif ideolojisidir. O asla Anadolu’yu ezansız düşünemez, Türklükten ya da kavmiyetten önce hep din gelmiştir onun için.
Dokuzuncu kıtada şehitlik mertebesinden bahseder; şehitlerin dirilmesinden bahseder. Şehidin mezar taşının bile – ki o da varsa diyor; varsa diyor çünkü bu topraklarda mezar taşı olan şehit şanslı sayılıyor - secdeye kapandığı ama şehidin başının layık olduğu yere yani göğe mutlaka ereceğini söylüyor.
Son kıtada yine bayrağa sesleniyor ve o müthiş dizesiyle noktalıyor “ Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal” . Son dize onun hayat felsefesini, vatan anlayışını dile getiren nadide bir hazinedir..
Mehmet Akif Ersoy, bu marşı Safahat kitaplarına almıyor çünkü bu marşı “Milletin marşı “ olarak niteliyor; kendisinin saymıyor. Büyük bir alçak gönüllük ve mütevazılık gerçekten de…
Bugün İstiklal Marşı’nı anlamak belki de Akif’in bu vatandan ayrılışı anlamakla mümkün olacaktır. Kim bilir belki de Akif; “İstiklal Marşını yazmış olmanın bedelini” çektiği hasret ve hüzünle ödemiştir ama Akif’in İstiklal Marşı ile yaptığı aşı bu milleti her zaman ve her şartta yeniden ve yineden küllerinden diriltecek kadar tazedir… Ruhu Şad mekânı cennet olsun..
İSTİKLAL MARŞI
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım,
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda.
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecdile bin secde eder, varsa taşım,
Her cerihamdan, İlahî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruhumücerret gibi yerden naaşım,
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.
Mehmet Akif Ersoy
BAYRAK
Ey, mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kızkardeşimin gelinliği,şehidimin son örtüsü!
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın mezarını kazacağım.
Seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar.
Yurda ay yıldızın ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün.
Kızıllığında ısındık,
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün.
Gölgene sığındık.
Ey, şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalan;
Barışın güvercini, savaşın kartalı…
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.
Arif Nihat ASYA