Bir toplumu biçimlendiren şey, o toplumdaki bireylerin bilinç düzeyidir, ruhudur. Ruhu olmayan insanların idealleri ve gelecekleri olamaz.
Filmlerde senaryo kıtlığı olduğundan… Genellikle aşklar, zenginler içindir. Evin hizmetçilerinin duyguları yoktur. Onlar ev sahibinin duygularına göre hareket eder; bazen terslenir, bazen kovulurlar. Kendince şanslı olanlar genelde duygularını gizleyenlerdir. Patronu dövesi gelir ama her defasında alttan alır, hizmete devam eder. Bir lokma bir hırkadır, sokakta kalacağına tek göz odaya razı olmaktır.
Acaba filmler yok iken aşklar nasıldı? Zenginler mi yoksa fakirler mi büyük aşk yaşarlardı? Günümüzle kıyaslandığında… Ne yaman çelişkidir; dillere destan aşklar genellikle imkansızlıklardan beslenmiştir. Geçmiş dönemin aşklarına zemin hazırlayan da olması istenenin hayal edilmesidir. Para yoktur, özgürlük yoktur. Cesaret bazen var, bazen yoktur. Bütün destansı aşklarda toplum baskısı vardır, çekilen zulüm vardır, ölüm vardır. Leyla ile Mecnun vardır, Tahir ile Zühre vardır, Ferhat ile Şirin vardır.
Peki yaşanamayan aşk, gerçekte aşk mıdır? Hayat, hayat mıdır? Yaşanınca ne olur? Her daim bir mutlu son var mıdır?
Hindistan’ın Babür İmparatoru Şah Cihan, 1631 yılında 14. çocuğunu doğururken ölen 3. eşi Mümtaz Mahal için Tac Mahal isimli bir anıt mezar yaptırdı. Onlarınki imkansız aşk değildi; para, pul, saygınlık, saray, hizmetçiler hepsi vardı. Gel gör ki günümüzden bakan kimi yazarlar, durmaksızın çocuk doğurarak ölüme giden bir kadın ve bunu ona yaşatan adamın hikayesi için “Bu nasıl aşk?” diye sorguluyorlar. Haksız da değiller; Mümtaz Mahal doğum sırasında öldüğünde sadece 38 yaşındaydı. Ancak o dönemin yaşam biçimi o döneme aitti ve kendilerince yaşanan aşk hikayesi trajik bir sonla bitti.
Shakespeare’in kaleme aldığı Romeo ve Juliet, aynı şekilde zenginlerin kavuşamadığı bir aşk hikayesidir. Demek ki geçmişteki bazı eserlerde kurgulanan kimi aşklarda, kavuşamayan ve ölümün ayırdığı sadece fakirler değilmiş.
Filmleri, tiyatroları, destanları bir kenara koyarsak artık çok daha gerçek, sarih bir dünyada yaşıyoruz. 21. yüzyılın gençleri, toplumsal hafızanın onları getirdiği daha mükemmel bir dünyadalar. Akıllı telefon kullanıyorlar. Daha az konuşup daha çok yazıyorlar, daha çok düşünüyorlar. Çene gelişmiyor, düşünen beyin gelişiyor. Telefonla çok ve boş konuşmak yerine, düşünerek mesaj atıyorlar. Müsait olunca buluşup konuşuyorlar. Ve başlangıçta eleştirdiğimiz pek çok şeyin, aslında olması gereken yere doğru evrildiğini görüyoruz. Buna yaşanabilir aşklar da dahil...
İnsanları görürsünüz, bir yıl öncesinde kalmış, beş yıl öncesinde, hatta yirmi yıl öncesinde. Rastladığınızda ilk aklına gelen, fi tarihindeki mevzudur. Film orada takılıp kalmıştır. Siz ileri, o geri… Aranızda asırlarca mesafe açılmış gibidir. Çünkü siz yaşamışsınızdır, o sadece hayal etmiştir.
Böyle olmasın diye yaşandı o büyük aşklar aslında; her biri insanoğlunun tecrübe denizine atıldı, biriktirildi. Boşuna yazmadı Nazım HİKMET aşk şiirlerini; aşık olmayan insanın ne kendine, ne de topluma söyleyecek sözü olabilirdi. Boşuna yaşamadı Mustafa KEMAL aşklarını; yepyeni bir toplum inşa edecek adamda, mangal gibi yürek olmalıydı çünkü.
Fosilleşmiş siyasetçilerin, geçmişte kendilerinden daha ilerde insanların yaşamış olduğunu göremediği bir gerçektir. Bunlar ruhları eksik insanlardır. İşte bu yüzden etrafımızda oradan oraya boş boş koşuşan siyasetçiler görüyoruz. Delege olmanın, milletvekili olmanın hesabını yapıyorlar. Klasik yöntemlerle insan avlamaya çalışıyorlar… Müteahhitler görüyoruz, siyasi partileri basmışlar. Müteahhit olmayanın siyasette esamesi okunmuyor neredeyse. Toplum onlara siyasi görev teklif etmiyor, onlar bir yerlere zorla gelmeye çalışıyorlar. Ve bunu yaparken de apaçık, yüzlerinden akıyor siyasi hırsları. Dişlerinin arasından salyaları süzülüyor. Neredeyse imana gelip “Tanrım, lütfen beni müteahhit yapma!” diye dua okuyası geliyor insanın.
Aşık VEYSEL diyorum, DADALOĞLU diyorum, Yunus EMRE diyorum. Ve bu ruhsuz siyasetçilere “isyan” diyorum, “yeter” diyorum.