Irak, Suriye'den sonra Karabağ da ateş çemberinde, Mevlam orada mücadele eden kardeşlerimize yardım etsin. Gönüllerimiz onlarla beraber.
Enerji arz ve üretim merkezlerine yönelik küresel güçlerin saldırıları ve yeniden düzenleme çabaları uzun süredir devam ediyor, meşruiyetini de dini kavramlar üzerinden yapıldığı teolojik bir çatışmanın da olduğu malum.
Bir tarafta felsefeyi küfür, kelamı zındıklık ve tasavvufu şirk olarak gören (neo) selefi zihniyet var, kendisini tarihsel Ehl-i hadis ve Hanbeli mezhebi öğretilerinden hareketle oluşturan Şiilik karşıtlığı üzerine kurulu. Bu hususun Türk Düşünce Tarihi açısından önemi ise Osmanlı’nın dağılma sürecinde Türkleri Müslüman olarak görmeyip savaşılması gerektiğini söyleyen Vahhabilikle işlevsel hale gelmesinden kaynaklanıyor. Günümüzde zaten bütün enerji arz ve üretim merkezlerinde etkin olan bir çok farklı iç yapılanmasıyla etkinliğini sürdürüyor. Türkiye’de tekrar gündeme gelmesi “Cübbeli Hoca” diye maruf ehli tarik birin söylemiyle ve buna karşılık röportaj yapılan Selefi bir vatandaşla oldu, zaten bunlar malum.
- Tarikat Ehli ve Selefilerin Ortak ve Karşıt Noktaları
Selefiler, felsefeyi küfür, kelamı zındıklık ve tasavvufu şirk olarak görüyor, bunun panzehiri olduğunu söyleyen ve bu günlerde tekrar gündeme gelen tarikatların mensupları da felsefeye karşılar, bu noktada hemfikirler.
İlahiyat fakültelerinde felsefe grubu derslerinin azaltılma çabaları malum. Hem selefiler hem de Sünni yapılar olduğunu iddia eden tarikatlar eleştirel düşünmeyi, sorgulanmayan bir hayatın anlamı yoktur diyen felsefeye karşı olmakta hem fikirler, birbirlerini tekfir etmelerinde bir diğer ortak noktada Şiilik karşıtlığı. Her ikisi de felsefe ve Şiilik karşıtı.
Açıklayım müsaade ederseniz. Selefiler Ehl-i hadis ve Hanbeli öğretilerinden hareket ettiklerini söyleyerek İslam dünyasında Şii karşıtlığına karşı Sünni düşüncenin temsilcileri olduklarını iddia ediyorlar. Ehl-i tarikat da hem Şii hem de Selefi karşıtlarına karşı Sünni öğretinin temsilcileri olduklarını iddia ediyorlar.
Yazının başlığında “Sufi” dedim ama aslında tarikat ehli demekte fayda var; çünkü tasavvuf tarihini bilen ve kadim sufi bilgeleri araştıran herkes bunların felsefe-kelam ve tasavvuf disiplinlerini eşgüdümlü okuduklarını, özellikle İbn Arabi’nin, Davudu’l-Kayseri’nin filozof sufi olduğunu bilir.
Günümüzde kendilerini “Sufi” olarak niteleyenlerin büyük kısmı felsefe karşıtlığı ve ilahiyat fakültelerinde felsefe, dinler tarihi, kelam ve mezhepler tarihi derslerini kaldırmak veya en azından işlevini azaltmaya çalıştıkları, bu bağlamda epey ilerleme kaydettikleri de bilinmekte. “İlahiyat” teriminin içeriğinden bile rahatsız oldukları o kadar aşikar ki, en son Hacı Bayram Üniversitesi bünyesindeki İlahiyat Fakültesi isminin İslami İlimler Fakültesi olarak değiştirildi.
Bazı üniversitelerde ilim ve bilim (science) arasındaki farka bile dikkat edilmeden Din Bilimleri Fakültesi ve/ya Uluslararası İslam ve Din Bilimleri Fakültesi ismi bile konuldu. Acı olan taraf, böylece Selçuklu Nizamiye medreselerinde Cuveyni ve Gazzali’nin de önemli katkıda bulunduğu felsefe, kelam ve tasavvuf eş güdümlü okunmaların tarihsel birikimi yok edilmek üzere olması.
Selefiler sufileri müşrik olarak görüyor, sufiler de selefi zihniyetinin tehlikelerinin tarikatlarla ve medreselerle giderileceğini iddia ediyor, öyle gözüküyor ki, her ikisi de bir diğerini varoluşunu anlamlandırmak için “gerekli bir öteki” olarak görüyor. Ama ilginç olan nokta hem sufi/tarikat çevreleri hem de Selefi zihniyet felsefe karşıtlığında ortak. Ortak oldukları bir diğer husus da dediğimiz üzere Şiilik karşıtlığı, işte burada şu can alıcı sorunun cevabını vermeleri gerekiyor:
CAN YAKICI SORU/N: Irak ve Suriye’de çarpışan Türkmen kardeşlerimizin önemli bir kesimi Şii fıkhına göre dini hayatlarını düzenliyorlar, Karabağ’da kardeşlerimizin tamamı böyle, şimdi Şii-Selefi karşıtlığından beslenen tarikat mensupları bu duruma ne diyorlar acaba?
Diğer bir ifadeyle Selefiliğin tehlikelerine işaret eden ehli tarikat, çoğunluğu Irak, Suriye, Azerbaycan ve İran (Güney Azerbaycan)da yaşayan 45 milyonu aşkın Türk/men kardeşlerimizin itikadi yapısı hakkında ne düşünüyor? Bunların büyük bir kısmı karşıt olarak gördükleri selefi zihniyete mensup insanlarla çarpışıyor, Karabağ da ise Ermeni ve diğer küresel emperyalist güçlerle mücadele ediyorlar.
Biz de diyoruz ki, Asabiyetimizin yani toplumsal bilinçlilik halimizin, birlikte yaşama kültürümüzün nesep (ırk-seçme şanşımız yok) ve sebep (din ve bunu hayata geçirme yöntemine dair seçme şansımız var). Türklerin büyük kısmı Hanefi fıkhı ve Maturidi akaidine göre hayatlarını yaşamaya çalışıyorlar, ama Irak, Suriye, Azerbaycan ve İran'daki Güney Azerbaycan vilayetindeki Türk kardeşlerimiz Caferi fıkhına göre yaşayan Şiilerden oluşuyor. Aynı şekilde Iğdır ve Kars yöresinde yoğun olmak üzere ülkenin farklı yerlerinde yaşayan ve Şii fıkhına göre hayatını idame ettiren kardeşlerimiz var.
Laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti, sayısal ve oranlı eşitlik kavramına dayanarak vatandaşlarının din ve ifade özgürlüğünü adaletli bir şekilde temin etmesi ve gerekli hizmeti sunması gerekir. Diyanet İşleri Başkanlığının anayasal görevi budur. Bu bağlamda oranlı eşitlik dikkate alınarak Sünni (Hanefi Maturidi ve Şafii-Eşari) daha yoğun hizmet verilebilir ama Şii ve Anadolu Aleviliği ve/ya herhangi bir dini kavramına dayanmaksızın yaşamak isteyenlere de devlet adil hizmet götürmek zorunda olduğunu söylüyoruz.
Bir zamanlar yapılan Alevi Çalıştaylarında bu hususlar gündeme geldi mi bilmiyoruz. Ama Alevilik üzerine yapılan tartışmalar sadece cem evi talebiyle çözülecek gibi durmuyor. Caferi fıkhına göre ibadet edilen camilerin durumu nedir? Caferilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerdeki imam hatip liselerinde veya ilahiyat fakültelerinde Caferi itikat ve ibadetlerine dair dersler okutuluyor mu? Veya hastanelerde görevli imamlar, bu fıkha göre yıkanmak ve defnedilmek isteyen vatandaşlarımıza ne diyor? Ya da hiçbir dinî değeri öncelemeyen (deist ve/ya ateist) vatandaşlara yönelik söylemler salt DİB başkanının söylemleriyle çözülecek mi?
İşte bu nedenle 1789 Fransız İhtilaliyle değişen dünya eko-politik düzenine uyum sağlamak için Osmanlı aydınları yeni düzenlemeler (Tanzimat) ve ıslahat çalışmalarıyla bir “Türk Aydınlanması”nı başlatmışlardır. “Yeni Lisan:Yeni İnsan” tasavvuruyla Türkiye Cumhuriyeti, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak kurulmuş, Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmış ama Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuş, din ve vicdan özgürlüğünü sağlamakla görevlendirmiştir. Selçuklu-Osmanlı kültürel birikimini devşiren yeni devlet, Abbasi-Fatimi hilafetleri çatışmasının getirdiği tarihsel temellerin farkında olarak Arap ve Fars Müslümanlık tasavvurlarının eko-politik çatışmalara meşruiyet sağlanmasının dışında kalacak bir yeni bir (laik) politikayı tercih etmiştir.
ÇÖZÜM ÖNERİSİ: Günümüzde Arap aklının Selefilik, Fars aklının ise Şiilik üzerinden meşruiyet sağlamaya çalıştığı bölgesel çatışmaların hasarını azaltarak toplumsal (asabiyet) bilinçliliğimizin nesep (Türk) bağına vurgu yapmaktan geçer. Sebep bağımız olan din İslamiyettir, bunun yaşanmasına dair tercih edilen yol (mezhep) farklı olması yöntemsel bir durumdur.
Bu anlamda biz Türk Aklı ve Müslümanlık tasavvurunun tarihsel çatışmaların hasarını aza indirgemek için bireyselliği vurgulayan, fıkhı “kişinin lehine ve aleyhine olmasını bilmesi” olarak gören Hanefilik, Eşarilik ve Mutezilik kıskacı dışında gelişen Maturidi akadiyle özgür ve özgüvenli kişilik oluşturmasını önemsiyoruz. Ama bunları da kalkış noktası olarak görüyoruz, varış noktası olarak değil, yani herhangi bir mutlaklaştırıcı söyleme girmeden ya da günümüzde politikalara arkaplan oluşturacak şekilde okumadan Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti birikimini okuyamaya çalışıyoruz.
Söz özü, biz Türk Felsefesini, Türk’çe düşünmeyi, Türkçe ifade etmeyi önceliyoruz, Irak, Suriye, Azerbaycan’daki Türkmen kardeşlerimizle yüreğimizin birlikte atmasının temelini de bunlar olarak görüyoruz.
Çorum:05.10.2020