Şifa

Abone Ol

Gün geçmiyor ki telefonuma bir yardım isteği mesajı gelmesin. İşte onlardan üç tanesi:

“Merhaba, nasılsınız? İnanın size mesaj atmaktan utanıyorum, sizleri rahatsız etmek istemiyorum ama maddi sıkıntılarımız çok. Biliyorum hepimiz kötü bir süreçteyiz. Diyorum, bir yardım eli uzatan olursa bizi de unutmayın.”

“Merhaba, dün yine kızımı okula götürene kadar ağladı. Hep bana poğaça filan koyuyorsun dedi ve ekmek arası döner istedi, alamadım. Birçok ihtiyaçlarını da alamıyorum, çok üzülüyorum. Marketten sadece makarna ve yoğurt alabiliyorum. Birçok ihtiyaçları oluyor alamıyorum, siz yardım ettiğiniz zamanlarda bazı ihtiyaçları alabiliyorum. Kurabiye, kek istediği günler oluyor çocukların fakat onları yapmam için malzeme gerekiyor; yağ olsa yumurta şeker bulunmuyor evde. Alamıyorum, birini alsam birini alamıyorum malzemelerin. Ekmeğe yine zam geldi, bayat ekmeği 2 liraya alıyorum. Bir buçuktan alıyordum, bayat ekmeğe de zam yaptılar.”

“Günaydın ablam, soğukta hasta oldular çocuklar. 4-5 torba kömür yardımı yapan yok mu acaba?”

Bu da markette yaşadığım içler acısı bir olay:

Meyve almak için yakınımızdaki markete uğradım. Tezgâhtan bir hevenk yerli muz aldım, tam diğer meyvelerin bulunduğu tezgâha doğru ilerlerken aniden 70-75 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir kadınla göz göze geldik. Kadın bir bana bir de elimdeki muza baktı. Anlam verememiştim. Tezgâha döndüm ancak içime de bir sıkıntı girdi. Bu kadın bana niye öyle baktı diye düşünerek tekrar arkamı döndüm, kadın yerdeki kasaların içine atılan “çıkma” denilen yarısı çürümüş meyveleri ayıklıyordu; “şifa” niyetine… Çok kötü oldum. Elimdeki muzdan utandım. Ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi bilemedim. Elimde muz içeriye girdim, kasaya gittim, muzun parasını ödedim. Kadının yanına doğru yürüdüm. Bazı marketlerde çıkmaların parayla satıldığını biliyordum, belki parasıyla satın alacaktı. Muzu uzatsam ya da gel içeriye girelim ne istiyorsan ben alayım desem gurur yapar mı acaba diye düşünerek yanına yaklaştım. Muzun yarısını kopardım, bir poşete koydum ve “Ben de yalnızım, bu muz bana çok fazla gelir. Yarısını siz alır mısınız?” diye sordum. Yüzüme baktı, “Ben bunu yiyemem ki,” dedi. “Niye?” dedim, “Muz bu, zararlı bir şey değil ki.” Kadın belki de şeker hastasıydı ama o an bunu düşünecek durumda değildim.

Muz poşetini tekrar uzattım, birden aklım başıma geldi. Siz alır mısınız derken, yanlış bir ifade kullanmıştım. O da hevenk büyük olduğu için bölüşerek alalım demek istediğimi zannetmiş olabilirdi. Bakın parasını da ödedim diyerek alışveriş fişini de poşetin içine koydum. Bu kez tereddüt etmeden aldı, bir de dua etti. Çok üzülmüştüm. Tekrar marketten içeriye girdim ama canım alışveriş yapmak istemedi. Bir iki ihtiyacımı alıp tekrar kasanın önüne geldim. Bu kez de kadınla neden konuşmadığım, en azından durumunu sorup devamlı yardım yapabilmek için adresini alabileceğim düşüncesi beynimi kemirmeye başladı. Hızla dışarıya çıktım ama gitmişti. Sağa sola bakındım, yandaki sokağın sonuna kadar gittim ama yoktu.

Bu ülke çok sıkıntılar gördü. 24 Ocak Kararları, 5 Nisan Kararları, yüksek enflasyon ve yüksek döviz kurları ile ekonomik çöküntüler yaşadı. Ama hiçbiri bugünlere benzemiyordu.

Türkiye gıda yönünden böylesine dışarıya bağımlı hale getirilmemişti. Ukrayna-Rusya kapıştı, ayçiçeği sıkıntısı baş gösterdi. Oysaki İkinci Dünya Savaşı’nda bile Türkiye’nin buğdayları ovalara stoklanmıştı. Ekmek belki karneyleydi ama bu olası bir savaşa girilmesi durumunda ülke halkının gıda sıkıntısı çekmemesi için bizzat dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından alınmış bir önlemdi.

Kıbrıs çıkartmasında, başta ABD olmak üzere pek çok Batılı ülke Türkiye’ye yaptırım uyguladı. O, iktidar yandaşlarının ısıtıp ısıtıp muhalefetin önüne koyduğu, yağ, tüp gaz ve mazot kuyruklarının sebebi, yokluk değildi; dünyada yaşanan petrol krizi ve Türkiye’deki karaborsacılığın sonuçlarıydı. Günümüzde halkın parası yok alamıyor, 70’lerde para vardı ancak mal yoktu. Şimdilerde para da yok, mal da…

Sadece politika faizini düşürerek enflasyonla mücadele edebileceğini zanneden “ekonomist” lerimizin ne kadar yanıldığını önce 18 liraya yükselip ardından da 14 liraya demir atan doların durumu gözler önüne seriyor. Ülkedeki anormal pahalılığın birinci nedeni iğneden ipliğe her şeyin yurtdışından satın alınmasıdır. Sürekli dövizle ithalat yapmak ve borçlanmak durumunda olan Türkiye’de planlı bir üretim seferberliğine geçilmediği sürece bu sıkıntıları çok uzun süre yaşamak zorunda kalacağız. Taşıma suyla değirmen dönmez; turist bekleyerek bütçe doğrultulamaz.

Türkiye’de bugüne kadar, “Et Balık Kurumu’nun önündeki kuyruklar uzadığı için zam yaptık… Porsiyonlarınızı küçültün… Domatesi iki kilo yerine iki tane alın… Ucuza almak için akşam pazarına çıkın… Yani evde atletle dolaşmamız gerekmiyor. Üşümeyecek kadar üzerimizde bir şey olsun.” diyen kafalar hiç olmadı. İçi boş tost, baklava ve dürüm satılmadı. Hiçbir cumhurbaşkanı insanlar yatağa aç girerken, “Ben, her akşam manda yoğurdunun içine 3-5 Medine hurması, kestane balı ve yulaf atıp yiyorum, şifadır.” tavsiyesinde bulunmadı. Bu ülkenin maliyesi, hiçbir zaman “Gözlerime bakın, ekonominin ışığı gözlerdedir” diyecek kadar ekonomi biliminden uzak olan kafalar tarafından yönetilmedi. Bu ülkede hiçbir dönemde devlet yardımı alan yoksul hanelerde yaşayan kişi sayısı 11 milyon 370 bin kişi olmadı.

Hani “derin yoksulluk” diye bir kavram vardır ya, o kavramın adı artık “dipsiz yoksulluk” oldu. Yoksulluğun ucu bucağı görünmüyor.

Ve Türkiye, Cumhuriyet dönemi boyunca böylesine dışa bağımlılık ve böylesine bir yoksulluk hiç yaşamadı.

Ve ülkeyi bu hale getirenler bir muza bile hasretle bakan gözlerdeki ışıkların şifa bulmaz bir şekilde giderek daha fazla sönmeye başladığını fark etmemekte ısrar ediyor.

Ramazan ayı geldi ve 11 ay oruç tutan insanlar, bu dipsiz yoksullukta oruç tutmaya devam edecek… Şifa olsun!

{ "vars": { "account": "UA-115444419-2" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }