“Ekonomist: dün yaptığı yorum bu gün tutmayınca yarın çıkıp neden yanıldığını açıklayabilen kişidir”, şeklinde hakkımızda mizahi bir tanımlama yapılsa da Türkiye ekonomisi söz konusu olduğunda değerlendirme yapmanın kolay olmadığını tahmin etmek zor değil. Çünkü gerçekten de her gün şaşkınlık verici gelişmeler yaşanıyor. 20 Aralık tarihine kadar yapılan tahminler aşağı yukarı aynı idi. Ekonomistler nerdeyse ikiye bölünmüştü. Dörtnala koşan bir kur ve kurun peşine takılan fiyat yükselişleri yetmezmiş gibi bir de, “faizleri yükseltin de inceldiği yerden kopsun, gümbür gümbür yeni yıla girelim”, beklentisinde olan bir kesim vardı. Bir tarafta ise faiz artırmanın güvenilir bir çözüm olmayacağını hatta ekonomiyi daha da zarara sokacağını dile getiren bir kesim vardı ve biz de önceki yazımızda, yüksek faiz politikasının ekonomimizde hangi risklere yol açacağından uzun uzun bahsetmiştik. Çünkü bu filme yabancı değildik. Türkiye, yüksek faiz-sıcak para uygulamasını bizzat politika olarak dahi izlemişti, vakti zamanında. 1994 ekonomik krizi bundan çıkmamış mıydı? Devlet, faizleri yükseltip yurt dışından gelen sıcak para ile kamu borçlarını kapatmaya çalışmıştı da ondan sonra olanlar olmuştu. Sonra 2000-2001 ekonomik krizinde, kuru düşürmek için faizler uçurulmuştu da yine krizin önüne geçilememişti. 2008-2009 küresel ekonomik kriz döneminde de aynı politikalar izlenmiş, ülkemiz vergi ve faiz cenneti imajının dışında bir şey kazanmamıştı. 20 Aralık tarihinden önce yapılan tahminlerden en umut verici olanı ise şuydu: Artık Merkez Bankasının bilinen kısa vadeli politika araçları ile ne kuru ne de enflasyonu düşürmek pek mümkün görünmüyordu. Yapacak bir şey kalmamıştı çok fazla. Bu yüzden de kur, ne hali varsa görecek, faizler yükseltilmeyecek, bütün kaynaklar, tarım başta olmak üzere, üretim kanallarına sübvanse edilecek, en az iki yıl sürecek sancılı ve zor bir süreçten sonra ekonomide dengeler yeniden sağlanabilecekti. Tabi ki bu iki yıllık süreçte maalesef ağır bedeller de ödenecekti. Elimizdeki argümanlarla yapılabilecek en iyimser tahmin buydu. İşte, ekonomide sular kaynıyorken bütün bu senaryolar tartışılırken, 20 Aralıkta akılda hesapta olmayan gelişmeler oldu ve dolar ikişer ikişer çıktığı merdivenden beşer beşer indi. Alınan yeni kararlar ile tahminler tekrar güncellendi. Ama kurun aniden düşmesine sebep, alınan kararlardan çok hissettirilen ciddiyetti. Yeni kararlar, yeni yaptırımlar da barındırıyordu ve direneni belli ki yakacaktı. İşte bu yüzden derhal dövizden kaçışlar başladı ve kur bir gecede 7 puan geriledi.
Elbette bu yeni karar ile doların 18’lerden 11 seviyelerine gerilemesi üzerine bazı ekonomistler “efendim, evini arabasını satıp döviz alanların kaybını kim ödeyecek” diye sual etmekteler. Dolar 25’e, 30’a çıkacak diyerek spekülatif yorumlar yapanların, dolar 17’lere çıktığında vatandaşa döviz alın, diyenlerin bir cevabı vardır diye umuyorum. Zira Merkez Bankasının, kur yükselişinin önüne geçmek için tüm politika araçlarını kullandığını; rezervlerin erimesi pahasına döviz sattığını, Türk Lirasına güvenilmesi gerektiğini söyleyerek halkı uyardığını biliyoruz. Ben esas şunu sormak istiyorum. Kur dörtnala giderken, gübre ve mazot fiyatları alıp başını gittiği için artık tarlasını ekemeyeceğini söyleyen çiftçi kardeşimizin yaşadığı kaybı kim telafi edecekti? Yükselen fiyatlar yüzünden refah kaybı yaşayan vatandaşın zararını kim giderecekti? İşletmesi kapanan küçük esnafın, malının yerine mal alamayan tüccarın kaybını kim ödeyecekti? Daha bunların yaşadığı psikolojik çöküntünün telafisinden bahsetmiyorum bile.
Düşünelim tekrar. Kur hala yükselmeye devam etseydi, parasını döviz olarak değerlendiren bireysel yatırımcılar kazanacaktı ancak ülke ekonomimiz genel olarak bu durumdan olumsuz etkilenecekti. Dolayısıyla ‘kazandım’ diye düşünenler de kaybedecekti. Aslında burada, ekonomi literatürüne ‘tasarruf paradoksu’ diye girmiş bir kavramın önemini vurgulamak istiyorum. Ünlü iktisatçı J.M Keynes, bireysel olarak kazanç sağlayan bir davranışın/kararın, ekonominin tamamı için olumlu olmayacağını ‘tasarruf’ kavramı üzerinden açıklamıştır. Şöyle ki tasarruf yapmak, bireylere sadece kişisel kazanç sağlayacaktır ancak ekonominin geneline bakıldığında, artan bu tasarruf eğilimi ülkenin toplam hasılasını (gayri safi milli hasılayı) azaltacak ve aslında ekonomideki tüm birimler yoksullaşacaktır. Burada kastedilen tasarruf ise yatırıma dönüşmeyen, yastık altı döviz altın, gibi spekülatif amaçlarla elde tutulan tasarruflardır. Bu gün yaşadığımız durum da tam olarak buydu. 20 Aralık tarihinde alınan kararların uygulanması halinde tasarrufların bankalarda mevduat olarak tutulması ve bu mevduatların bankalar tarafından düşük faizle kredi olarak yatırımcılara sunulması diğer bir ifade ile tasarrufların el değiştirmesi, artan yatırımlar ile birlikte üretim ve istihdam artışı sağlayacak ve nihayet enflasyon tek haneli ramaklara gerileyerek toplumsal refah yükselecektir. İşte Keynes’in de ifade ettiği gibi yatırıma dönüşen tasarruflardan tüm ekonomik birimlerin faydalanması, pastadan herkesin pay alması, bu süreç ile mümkün olacaktır. Zira bireysel tasarruflar yalnızca bireysel kazançlar sağlar. Hatta son gelişmelerle, yabancı paraya fazla güvenmenin nasıl kaybettirdiğini bir kez daha yaşayarak görmüş olduk.
Peki, bundan sonra neler olacak? Gerçekten de kurdaki bu düşüş, yeniden döviz almak için bir fırsat mı? Ya da Merkez Bankasının eksi bakiyeye düşmüş olan döviz rezervini, yeniden artırmak için yapmış olduğu ufak bir manevra mı? Yoksa ülkemizin üretim ağırlıklı milli ekonomisini güçlendirecek, uzun vadede enflasyon problemini çözecek ve dünya ticaretinden alacağı payı artıracak bir fırsat mı?
20 Aralıkta alınan politikalar amaçlanan doğrultuda uygulanabilirse, tasarrufu olan bireysel yatırımcıların kurla ilişiği kesilecek; Ayşe teyzenin, Ali amcanın, dövizle işi olmayacak. Eğer tasarrufunun değerinin düşmesini istemiyorsa ‘kur korumalı mevduat hesabını’ ya da diğer mevduat hesaplarını kullanacak veya parasıyla fiziki yatırım yapacak. Banka mevduatlarında biriken paraların belli bir oranı rezerv olarak ayrıldıktan sonra bu fonlar, yatırımcıya düşük faizden kredi olarak sunulacak. Böylece artan fiziki sermaye yatırımları neticesinde üretim yükselecek, fiyatlar düşecek. Öte yandan, dış ticaret yapanlar, ya ileride kur düşerse veya yükselirse, diye spekülatif davranışlarda bulunmayacak. Teminatlı kur seviyesi ile orta vadede dış ticaret, öngörülebilir bir periyotta seyredecek ve en önemlisi de ihracat ağırlıklı bir üretim politikası izlenecek. Tüm bunların neticesinde finansal ekonomideki risk ve belirsizliklerden, reel ekonomi korunmuş olacak. Yurt içi üretim, ticaret ve ihracat üzerindeki kur baskısı ve diğer spekülatif baskılar azaltılacak. Hep öyle olmadı mı? Ekonomik krizler finansal alanda çıktı ama bedelini reel sektör ödemedi mi? Evet, 20 Aralık ekonomik kararlardan umut ettiğimiz senaryo kısaca bu şekilde. Aksi ihtimalleri düşünmek istemiyoruz elbette. Spekülatif yorumlara girmeye veya politik kaygılarla eleştiri yapmaya gerek yok. Ekonomist, gördüğünü değerlendirir. En başta yazdığımız gibi hedefini bulacak tahminler yürütmek zordur çünkü iktisat, sosyal bir bilimdir. Temelinde davranışlar yatar. Dolayısıyla yeni alınan bu ekonomik politikalar uygulanabilecek mi, vatandaşın beklediği fiyat düşüşleri derhal sağlanacak mı, yoksa sadece birer konu başlığı olarak mı kalacak, bunu hep birlikte göreceğiz.
20 Aralık, Türkiye ekonomisinin bundan sonra gideceği yol için önemli bir tarih oldu diyebiliriz. Sanki yüksek bir dağa tırmanıp düzlüğe ulaşan dağcı gibi ekonomimizin bir düzlüğe oturduğunu düşünüyorum. Düzlükte biraz durup dinlenmek, derin derin nefes alıp vermek, birkaç yudum su içmek ve nereye doğru gideceğimize güzelce karar vermek için bir fırsat olacağını ümit ediyorum.