Doğan Avcıoğlu’nun pek çok yerli ve yabancı kaynağa dayandırdığı Türklerin Tarihi isimli serinin beşinci kitabındaki kapsamlı çalışmada, Anadolu’da Türkleşme sürecinin önünü açan Büyük Selçuklu sultanı Alparslan’ın 1071’de kazandığı Malazgirt zaferinde Kürt ve Arap beyleri ve savaşçılarının desteğine dikkat çekiyor. Günümüz Türkiye’sinin güneydoğusu, İran, Azerbaycan topraklarında Türkler ve Kürtler arasında, yerleşmeler ve evlenmeler sonucu soylar birbiriyle kaynaşıyor.
Her iki taraftan da anadilini unutup bağlandığı aşirete ya da beyliğe bağlı olarak yaşamını sürdüren yerli halk arasında dostluk ve akrabalık bağları kuruldu.
Bölgede pek çok Türk kökenli Kürt beyi olduğu, Kürt yıllıkları karıştırıldığında Türk adı ve lakaplarının kullanıldığı görülüyor. İlk kez Selçuklu Sultanı Sancar’ın yeğeni Süleyman Şah için Hamedan yakınlarında (İran) Kürdistan isimli bir eyalet kurduğu belirtiliyor. Sancar dönemine kadar ise “Kürtlerin yurdu” anlamında bir bölge adı geçmiyor.
Kürtlerin Kökeni üzerine araştırmalar
Doğan Avcıoğlu’nun kapsamlı bir tarihi çalışmaya dayanan kitabında aktardığına göre Kürtlerin kökenleri, bilginler üzerinde uzun süre tartışma konusu oluyor. Özetle; Kürtlerin kökeni olarak öne sürülen Haldi’ler (Urartular), Guti’ler, Crytii’ler, Kardu’lar, Semit Kaldeli’ler gibi uygarlıkların adı geçiyor.
Kürtlerin kökeni ve diliyle ilgili araştırmalarda İran, Azerbaycan topraklarında bulunan Manneen’ler ve Med’lerin karışmış olabileceği, Grek kaynaklarına göre ise Kort’lar olarak adlarının geçtiği ve Urmiye Gölü’nden Bohtan’a geçerek Mahkert Kürt Prensliği olduğu belirtiliyor.
Kürtlerin kullandıkları dil ile ilgili de yine pek çok topluluğun kullandıkları dillerin karışımından olduğu savları var. Med lehçeleri konuşan kabilelerin karışımıyla Kurmanç adı verilen dil, İrani (Hint-Avrupa kökenli dil) ya da Hint-Avrupalı olmayan Urartu, Gürcü, Kardu, hatta Ermeni karışımı yerli dil savları var.
Türklerin Kürtleşmesi, Kürtlerin Türkleşmesi
Türklerin bölgeye gelişinden önce İslam yazarları “Ekrat” yani “Kürtler” deyimini sadece bir etnik grup için değil, göçebe çobanlar için de kullanırlar. Orta Asya’daki ilk İslam fetihleri sırasında Halaç Türklerini “Kürt” diye nitelerler. Bununla birlikte, birbiriyle ilişkiye giren göçebe topluluklar arasında karışmalar, kaynaşmalar sık görülür. Kız alıp-vermeler, evlat edinmeler, ekonomik ilişkiler yakınlaşmayı pekiştirir.
Bu ilişkiler sonucu bazı Türk oymaklar Kürtleşir, bazı Kürt oymaklar ise Türkleşir. Örneğin, Karakoyunlu ulusu Türkmen çoğunluğa karşın, bir Türk-Kürk oymakları konfederasyonudur.
Şah İsmail’in ana dili Türkçedir. Yavuz Sultan Selim Farsça şiirler yazarken, Şah İsmail güzel Türkçe şiirler söyler ve Anadolu Türkmenlerini peşinden İran’a sürükler.
Buraya kadar Doğan Avcıoğlu’nun kitabından pek azını aktardığımız bilgilere göre, Anadolu’da bin yıldır yaşayan Türkler ve Kürtlerin nasıl etle tırnak gibi kaynaştığını anlamamak için gerçekten idrak yeteneğinin çok zayıf olması gerekir. Hatta öylesine kaynaşmışlar ki kendini nasıl nitelendirirse nitelendirsin, bir soy taraması yapılsa bilinenin aksi bir sonuç çıkması sürpriz olmaz.
Aslında Anadolu’nun binlerce yıllık tarihi boyunda pek çok kavim birbirine karışmış ve kaynaşmıştır. Göç yolları üzerinde bulunan Anadolu’nun en eski tarihi yapısı, günümüzden 11.600 yıl öncesine uzanan Göbeklitepe’dir.
Binlerce yıl boyunca kadim medeniyetlere ev sahipliği yapan Anadolu, 1071’de Anadolu’nun kapılarının Türklere açılmasıyla, Türk medeniyetinin merkezde olduğu yeni bir kaynaşma dönemine girmiştir.
Gerek Osmanlı Devleti’nin son döneminde, gerekse Cumhuriyet döneminin başlarından itibaren, Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgeleri, Musul, Kerkük üzerinde, İngiltere başta olmak üzere Batılı devletlerin yeraltı zenginliklerini ve bölgesel kontrolü ele geçirme çabaları, Kürtlerin ve Ermenilerin kışkırtılarak silahlandırılması, bölücülüğün körüklenmesi şeklinde olmuştur.
İngiliz ajan Binbaşı Noel
İngiliz Subayı Noel, Bedirhan Aşiretinden Kâmuran, Celâdet ile Halep’te buluştu. Bölgede kendilerine bağlı aşiretlerden silahlı adamlar toplayarak Malatya’ya geldiler. Malatya mutasarrıfı Halil ve Sivas yeni Valisi olarak atanan Harput (Elazığ) eski Valisi Ali Galip bu grubu karşıladı. Malatya’daki Süvari Alayı’nın bu kalabalık grubu tutuklamaya kalkışmayıp İstanbul’a bildirdi.
Mustafa Kemal askerlikten ve 9. Ordu Müfettişliğinden ayrılmış olmasına ve yetkisi olmadığı halde sadece Erzurum Kongresi Heyet-I Temsiliye Başkanı sıfatı ile Sivas kongresini engellemek isteyen grubun üzerine askeri kuvvetler sevk etti.
Mustafa Kemal Cemal Bey’e sorar:
-Oraya bir İngiliz binbaşısı gelmiş. Adını, yanında kimler olduğunu bildiriniz.
Cemal Bey cevap verir:
-Evrakında ismi Covbertin Noel‘dir. Yanındakiler Bedirhanzade Kâmuran, ve Celadet Beyler ile Diyarbekirli (Diyarbakır) Cemil Paşazade Ekrem Bey ve Diyarbekirli Hilmi Efendi ile birtakım ekraddır.
Cemal Beyin verdiği bilgiye göre Covbertin Noel, yanında 20-25 silahlı Kürt ve aşiret reislerinin oğulları ile Malatya’ya gelmiştir. Noel’in yanında ise bir İngiliz Çavuş bir de er vardır. Cemal Bey bu silahlı grubu tutuklamaya durumunun elverişsiz olduğunu, Noel’in otomobil ile Malatya’ya gelen Elaziz (Elazığ) (eski) valisi ile görüştüğünü bildirdi. Mustafa Kemal, Cemal Bey’e bu grubu sıkı bir biçimde göz altında bulundurmasını istedi. Daha sonra üzerlerine takviye birlikler gönderildiğinde Noel ve yanındakiler ile Elazığ eski valisi Ali Galip ve Bedirhanlılardan Malatya Mutasarrıfı Urfa yönünde kaçtılar. (Wikipedia)
Şeyh Sait İsyanı
Şeyh Said İsyanı (Şubat – Nisan 1925), Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde merkezi yönetime karşı girişilen geniş çaplı Kürt ve Zaza aşiretlerin destek verdiği Hilafet taraftarı[ayaklanma.
Genç vilayetinin kazası Darahini’yi basarak (16 Şubat) valiyi ve öteki görevlileri esir alan Şeyh Said, halkı İslam dini adına ayaklanmaya çağıran bir bildiriyle hareketi tek bir merkez altında toplamaya çalıştı. Bu bildiride ‘din uğruna savaşanların lideri’ anlamına gelen mührünü kullandı ve herkesi din uğruna savaşa çağırdı. Başlangıçta isyan İslam şeriatının tesisi adına başlatılmış ise de sonradan Kürt istiklâl hareketine çevrilmiştir.
Şeyh Said hadisesinden iki hafta önce, 1925 Ocak ayı sonlarında, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Erzurum Milletvekili Ziyaeddin Efendi, TBMM kürsüsünde, iktidardaki CHP’nin icraatlarına ağır eleştiriler yönelterek; “Yeniliğin işret (içki içme), dans, plaj sefasından başka bir şey ifade etmediğini, fuhuşun arttığını, Müslüman kadınların edeplerini kaybetme yolunda olduklarını, sarhoşluğun himaye, hatta teşvik olunduğunu, en önemlisi dinî duyguların rencide edildiğini, yeni rejimin sadece ahlaksızlık getirdiğini, rezil bir yönetimin memleketi çamurların içine sürüklediğini” ilan ediyordu.
Şeyh Said, 13 Şubat 1925 Cuma günü, Piran camisinde verdiği vaazda halka şöyle sesleniyordu: “Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı ve din mektepleri Millî Eğitim’e bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim.”
Şeyh Said, Varto’daki Alevi Zaza olan Hormek aşireti reisleri Halil, Veli ve Haydar Ağalara gönderdiği mektupta da söyle yazıyordu: “Din-i mübini Ahmedi’yi, kafir olan M. Kemal’in yedi zulmünden tahlis etmek (kurtarmak) gazası niyetiyle Susar’a hareket edildi. Bu gaza ve cihad, mezhep ve tarikat tefrik edilmeden, ‘Lailahe illallah Muhammedün Resulüllah’ diyen bütün İslam muvahhidleri üzerinde farz olduğundan, büyük bir gayret ve şecaat sahibi olan Müslüman aşiretinizin de şeriat-ı garrayı Ahmediyye’ye ve bu cihad-ı ekbere itba’ edeceğinize itimadım berkemaldir. Ya eyyühel-ensar, dinimizi ve namusumuzu bu mülhidlerin (imansızların) elinden kurtaralım, size istediğiniz yerleri verelim. Bu dinsiz hükûmet bizi de kendisi gibi dinsiz yapacaktır. Bunlarla cihad farzdır.”
Ayaklanmayı destekleyen eski Şura-yı Devlet reislerinden Kürt Teali Cemiyeti reisi Seyit Abdülkadir ve 12 arkadaşı İstanbul’da tutuklanarak yargılanmak üzere Diyarbakır’a getirildiler. Yargılanma sonucunda Seyit Abdülkadir ve 5 arkadaşı ölüme mahkûm olarak, idam edildiler (27 Mayıs 1925).
Mustafa Kemal Paşa daha zaferden hemen sonra, Lozan Konferansı sürerken 14 Ocak 1923’te Eskişehir’de yaptığı konuşmada, Musul-Kerkük sorununa değinirken, bu soruna bağlı olarak Kürt devleti konusunu da ele almış ve şunları söylemişti: “Musul-Kerkük kadar önemli olan ikinci konu, Kürtlük sorunudur. İngilizler orada (Kuzey Irak’ta y.n.) bir Kürt devleti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Bunu engellemek için sınırı güneyden geçirmek gerekir.” Lozan sırasında ve sonrasında İngiliz sözcüleri bunu çağrıştıracak yorumlarda bulunmuşlardır. İngiltere’nin İstanbul Büyükelçilik görevlisi Kidston, 28 Kasım 1919’da Londra’ya gönderdiği raporda, “Kürtlere ne kadar güvenmesek de, onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir” diyordu. İngiltere Başbakanı Lloyd George ise, 19 Mayıs 1920’de San Remo’da yapılan Konferans’ta “Kürtlerin arkalarında büyük bir devlet olmadıkça varlıklarını sürdüremezler” diyor, bölgeye yönelik İngiliz politikası için şunları söylüyordu: “Türk yönetimine alışmış olan Kürtlerin tümüne yeni bir koruyucu kabul ettirilmesi güç olacaktır. İngiliz çıkarlarını, dağlık kesimlerinde Kürtlerin yaşadığı Musul ve içinde bulunduğu Güney Kürdistan ilgilendirmektedir. Musul bölgesinin, öteki bölümlerinden ayrılarak yeni bağımsız bir Kürdistan Devleti’ne bağlanabileceği düşünülmektedir. Ancak bu konuyu anlaşma yoluyla çözmek çok güç olacaktır.”
Lozan konferansında Musul konusunun İngiltere ve Türkiye arasında ikili görüşmeler ile halledilmesi, bu gerçekleşmezse de konunun Milletler Cemiyetine götürülmesine karar verilmişti. 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da yapılan görüşmelerde sonuç alınamamış ve İngiltere meseleyi 6 Ağustos 1924’te Milletler Cemiyetine götürmüştür. Şeyh Sait ayaklanması, İngiliz işgal güçlerinin Kuzey Irak’ta sıkıyönetim ilan ettiği, subay izinlerini kaldırdığı, birliklerini Musul’a taşıdıkları günlerde ortaya çıktı. O günlerde, Sömürgeler Bakanı Musul’a dek giderek denetlemelerde bulunuyor ve güçlü bir İngiliz donanması Basra’ya hareket ediyordu. İsyanın bastırılmasından bir sene sonra da, 5 Haziran 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul İngilizlerin manda yönetimimi altındaki Irak’a bırakılmıştır. (Wikipedia-
Şeyh Sait’in Sorgusu:
Mahkeme başkanı ile Şeyh Sait arasında geçen konuşmaların birbölümü şöyle: (Soru: Mahkeme Başkanı, cevap: Şeyh Sait)
Soru: “Niye isyan ettin?”
Cevap: “Medreselerde fıkıh okudum… Şeriat hükümleri uygulanmazsa kıyam vaciptir. Kaza ve kader beni buraya sevk etti… Binaenaleyh şeriatımız yolunda ölürsek dinsiz gitmeyiz!”
Soru: “Yunan ordusu İslamiyetin merkezini ayaklar altına almışken cihadın farzlarını niye yerine getirmediniz?”
Cevap: “O zaman muhacirdik ve perişan haldeydik! Vaktimiz yoktu!”
Soru: “Din hükümlerinin zedelendiğini söylerken neyi kasettiniz?”
Cevap: “İçki yasağı kaldırıldı.”
Soru: “‘İslama kılıç çeken İslam değildir’ hadisinden haberiniz yok mu?”
Cevap: “Müslümanlara din hükümleri bıraktırılmıştı.” Başkan, “Hamdolsun! Hepimiz Müslümanız. Kuran okuyoruz, zekât veriyoruz” deyince Şeyh Sait, “Din hükümlerinden hangisi var?” diye sordu.
Soru: “Şeyh yalan söyler mi?”
Cevap: “Eh! Söyler ya! Allah bilir!”
Soru: “Hükümetin dine karşı olduğunu nereden çıkardınız?”
Cevap: “Gazetelerden, dergilerden, gelen tüccardan ve milletvekillerinden.”
Soru: “Hangi gazetelerden?”
Cevap: “Sebilürreşad, Tevhid-i Efkâr.”
Soru: “Sana dinin kalmadığını söyleyen tüccarlar ve milletvekilleri kimlerdi?”
Cevap: “Erzurum Mebusu Raif Hoca.”
Soru: “Ziya Hoca’nın beyanatını duydun mu?
Cevap: “Ziya Hoca’nın beyanatını Sebilürreşat’ta, daha başka yerlerde okurduk. Bir kere okudum ki Kılıçzade Hakkı Bey, peygamberimizin aleyhinde bulunmuş… Okurduk ki kız mekteplerinde İslamiyete aykırı şeyler oluyormuş! Kızlar piyano çalıyorlar, erkekler keman çalıyorlar, sabaha kadar sohbet ediyorlarmış… Sebilürreşat’ın her nüshası beni müteessir ediyordu. Farmasonluk, laiklik de bizi çok müteessir ediyordu.”
Soru: “Sait Efendi! Geçen celsede ‘Beni isyana sevk eden üç neden var’ demiştin. Birincisi, din hükümlerinin uygulanmaması; ikincisi, basının etkisi; üçüncüsü, Meclis’teki muhalefet… Bunları açıklar mısın?”
Cevap: “Sebilürreşat’ta şeriata aykırı olan şeyler hep yazılıyordu. Derdik ki, ‘Yalan ise nasıl yazar?’, ‘Nasıl söyler?’, ‘O halde doğrudur ki yazmaya cesaret diyor!’ Zaten Sebilürreşat yazdığını hep bir gazeteye dayandırırdı. Başka bir neden de Tevhid-i Efkar’dı… Sonra Cibranlı Halit bir gazete gönderdi. Gazetede ‘Allah’ü Teâlâ yoktur. Her kulun dayanağı ne ise Allah odur!’ diyordu. Buna da kızdık… Velhasıl! Din, ırz, namus, farmasonluk, laiklik hakkındaki yazılardan kin ve nefret duyuyorduk.”
Soru: “Neden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programını beğendin?
Cevap: “Çünkü ‘İçkiyi, fuhuşu yasaklayacağız!’ demesi hoşumuza gitti. Bir de ‘dine hürmetkâr olduklarını’ söylüyorlardı.”
Soru: “Asker-i Rum nedir?”
Cevap: “Biz Kürtler, Türk askerlerine ‘Asker-i Rum’ deriz. Tabirdir, öyle deriz!”
Bağımsız kaynaklara dayanarak ve objektif olmaya gayret ederek hazırladığım bu yazıda, emperyalist devletlerin dünyanın hiçbir yerindeki halkların yaşam hakkına saygı duymadığı, bütün amaçlarının, enerji kaynaklarını kontrol altına almak ve bu amaçla hedefledikleri bölgelerde ayrılıkçı hareketleri kışkırtarak iç çatışma ya da savaşlara zemin hazırlamak olduğu görülecektir.
Bugün nasıl ki, Gazze’de kan döken İsrail, ABD ve Batılı emperyalist destekçilerinin asıl amacı, Akdeniz’deki enerji kaynaklarını tam olarak kontrol altına almak ise, dün de amaçları Musul ve Kerkük’ü kontrol altına almak için Anadolu’da iç isyanlar çıkarmak idi.
İçine, birbiriyle etle tırnak gibi olmuş bütün toplulukları alarak kaynaşmış olan Türk halkı, bir bütün olarak direniş göstermeli ve emperyalizmin bu parçalama stratejisine karşı çıkmalıdır. Bugün mezarından kaldırılarak karşımıza konmaya çalışılan Şeyh Sait isimli gerici, yobaz, şeriat yanlısı karanlık üzerinden Atatürkçü, laik, aydınlık Cumhuriyet‘e ve Teğmenler üzerinden Türk ordusuna yeni bir kumpas kurulmaya çalışılıyor.
Bu emperyalist oyun bozulmalıdır.
Ayça Yılmaz