Bugün 131’i Devlet ve 76’sı Vakıf adı altında özel olmak üzere toplamda 207 üniversitemiz bulunuyor.
Bu verilere, 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası kapatılan FETÖ terör örgütü ile iltisaklı olduğu tespit edilen 19 üniversite dâhil değildir.
Türkiye’de 1923-1980 yılları arasında sadece 19 üniversite var iken 1990 yıllında 31 üniversiteye, 2000 yılında 75 üniversiteye, 2010 yıllında 149 üniversiteye ve 2020 yıllında ise 206 üniversite sayısına ulaşıldı.
Bu sayılar ile son 20 yılda Dünya’da en hızlı yeni üniversite kuran ülke haline geldik (!).
Cumhuriyetin kuruluşundan 1982 yılına kadar 60 yıl boyunca 19 üniversite kurulmuş iken, 1992 yılına kadar 10 yıl içerisinde sadece 12 üniversite kurulmuştur.
Türkiye’nin 80’li ve 90’lı yıllarda büyük genç nüfusa sahip olmasından dolayı gençlerin iyi ücret alma imkânına sahip olmak için doktor, mühendis, maliyeci veya öğretmen olma hayali artmıştı.
Ayrıca, 1980 sonrasında özelleştirme ile birçok özel firmanın ihtiyaç duyduğu muhasebeci, bankacı, işletmeci ve turizmci gibi birçok mesleğe olan talep de artmıştı.
Bu talebi karşılamak için 1992 yılında 25 devlet üniversitesi ve 2000 yılına kadar da 19 vakıf olmak üzere toplam 44 adet yeni üniversite kurulmuştur.
Ayrıca, talebi karşılamak için 1992 yılında ikinci öğretimin açılması için 2547 sayılı YÖK kanununa Ek Madde eklendi.
İkinci öğretimin açılma gerekçesi olarak da, yeni kurulacak bir üniversitenin (kampüs) inşasının ve bu üniversitelerde çalışacak akademisyenleri yetiştirmenin çok uzun bir zaman alacağı gösterildi.
Bu esasında doğru bir gerekçeydi. Çünkü hem kampüs binalarının inşaatlarını yapmak hem de Profesör, Doçent ünvanlı akademisyen yetişmek en az 15-20 yıl alır.
Bu karara o zaman genç bir akademisyen olarak ben de dâhil birçok akademisyen karşı çıkmıştı!
Çünkü ikinci öğretim akademisyenlerin araştırmaya ayıracakları zamanı azaltıyordu.
1992 yılına kadar kurulan devlet üniversitelerin hemen hemen hepsi önceki yıllarda kurulmuş olan üniversitelerin farklı illerdeki fakültelerinin birleştirilerek sadece adının değiştirilmesini kapsıyordu.
Örneğin; 1982 yılında kurulmuş olan Akdeniz Üniversitesinin Isparta ve Burdur’da bulunan Mühendislik, Su Ürünleri ve Eğitim Fakültelerinden Süleyman Demirel Üniversitesi 1992 yılında kurulmuştu.
Bir diğer örnek ise; 1982 yılında kurulan Gazi Üniversitenin Çorum’da eğitim verilen Mühendislik ve İlahiyat fakültelerinden oluşturulan Hitit Üniversitesi 2006 yılında kurulmuştu.
2002’li yıllından sonra ise üniversite kurulmasında yeni bir politikaya geçildi ve “Her İl’e Üniversite” açma politikası geliştirildi.
Bu politika ile 2010 yılına kadar 48’i devlet ve 26’sı vakıf olmak üzere toplam 74 yeni üniversite kuruldu.
2010-2020 yılları arasında ise 28’i devlet 29’u vakıf olmak üzere 57 yeni üniversite kurulmuş oldu.
Özellikle son 20 yılda kurulan devlet üniversitelerinin çoğunun kampüsü ve fakültesi olmayan üniversitelerdi. Ne eğitim yapacak binaları, ne de akademisyen kadroları vardı.
Örneğin; Ardahan Üniversitesi, Şırnak Üniversitesi, Adana Bilim Teknoloji Üniversitesi, Bursa Teknik Üniversitesi ve İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi bu üniversitelerden bazılarıdır.
Bugünden bakıldığında, 1992 yılında ikinci öğretimi açma politikasının Her İl’e Üniversite açma politikasından çok daha mantıklı olduğu anlaşılıyor.
1992 yılında ikinci öğretimi açılan bölümlerin hem akademisyen kadrosu mevcuttu hem de kampüs alt yapısı hemen hemen tamamlanmıştı. Dolayısıyla, akademisyenlerin araştırmaya ayıracak zaman kısıtlamasından başka bir dezavantajı yoktu.
2006 yılından sonra her şehirde üniversite kurulması, başta 1992 yılında açılmış olan ikinci öğretimi olan özellikle Fen Fakültelerinin matematik, biyoloji, fizik ve kimya bölümlerine öğrenci tercihlerinin azaldığından kontenjan sayıları düşürülmüştür. Ardından önce ikinci öğretim ve daha sonrada örgün öğretimler kapanmıştır.
Mühendislik fakültelerinin kapanmasına etki eden birkaç faktör vardır.
Birincisi; aynı Fen Fakültelerine benzer Her İl’e Bir Üniversite açma politikasının yanlışlığının temel etkisi vardır.
İkincisi, YÖK’ün mühendislik bölümlerini tercih edecek adaylara 300 bin taban puan barajını getirmesinden kaynaklanmaktadır. Bu şartı aşabilecek aday sayısı azaldığından mühendislik bölümlerinin kapanmasına sebep olmuştur.
Ülkemizde Sayısal puanı ile mühendislik bölümlerine girecek adayların sayısı, Sözel veya Eşit-Ağırlık puanı ile girecek aday sayısından çok daha az olduğu gerçeği dikkate alındığında, bölüm sayısı/aday sayısı açısından arz-talep dengesinin bozulacağını yöneticilerin bilmesi gerekirdi.
Üçüncüsü, 2009 yıllında bir gecede meclisten geçirilen bir kanunla meslek liselerine teknik öğretmen yetiştiren Teknik Eğitim Fakültelerinin mühendis diploması veren Teknoloji Fakültelerine dönüştürülmesidir.
Teknik Eğitim Fakültelerindeki akademisyenlerinde mühendislik formasyonu olmamasına rağmen mezunlarına mühendis diploması verebilmeleri bilimsel anlamda etik değildir.
Yani; kimyager diploması veren Kimya bölümlerine Kimya Mühendisliği diploması vermeye benziyor.
2009 yılında bünyesinde Mühendislik Fakültesi bulunan birçok üniversitenin Teknik Eğitim Fakültesi de bulunmaktaydı.
Bu kanunla bazı üniversiteler iki adet Makine, iki adet Bilgisayar, iki adet İnşaat veya iki adet Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümüne sahip olmuştu.
Örneğin; Gazi üniversitesinde güçlü bir Mühendislik Fakültesi var iken kapatılan Teknik Eğitim Fakültesi yerine kurulan Teknoloji Fakültesi ile ikişer adet bilgisayar, inşaat, elektrik-elektronik mühendisliği bölümüne sahip olmuş oldu.
Dolayısıyla, 2009 yılından sonra Türkiye’de mühendislik bölümleri enflasyonu ortaya çıktı.
Ne YÖK ne de Rektörler bir gecede çıkan kanunla mühendislik bölüm sayılarındaki artışa karşı tercih edecek aday sayısı azlığı dengesizliğini görmemiş olmaları en hafif tabiri ile trajikomiktir.
YÖK ve Rektörlerin bu arz-talep dengesinin bozulacağı gerçeğini siyasilere anlatamamış olmaları ise akademinin geldiği durumun vahimliği gösteriyor.
Anadolu’da birçok Fen ve Mühendislik Fakültesi olan üniversitelerdeki bölümlerde birçok akademisyen bulunmaktadır.
Üstelik fen ve mühendislik bölümlerindeki akademisyenler yapmış oldukları yayınlar sayesinde üniversitelerini bilimsel anlamda üst sıraya çıkaran en baş aktörlerdir.
Üniversitelerinin başarılarına katkı koyan akademisyenler olmasına rağmen yıllardır yanlış YÖK politikaları nedeniyle bölümlerine öğrenci alınmıyor ya da tercih ettirilmiyor.
Sonuçta; 2006’dan sonra fen fakültelerinin bölümlerini ve 2015’den sonra da mühendislik fakültelerinin bölümlerini tercih edecek aday sayısı azalmıştır.
Bu azalmayı ÖSYM’nin üniversite tercihleri sonrasında boş kalan kontenjanların ulusal basında haber olmasından sonra YÖK durumun vahimiyetini fark etti.
YÖK kendi oluşturduğu bu vahim tabloyu düzeltmek için tercih edilmeyen bölümleri öğrencilerin tercihlerine kapatmayı tercih etti.
Aslında, 2000 yılından önce bu bölümlerin çoğu hem örgün eğitime hem de ikinci öğretime 60 ila 80 kişilik öğrenci kontenjanları ile tamamen dolan bölümlerdi.
Bu yıl, başta YÖK ve bazı üniversite Rektörleri üniversitelerin doluluklarını %98’in üzerinde olduğu belirterek büyük bir başarıya imza attıklarını basın üzerinden ilan ettiler.
Hem YÖK hem de Rektörler toplumu eksik bilgi ile en hafif tabiri ile yanıltmaktadırlar.
Eğer fen ve mühendislik bölümlerine tercih kontenjanları verilseydi, üniversitelerin dolulukları %60-70’in üzerine çıkar mıydı?
Bu durum, doğru bilginin verilmesini emreden akademide komik kaçmıyor mu? (devam edecek…)