Depremde can kaybı 50 bini geçti; yüksek sesle konuşmayın, göçük altından sesler geliyor. Duyabilirler…
Depremde 850 bin insan uzvunu kaybetti; rakamları çarpıtmak serbest, 107 bin de diyebilirsin…
On binlerce kedi, köpek, koyun, inek telef oldu; insan canı değersizken lafı mı olur…
Yer altından sesler geliyordu; 3 gün bağırdılar, 5 gün bağırdılar, belki 9 gün, 10 gün, 12 gün yaşadılar en fazla… Sonra sustular…
Acaba ayak seslerini duydular mı? Oysa ayıp olmasın diye çaresiz ruhlarıyla molozların üstünden sessizce geçenler, gözyaşlarını içlerine akıtmışlardı…
Henüz dokuzuncu günde, yorgunluktan sesleri kısılmış olmalıydı; üstünden geçenler artık duymuyordu onların sesini… Tavanla taban arasında sıkıştıkları sabit bir noktadan, gardırobun duvara yaslanmasıyla oluşan daracık bir yaşam alanından ne çok bağırmış, ne çok inlemişlerdi. Kolonla inşaat demirlerinin arasında sıkışıp kalmanın yorgunluğundan olmalı, belli belirsiz bağırdıklarını sanarak yorulmuş, halüsinasyonlara dönmüştü sessiz çığlıkları. Bağıran ben miyim, yolsa hayalim mi diye düşünerek ne bitmez bir zaman geçmişti…
“Oysa kalp atışlarımın yavaşladığını hissediyor gibiyim, ancak donan ayaklarımı hissettiğimden emin değilim, hatta belki artık acı da hissetmiyorum… Demek ki insan acıyla yaşamaya alışınca gerçekten de bu oluyormuş, gerçekten de artık hissetmiyorum acıyı… Ve Tanrı’ya bir an önce kavuşmak için, sadece dua ediyorum…”
Yer üstü zaten darmadağındı, arabayla geçtiği sokakları tanıyamıyordu muhtar, “Burası mıydı, buradan mı gidecektik otogara,” diyordu muhtar… Depremden sonraki ilk üç gün hiç uyumamıştı muhtar, halktan gelen çağrılardan değil, bürokrasiden yorgundu. Ve elindeki telefonu atarak kırmıştı…
Bir benzin istasyonuna ulaşan minibüs şoförü, “Allah Allah, buradaki personel değişmiş,” demişti. Cama gelen görevli başka şehirden geldiklerini söylemişti; depremden sonra bazı çalışanlar ya göçük altında kalmıştı, ya da ailesini kurtarma umuduyla moloz yığınlarına doğru koşmaya başlamışlardı…
Antakya’nın dışına doğru yol alıyorduk, yol kenarlarında sıra sıra sahipsiz mezarlıklar, yol kenarına yığılan kireç çuvalları…
Kıyamet günlerce sürdü, günlerce…
Nasıl olur da milyonlarca insan sağa sola doğru koşturmasına rağmen, sadece bir damla olabiliyordu bu büyük yangına?
Yeraltından çığlıklar geliyordu… Ve ayıp olmasın diye adımlarını yavaşlatarak geçiyordu yer üstündekiler…
Tonlarca moloz yığınını kaldıramıyordu devlet… İnsanlar çaresizlikten ağlıyordu… Göz göre göre öldüler yer altındakiler, binlerce insan uzuvlarını kaybetti…
Ve hepsi de 21 yıldır ülkeyi yöneten badem bıyıklı, sonradan görme zenginler, türban sosyetesi, cahil, işe yaramaz, haksız servet edinen ayrıcalıklı yobaz sınıfın iktidarı yüzünden oldu.
Türkiye’nin en soğuk, en dondurucu kış mevsimiydi, en acımasız şubat ayıydı…
Bugün Rifat SERDAROĞLU yazısını göndermemiş, 7-8 gün de yazamayacakmış; sağ olsun… Sabah sabah bu boşluğu nasıl doldurabiliriz, diye düşünerek güne başladık… Ne de olsa yıllardır kendilerinin makalesini okuyarak başlıyorduk, arada yazmayınca boşluk hissediyoruz, rutinimiz bozuluyor. Cengiz’le hep aramızda konuşuruz, “Bir insan hem genel başkan olup, hem de her gün nasıl köşe yazısı yazabilir, üstelik de son derece güzel, verimli, bilgi içerikli, siyasi, akıcı, okunabilir, dolu dolu yazılar, toplumun isyanını anlatan yazılar. Bu insanın beyni pek çok kişiden daha iyi çalışıyor,” diye… Şimdi kahve üstüne kahve içmemiz gerekecek, rehaveti bir kenara atmanın zamanı…
Ve çektiğimiz deprem acısının, insanlık azabının yükünü bir kenara bırakarak önümüzdeki seçime doğru, ülkemizi bu çağ dışı iktidardan kurtarmanın yollarını aramalıyız. Daha çok düşünmeli, daha çok yazmalı, daha çok anlatmalıyız.
Gitmeleri gerekiyor, her ne olursa olsun, gitmeleri gerekiyor…
Ayça Yılmaz