Yaklaşık yetmiş beş ayette direkt ve üçyüze yakın ayette de ‘dolaylı’ olarak “akla” yapılan atıf uyarınca nasiplilerinin aklen, zihnen, ruhen ve bedenen “diri” olmaları gerektiğinin bilinci içinde bir yolculuğa çıkalım istiyorum bu yazımızda zihnimize iftar ettirebilmek için.
“Zihne iftar ettirmek” kelimesini bilinçli olarak kullandım zira bizler varolanı işlevsel hale getirip daha aktif kullanmak yerine, Allah’tan daha çok akıl isteyen bir toplumun kültürü içinde yaşam sürüyoruz. Ama kelimelerin anayurdu olan Kitabullah, ‘akıl’ kelimesini hiçbir ayette yalın halde kullanmaz; aklın ancak faal iken kıymetli olduğunu, varlığından ziyade işlevinin ön planda olması gerektiğine atıflar yaparak, insanların en kötüsünün ‘aklını kullanmayanlar’ olduğunu ısrarla vurgular.
Kitabullahtaki akla dair betimlelerden yola çıkarak diyebiliriz ki; akıl, nerede ve nasıl davranacağını ayarlama ve belirleme melekesi; doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, hayır ve şerri birbirinden ayırt edebilme yetisi; hüküm verme yeteneğidir.
Öyleyse en kısa tabiri ile akletmeyi ‘düşünme’ olarak tabir edebiliriz.
Yani kelimenin kökü itibariyle ‘düş kurabilme’, hayal edebilme yetisi.
Hayal edebilme yetisine de örnek olarak çok uzaklardan yükselen dumanları fark eden insanın orda yanan ateşi göremese dahi, ateşin varlığını hayal ederek düşünmesi ve ateşin ordaki varlığına kanaat getirmesini verebiliriz sanırım.
Bu basit örnek de bize gösteriyor ki; insan, lütfedilen akledebilme yeteneğinin sunduğu hayal edebilme melekesi ile de yaratılmışlar içinde müstesna bir yere sahiptir. Yani insanı eşref-i mahlukat kılan ve yaratılmışlar içinde en müstesna yere oturtan en önemli vasfı aklı ve bu nimetin sağladığı düşünebilme yeteneğidir.
Tam da bu noktada akla ciddi bir tefekkür isteyen bir soru geliyor;
“Nasıl bir akıl?”
Öyle ya, herkes “akıllı” ve bu nimet yaratıcının ‘adl’ sıfatı uyarınca kimseye eksik veya fazla verilmiyor.
Hemen ikinci soru;
Herkeste akıl olduğu halde bunca can kırığımız, hayal kırıklığımız ve bugünkü ahvalimiz neden?
İşte bu iki soruya verilecek cevap, aslında akıl nimetinin nasıl olması gerektiğine ve ne şekilde kullanılmasını izah ederek; nihayetinde bu nimetle ya meleklerin secde ettiği makama yükselme ya da aşağıların en aşağısına düşmesine dair bir yol haritası sunuyor.
Meramımı daha anlaşılır kılmak için şimdilik ‘akıl’ konusuna virgül koyarak ilerliyorum;
Hiç denk geldiniz mi bilmiyorum ama öğretmenlik yıllarında görmek nasip olmuştu bana bir köstebeği görmek. Toprak altından hiç çıkmaksızın hızlıca kazdığı tünellerden ilerleyerek kimseye görünmeksizin tarlalardaki yumruların toprak üstündeki varlığına hiç dokunmadan beslenmek amacıyla götürdüğü malumunuzdur ve ben oldum olası özellikle nefislerini ilah edinmiş ve hırsın zehirli okları ile kalplerinden zehirlenmiş insanları köstebeklere benzetmişimdir.
“Neden?” diye sorarsanız…
Köstebeğin biriktirme hızı yeme hızından fazla olduğu için (ç)aldığı onca yiyeceği sadece biriktirir ve onca mal varlığını yeme imkânı olmadığı için de toprak altında çürümeye terk eder.
İlk bulduğunu yese doyabileceği halde sahip olduğu hırs, onu sürekli ama sürekli biriktirmeye teşvik eder; çünkü “ya yarın bulamazsam” endişesi içinde; her ‘bugün’ü, gelmemiş ‘yarın’ların kaygısıyla harcar.
Sonunda da yarın kaygısı olmayan bir gün yaşayamadan ölür.
Âriflerin kitab-ül kübra dedikleri kainat kitabı içinde sadece bu hayvanın yaşamı dahi saat gibi tıkır tıkır işleyerek bizi inkâr ettiğimiz yüzümüzle yüzleştiriyor aslında. Zira hepinizin bildiği gibi sürekli toprak altında olduğundan öyle keskince görmesine gerek olmadığından görme özürlüdür bu hayvan. Biriktirmeye öylesine dalmıştır ki başını kaldırıp aslında ihtiyacından çok fazlasını depoladığını göremez bile.
Ne diyordu Tekasür Süresi;
“Çoğaltma yarışı, mezarlara girinceye kadar sizi eğlendirip oyaladı.”
Bir köstebekten alınan ibret dahi haykırıyor bize;tekasür hastalığına yakalanarak tekasür ateşini yakmış olanlar, bir taraftan bu ateşi söndürmemek ve daha da büyütmek için ellerinin uzandığı her yerden haklı haksız toplayıp sömürür ve semirirlerken, diğer taraftan da topladıklarını kaptırmamak için aynı kaynaktan beslenmek isteyen rakiplerini sabote ederler, yalan ve iftiralar ortaya atarak onlarla mücadele ederler. Sonunda durum öyle bir hâl alır ki, hem tekasür ateşini yakmış olanlar hem de bunların beslendiği, sömürdüğü suçsuz günahsız insanlar ateşin içinde kalırlar. Kaldıkları o şey bir dünya cehennemidir. Suçsuz ve günahsız insanların cehennemi ezilmek, sömürülmek, çaresiz bırakılmak şeklinde gerçekleşirken, bizzat ateşi yakanların cehennemi ise topladıklarını başka tekasür hastalarına kaptırmamak, korumak ve daha da arttırmak için kaygı ve hasret duyarak huzursuzluk çekmeleridir. Bu özellikteki birey ve toplumlar sürekli kendilerine düşman yaratarak geceleri uyuyamaz hâle gelirler ve böylece içinde yaşadıkları ortamı bizzat kendi elleriyle cehenneme çevirirler.
Kitabullah ise son noktayı koyuyor bu duruma karşı;
“Bilin ki iğreti dünya yaşamı, ancak bir oyun, tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünüş, mal ve çocuklar konusunda bir çoğaltma yarışıdır.” –Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir.– (Hadid/ 20)
Bu izahattan sonra yeniden ‘akıl’ nimetine dönelim;
Kimdir bu kendi hayal ettikleri cennete ulaşmak için dünyayı başkalarına cehennem haline getirenler sizce? Akılsızlar mı? Bence hayır, zira hepsinin aklı yeterince var kanımca.
Burdaki sorun aklın kullanılma biçimi.
Nasıl olduğuna hep beraber bakalım;
Yeme, içme, barınma, üreme, korunma gibi dürtüler üzerinden maişetini dert edinen bir akıl mı veya varoluşun, hayatın ve insan olmanın sırlarını arayan, yaratulmışlığın idrakiyle Yaratıcısını tanımaya çalışan, ahiret gününe iman etmenin gereği olarak işinde, sözünde, düşüncelerinde ve hissiyatında sebep-sonuç ilişkilerini önemseyen bir akıl mı?
Demek ki iki çeşit akıl var!
İlk akıl çeşidi bebek ve çocuklar başta olmak üzere hemen herkeste değişik yoğunluklarda vardır ama kimi insan (ki Kitabullah bunların çoğunlukta olduğuna atıf yapar) sadece bu akıl çeşidiyle hayata, varlığa, kendisine ve hatta dine tutunurlar. Bu aklın tek amacı açlığını gidermenin yolunu bulmaktır. Nasıl ve ne şekilde olduğu çok önemli değildir. Ayrıca bu akıl sadece ‘başarı arzusuyla’ hareket ettiği için nefsin hadsizleşeceğini hesaba katmaz, çünkü odaklandığı yer sadece sonuç ve ihtiyacının giderilmesidir. Yani bu akıl çeşidi sadece maişetinin derdindedir. Elde etmek için kurallara bağımlı kalmaz.
Ama ikinci akıl helalinden kazanarak doymanın ve rızkını başkalarıyla paylaşmanın yollarını arar. Zira sahip olduğu akıl yaşama temiz tutunmanın ve insan kalma mücadelesinin ancak helal lokma ile mümkün olabileceğini fısıldar. Bu tür bir akıl için rızkın nasıl kazanıldığı kadar nerede, kimlerle nasıl harcandığı da çok önemlidir. Ayrıca bu akıl heva ve isteklerinin hadsizliğine karşı sürekli uyanıktır. Onun için başarı hak, adalet, insaf, liyakat gibi değerlerden sonra gelir. Çünkü iyiyi, güzeli, doğruyu, hayır ve hakikati dert edinmiştir.
Bu tanımlamalardan yola çıkarak diyebiliriz ki Kitabullah’ın onlarca ayette haykırdığı akıl kesinlikle ilk akıl değil; ikinci akıldır.
Allah(c.c), Kur’an-ı Kerim’de ayetler boyunca bu ikinci akla atıflar yaparak “akletmez misiniz, düşünmez misiniz, aklınızı kullanmaz mısınız?” dedikten sonra; Yunus Süresi 100. ayette “Allah, aklını kullanmayanların üzerine iğrenç (rics) bir pislik atar” der.
Demek ki her türlü pislikten kurtulmak için akıl nimetinin tarif ettiğim ikinci şekliyle kullanılması esastır. Çünkü Rabbin ısrarla bahsettiği akıl, mutlak hakikate sımsıkı tutunmanın ve Hakk’a bağlanmanın anahtarıdır.
Ama aklın da başlı başına temizlenmesi gerekmektedir.
Peki akıl nasıl temizlenir?
Vücud nasıl abdest ile zahiri bir temizliğe kavuşuyorsa akıl da ancak bilmek yani ilimle temizlenir. Burada ilmi hayata geçirecek irade devreye girer ve hayata geçen ilim sayesinde kudret nimeti nasip olur.Bu nimet de ancak ve ancak nefsini vicdanına talebe kılabilenlere sunulan bir nimettir. Zira ilme meyilli ve vicdana tabi olmayan nefis, aklı kirli bir düşünüş üzerine işletir ve vicdanı uykuda bırakır.
Öyle ya bir tarafta birlik, bütünlük, barış, adalet, insanlık.
Diğer tarafta parçalama, kan döküp fesat çıkarma, zulüm, savaş.
Bir tarafta gerçeğin ta kendisi (Hak).
Diğer tarafta gerçek dışı, yalan, dolan, sahte, kof (Batıl).
Bir tarafta Tevhid; birleme, birleştirme, bütün olma.
Diğer tarafta ; şirk, parçalama, ayırma, bütünlüğü bozma ve böylece parçalayıp ayırdığına sahiplenerek bütüne ortak olmaya kalkışma.
Aklın görevi; kıyamete kadar sürecek Hak ile Batıl savaşında sadece tarafını belirlemek… Pasif iyilikten aktif iyiliğe geçmek.
Çünkü önce bütün vardı. Gökler ve yer başlangıçta bitişikti (ratk), sonra parçalandı (fetk) ve yaşayan her şey sudan var edildi (Enbiya,30)
Önce birlik vardı. İnsanlık bir zamanlar tek bir topluluktu (ümmet-i vahide). Sonra aralarındaki kin ve düşmanlık sebebiyle anlaşmazlığa düşüp parçalandı. Allah da tekrar birlik ve bütünlüğü sağlamak için “adaletin yolunu gösteren” peygamberler gönderdi (Bakara, 213).
Önce barış vardı. Yeryüzünde kan döküp fesat çıkaranlar ne zaman savaş için ateş tutuştursa Allah hep onu söndürdü. (Maide,64).
Önce tek bir insanlık vardı. Sonra ayrılıp parçalandılar. İnsanlığın birliğine savaş açtılar. Kendilerini ana insanlık yolundan ayrırarak büyüklendiler. Böyleleri, Allah’ın yani insanlığın yoluna dönmedikleri sürece alçaklık damgası yemeye mahkum olacaklardır (Al-i İmran, 112).
İnsanlığın vicdanı (basairu li’n-nas) olan iman ettiğini iddia ettiğin Kitabullah bunları söylüyor!
Halen akletmeyecek misin?