Yüzyılın felaketi “ikili deprem” ne yazık ki Türkiye’mizi vurdu.. Kahramanmaraş Pazarcık ve Elbistan merkezli iki deprem; Şanlıurfa, Diyarbakır, Adana, Osmaniye, Malatya, Gaziantep, Kilis, Adıyaman, Hatay olmak üzere toplam on ilimizi vurdu. Ülkemizin Güneydoğu’su, neredeyse Almanya büyüklüğünde bir bölgemiz âdeta yerle bir oldu. Bu yazının yazıldığı saatlerde kaybettiğimiz canlarımızın sayısı 35 bini aştı. Daha binlercesinin enkaz altında olduğu tahmin ediliyor.
Çifte depremde en fazla etkilenen illerimiz Kahramanmaraş, Gaziantep, Adıyaman ve Hatay oldu. Her bir ilimiz bizim için çok ama çok değerli ancak Hatay bir başka özelliğe sahip; çünkü Hatay bize Mustafa Kemal Atatürk’ün emanetidir. O büyük ruhun Hatay için verdiği mücadeleyi kısaca hatırlayalım.
Osmanlı’nın İskenderun Sancağı olan Hatay, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırları dışında kalmıştır. Fransa, Hatay’ı elinden kaçırmamak için türlü zorluklar çıkarmaktadır. Atatürk ise daha Lozan görüşmeleri esnasında Hatay meselesini kafasına koymuştur; zira konuyla ilgili bir olay kendisini fazlasıyla etkilemiştir.
Lozan görüşmelerinin kesildiği bir sırada, Gazi Mustafa Kemal’in Adana’ya gelmesini fırsat bilen iki yüz kişilik bir heyet siyahlar giymiş olarak ve ellerinde; “Gazi Baba Bizi Kurtar” ibareli bir yazı ile Atatürk’ün karşısına çıkar. Bu durum karşısında çok etkilenen Atatürk, orada bulunanlara şu tarihî sözünü söyler; “Kırk asırlık Türk yurdu, düşman elinde esir kalamaz!” Bu söze güvenen heyet Hatay’a geri döner. Atatürk ise Ankara’ya geri döndükten sonra Hatay’ın kurtarılması çalışmalarına hız verir.
1937 yılında Türkiye, Hatay konusunda Fransa ve Birleşmiş Milletler Cemiyeti’nin nezdinde bir dizi girişimlerde bulunmuştu. Hatay’ın Suriye’den ayrı bir statüye kavuşması gerçekleştirilmiş ancak tam olarak Türkiye’ye bağlanması sağlanamamıştı. Fransa, Hatay halkının Türkiye’ye bağlanma isteğini her defasında geri çevirmekte, türlü engeller çıkartmaktaydı. Bu durum karşısında sabrı taşan Atatürk, Ocak 1938’de Cumhuriyet Gazetesi’nde, Yunus Nadi Bey’in imzasını taşıyan bir yazı yayınlatır. Âdeta bir ültimatom (kesin uyarı) niteliği taşıyan yazıda Atatürk, Fransa’ya şöyle seslenmektedir:
“İş, Fransa’nın yeni Türkiye hakkında yoğun bilgisizliğine bırakılsa, Hatay anlaşmazlığından dolayı milletlerarası, olmadık ve beklenmedik olaylar çıkması işten bile değildir. Fransa’nın Suriye’deki sömürge memurları olanca kuvvet ve gayretleri ile buna hizmet etmektedirler… Yeni Türkiye’yi Suriye’deki sömürge memurlarından öğrenen bugünkü Fransa, Türkiye’nin askerini, kudretini yine o zavallı ve yukardan konuşan sömürge memurlarından aldığı bilgiyle ölçüp biçmekte olacak. Suriye’deki sömürge memurları nereden bilsinler ki yeni Türkiye İskenderun, Antakya ve havalisini yalnız 24 veya 48 saatte ekstra millî kuvvetlerle işgal edebilir ve onlar nasıl takdir eylesinler ki aynı kuvvetlerle bütün Suriye’nin işgali de nihayet çok sınırlı bir zaman meselesidir. Ama denilecek ki bu Fransa ile bir savaştır, bunu Türkiye ister mi? Açık söyleyelim ki istemez fakat mecbur olduğu zaman bunu böyle yapabileceğinden emindir ve icap ederse bütün dünyaya karşı koymaya hazırdır… Fransa bu açıklamamızdan sonra da Türk dostluğunu sömürge memurlarının manasız düşünceleri ile kaybetmekte bir sakınca görmemek yolunda devam ederse, bu takdirde sorumluluk artık bütünüyle Fransa’ya ait olacaktır.”
Hükümet, Fransızlarla bir savaşa sürükleniriz diye korkmaktadır. Hasan Rıza Bey bu durumu Atatürk’e söyler. Atatürk güler ve şöyle der;
“Çocuk, biz istesek bile Fransızlar Hatay için bizimle bir savaşa girerler mi hiç? Görmüyorlar mı ki bugün Fransa’nın bizzat anavatanı büyük tehlikelerle sarılı bir haldedir… Ben son yolculuğumu bilerek askerî bir harekâtın başlangıcı gibi düzenledim. Bunu da her memlekete mensup ajanlarla dolu bir otelde başlattım. Bu ciddi bir uyarıdır. Yani çocuk ben bu hareketi memleketi savaşa sokmak için değil, tersine bir savaştan kurtarmak için yaptım.”
Hasan Rıza Bey yine; “Ama efendim, karşı taraf hakkı teslim etmemekte ısrar eder ve silaha sarılmaktan başka çare kalmazsa ne yaparız?” der. Bunun üzerine Atatürk;
“…Hatay’a şahsi davam olarak bakıyorum. Sözünü ettiğin bir durumda tutacağım yolu çoktan kararlaştırmış bulunuyorum. Cumhurbaşkanlığından, milletvekilliğinden istifa edeceğim, serbest bir Türk vatandaşı olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla birlikte Hatay topraklarına geçeceğim. Bildiğin gibi bunun emin yolları var. Oradaki mücahitlerle ve anavatandan kaçıp bize katılacak kuvvetlerle sorunu yerinde ve içten halledeceğim. İsterse Türkiye hükümeti beni ve arkadaşlarımı asi ilan eder, hakkımızca soruşturma da açar. Ben Fransızların Suriye ve Lübnan’a kolayca bağımsızlık vereceklerini sanmıyorum. Biz hareketimizi oralara da yayarak Suriye ve Lübnan’ın gerçek bağımsızlıklarını da sağlayabiliriz. Ama göreceksin dava yakında istediğimiz gibi çözülecektir!” der ve sözlerini şu cümleyle bitirir: “Öyle sanıyorum ki sabrımızın tükendiğini anladılar.”
Atatürk, Kurun Gazetesi sahibi Asım Us’a da arka arkaya beş yazı dikte ettirir. Son yazı şöyle bitmektedir:
“Davasında haklı olan Türkiye’dir. Türk’ün sözüne uymamak, onu tanımamak, onu hiçe saymak, buna cesaret gösterenlerin, düşünmedikleri bir akıbetle karşılaşacaklarına asla şüphe edilemez.”
Birleşmiş Milletler Konseyi şemsiyesi altında Cenevre’de görüşmeler yeniden başlar. Konsey, Hatay’ın Suriye’den ayrı bir varlık olduğunu, bağımsızlığını onaylar. (27 Ocak 1937)
Devam edecek…