Türkiye (Batı) Türklerinin ata yurtlarıyla (Türkistan) olan kültürel sürekliliğinin felsefi diliyle temalaştırılması şarttır.

“Türk Dünyası” derken Altay-Ural Dağları arasındaki ana yurtlarından, Moğolistan yaylasına (Orhun civarı-Gök Türkler),  oradan İç/Orta Asya’ya geçtiler. İç Asya’da kurulan Uygur Devleti ve Batı Tanrı Dağları Dağlarının kuzey kısımlarında yaşayan Karluk Türkleriyle birleşen İlikhanlılar (Karahanlı) ile İç Asya Türkleşmeye ve İslâmlaşmaya başlamıştır.  Ardından Orta Asya’da bir devlet için gerekli olan coğrafî ve siyasî bütünlüğü sağlamanın zorluğunu gören Oğuz Türkleri 8.yüzyıldan itibaren Batı’ya doğru büyük bir göç hareketi gerçekleştirdiler.

“Türk Dünyasının Jeo-Politik ve Jeo-Kültürel Haritası”nı çıkarmak ve günümüzde yaşanan ekonomi politik mücadelelerinin tutarlı analizini yapmak için kadim dünyadaki ticaret (İpek) yollarını takip ederek gerçekleştirdiğimiz göç güzergâhlarımıza bakmak gerekir.  Bu inceleme, ele geçirilen yerlerin yurt kılınıp “Türkeli” diye ilan edilme süreçleri olduğu için Türklerin toplumsallaşma ve kamusallaşma tarihini göstermesi açısından önemlidir.

Jean-Paul Roux’un ifadesiyle söyleyecek olursak, Türklerin (bozkır halklarının) bugüne kadar bize büyük bir gizem olarak gözüken büyük göçlerinin aslında büyük bir strateji üzerine yapıldığını gösterir. Çünkü Asya yollarına gönderdikleri kervanlar, ticaret yapmanın yanı sıra önden giderek edindikleri coğrafi bilgileri daha sonra halklarına aktarmışlardır. Dolayısıyla “konar göçer” diyerek ikincilleştirilmeye çalışılan söylem tutarlı değildir, çünkü göçler bir terra incognita’da (bilinmeyen topraklar) maceraya atılmak değildir. Aksine Türkler, nereye gittiklerini, nelerle karşılaşacaklarını ve orada ne bulacaklarını biliyorlardı.

Bu çerçevede Türkler kadim dünyaya üç kol şeklinde dağılmışlardır: Tatar, Bâşkurd, Avar, Kıpçak, Bulgarlardan oluşan bir kol; Karadeniz’in Kuzeyi ve Doğu Avrupa’ya yönelmişler, önemli kültürel ve siyasal dönüşümler sağlamışlardır.

İkinci kol, Kazak, Kırgız, Özbek Boyları. Bunlar Doğu Türkistan’da kalmışlardır. Üçüncü kol, Oğuzlar-Türkmenler ise, atasının “Ey Oğuz, sen Urum-Roma üzerine yürümek istiyorsun!” buyruğu üzere, sürekli Batıya ilerlemiş, Karakoyunlu, Akkoyunlu, (Kınık boyu) Büyük Selçuklu; Türkiye Selçukluları, (Kayı boyu) Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuşlardır. İran’daki Türk devletleri ve hanedanları (Safevîler, Avarlar, Kaçarlar), Azerbaycan Hanlıklarını, Azerbaycan ve Türkmenistan Cumhuriyetlerini kuranlar bu koldur. Kendilerine Türkmen de denilen Oğuzlar, Türkiye Türkleri ile İran, Azerbaycan, Irak ve Türkmenistan Türklerinin atalarıdır. Oğuzlar, Selçuklu Devleti’ni kurmalarıyla birlikte, kısa sürede Bizans İmparatorluğu sınırlarına kadar uzandılar ve Türk tarih, kültür, bilim hayatı üzerinde derin izler bıraktılar. Osmanlılar ise İstanbul adını verdikleri kadim dünyanın nirengi noktası olan şehri alarak bir cihan devleti haline geldiler. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin oluşmasında önemli etkileri olan Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’i etkileyen “bir kültür planlayıcı”  bilim insanı ve diplomat olan Ahmet Vefik Paşa Fezleke-i Tarih-i Osmani’de Oğuz boylarının Çay Ardı’ndan (Mâverâünnehir) Batıya doğru göçtüklerini söyleyerek geçişin tarihsel temellerine işaret eder.  

Bu üç koldan ayrılarak yan kollar oluşturan boylar ise Hindistan, Mısır, Çin ve Moğolistan bölgelerinde hâkim olmuşlardır. Ziraî, askerî ve mülkî teşkilat zenginliğiyle mükemmel olan Horasan’daki Gazneliler buna örnektir. Selçukluların Gaznelileri Dandanakan Savaşı’nda (341/1040) yenmesi Türk tarihinde eko-politik açısından bir dönüm noktasıdır. Çünkü Dandanakan, Uzakdoğu ile Akdeniz arasındaki büyük ticaret yolu üzerinde Serahs-Merv arasında olup, Orta Çağ’ın önemli ticaret ve sanat şehirlerinden birisiydi.

Özetle İslâm dünyası (Basra Körfezi, Kızıl Deniz, Akdeniz, Karadeniz ve Hazar denizlerinin birleştiği bölgeler) denilen coğrafyaya baktığınızda Türklerin ticaret yollarını takip ederek buraları ele geçirip Türk-eli/ili haline getirdikleri görülür. Buralar tarihteki iki büyük iktisadî alanın yani Hint Okyanusu ve Akdeniz’in birleştirici ve kaynaştırıcı dinî yapısının Türk Müslümanlık tasavvuru olduğunun jeopolitik ispatıdır.

Bu ifadeler “Şanlı Tarih Sendromu” olarak görülemez. Büyük ve Anadolu Selçuklu Devletleri ile yurt-devlet özdeşleşmesinin dünya tarihindeki en uzun soluklu örneğini yaklaşık 24 milyon kilometre karelik bir alanda gerçekleştiren Osmanlı Devleti haritalarının tahayyül edildiğinde jeo-politik ispatından ne kast ettiğimiz anlaşılır. Cumhuriyet bu kültürel mirasın üzerine kurulmuştur. Bu açıdan Dündar Taşer’in ifadesiyle "Milliyet ve mukaddesatın korunduğu yer” olan Türkiye Cumhuriyeti  “Türk Rönesansı”nın nihai halkasıdır.

1.      Üç Tarz-ı Tefekkür ve “Türk Dünyası Kültürel Mirası”

 “Türk Dünyası Kültürel Mirası” açısından İslâm öncesi dönemi, Soğd kültürü, Zerdüştlük (Mecusilik),  Maniheizm, Budizm, Mazdeizm ve kısmen Şamanizm öğretilerini ayrıntılı incelemek gereklidir. Ayrıca ilâhî (İsevî-Musevî) öğretilere uygun yaşadığı “Mümin dönem”, Hz. Muhammed ile gönderilen ilahi mesajı benimsedikleri andan sonrasını ise “Mümin ve müslim” dönem diye incelemek uygun olur.

Üç Tarz-ı Tefekkür olarak nitelediğimiz Arap ve Fars akılları ve Müslümanlık tasavvurlarının birikiminden istifade ederek kadim Türk aklını yeniden güncelleme süreci Tuğrul Bey ile başlar. Türk Müslümanlık tasavvurunun kamuya ilan tarihi 1055’tir.  Nişapur’da kendi adına hutbe okutan Tuğrul Bey, yerleşik hayata geçip, İsfehan’ı başkent yapmıştır. 1058 yılında Abbasi Hanedanı Lideri (Halife), Tuğrul Bey’i “Doğu’nun ve Batı’nın Sultanı” ilan ederek onu kendinin vekili diye ilan eder. Bu, Selçuklunun İslâm (Sünnî) dünyasındaki etkisini gösterir. Artık kadim dünyada Türklerin dönemi ve “Türk Rönesansı ve Aydınlanması” başlamış, XVI. yüzyıla kadar devam etmiştir.  Nitekim Medrese (Üniversite) öğretim üyesi, kadı/hakim ve kazasker olan Kınalızade Ali Efendi’nin ifadesiyle Osmanlı, Fârâbî’nin Medenitü’l-Fazıla yani erdemli yönetim biçimini hayata geçirmiştir.

Bu bağlamda Emel Esin’in Türklerin cihanşümul bir sistem kurmalarına “Universalism” demesi ve Türk Hikmetinin (Felsefesi/Metafiği) temellerine işaret etmesi önemlidir.  Esin, Antik Çağ’da Yunan filozoflarını etkileyen bilgelik atası Anaharsis; Orta Çağ’da Türkler’de Fârâbî vardır, der. Onunla birlikte Yusuf Balasagunî, Mahmud Kâşgarî, Ahmek Yüknekî ve Hoca Ahmed Yesevî’nin Türklerin manevî ortamını oluşturduklarını belirtir. Bu düşünürlerin Türk Hikmeti/felsefesinin halka ulaşmasındaki odak noktalar olduğunu, Arap-Fars manevî etkisini kırarak geleneksel Türk maneviyatının canlandırılmasına vesile olduklarını söyler.  

Osman Turan’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, artık Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi gerçekleşmiştir: “Osmanlı İmparatorluğu üç kıtada, eski medeniyet ülkelerinde, iç denizlerde ve pek çok kavim üzerinde hüküm sürerken İslâm dünyasının geri kalan memleketleri de diğer Türk devletlerinin idaresinde bulunuyordu. Hindistan’da Babürlü ve İran’da Safevî şahlıkları, Türkistan’da ve Altun-Ordu’da başka Türk hanlıkları bulunuyordu. Böylece bu asırda Türk milletinin hâkimiyeti ve yayılışı Viyana kapılarından Ganj nehri vadilerine, Altay dağlarından Atlas dağlarına, İtil boylarından Habeşistan’a ve Büyük Sahra’ya kadar eski dünyanın yarısına kadar yayılıyordu. Avrupalıların Muhteşem dedikleri Kanunî Sultan Süleyman bu devrin ve Türk Cihan hâkimiyeti davasının tacını temsil eder.”

2.      Türk Felsefesinin Temalaştırılması

Günümüz felsefesi açısından Türk Felsefesinin temalaştırılması/somutlaştırılmasında “Türk Rönesansı” nirengi/referans noktasını oluşturur. Çünkü Hilmi Ziya Ülken’in ifadesiyle  “Türkler, muhtelif ırk, medeniyet ve muhitlerle temasın karşılıklı tesirleri neticesinde oldukça esaslı bir realist dünya görüşü kazandılar.” 

Günümüzde Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti üçgeni üzerinde durup, Erol Güngör’ün deyişiyle, buradaki “sırrı” keşfetmeye çalışmak, temalaştırmanın ilk adımıdır. Bu açıdan “Türk felsefesi” birçok devleti farklı zaman ve mekânlarda farklı isimlerle/hüviyetlerle kuran zihniyet/mahiyet üzerine düşünmektir.  

Bu çerçevede Müslüman olduktan sonraki Türkçe metinleri (Yesevî ve Hikmetlerini, Kaşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lügâti’t- Türk, Yusuf Has Hacip ve Kutadgu Bilig, Yüknekî ve Atabetü’l-Hakayik isimli eserlerini) varlık, bilgi ve değer açısından incelemek önemlidir.  Orhun Abideleri ise İslâm öncesi Türk felsefesinin kurucu metnidir. Özellikle Kaşgarlının, eserinde, Doğu Türkçesi (Hakaniye) ve Batı Türkçesi (Oğuz)  lehçeleri üzerinde durması,  “Türk Dünyası Haritası” eklemesi onun tarihçi, felsefeci boyutunun yanı sıra coğrafyacı yönünü gösterir. Bize göre, o jeo-felsefenin Türk dünyasındaki öncülerindendir.

Türk felsefesini/hikmetini kelam, tasavvuf ve mezhepler tarihinin (mümin-kâfir, fâsık-münafık) ikilemlerine düşürmeden inceleyip temalaştırmak şarttır. Bunun için “Varlığın Birliği” öğretisiyle Türkistan’da Ahmet Yesevî’nin yaktığı “Türk Metafiziği” çerağının Anadolu’da Yunus Emre’nin devam ettirmesi üzerinde durmak önemlidir. Çünkü Türk felsefesini ve öncelikle metafiziğini İslâmiyet’in verileriyle yoğuran Yesevî’nin “Hep varlık Hakk'undur.” “alâ küllî hâl” diyerek Vahdâniyyet gemisinin sırrını bilen, Âşk’ın sırrına eren, tecrîd ve tefrîd işlerini tamam eyleyen Anadolu’daki yoldaşı Yûnus Emre’dir. Her ikisi de girift dinî-felsefî kavramları sade bir Türkçe ile halka anlatmışlardır. “Halk tecellîsini şâir dilince eden bu âşık koca” Türkistan’da temelleri atılan ‘Türk’çe düşünüş ve Türkçe deyişlerle Türk felsefesinin metafizik boyutunu anlaşılır ve yaşanabilir bir şekilde iletmiştir. “Anadolu Mayası” diye nitelendirilmesi bundan dolayı olsa gerektir.

 O, “Tevrat ile İncil'i Zebur ile Furkan'ı

Bunlardaki beyanı cümle vücutta bulduk.

On sekiz bin âlem halkı cümlesi bir içinde

Kimse yok Bir'den artık söylenir dil içinde” diyerek "cümle yaratılmışlara bir göz ile bakıp"; "gökten inen dört kitabın günde bin kez okunmasını ve şerh edilmesini" önerir. Bu açıdan “Yûnus, Anadolu'da çoğulculuğu felsefileştiren bir düşünür-şairdir.” Bize göre onların ortaya koydukları Türk hikmetini/felsefesini “tasavvuf”a indirgemek, ortodoksi-heterodoksi ikilemine düşmek demektir. Burada (Cemal Kafadar’ın ifadesiyle) bir doktrinler ötesinde olma (metadoksi) durumu söz konusudur. Özellikle 11-15. yüzyıllar arasında Anadolu ve Balkan Müslümanlarının dinî tarihini bu kavram bağlamında kültürler arası geçişlilik merkeze alınarak incelenirse bu husus anlaşılır.

Bu bağlamda Türkçeyi kültürlerin ortak taşıyıcısı olarak görüp ister Müslüman isterse gayr-i müslim olan, Türkçe konuşan ve yazan bütün unsurların ortaya koyduğu fikirleri “Türkçe Felsefe” ifadesiyle temellendiriyoruz. Çünkü Türkçe, Anadolu coğrafyasının temel direği ve taşıyıcısıdır. Anadolu’da kurulan yeni devletin Osmanlı birikimimin çok dinli, çok dilli yapısı, kültürünün dayanağı ve ifade/ses bayrağı Türkçedir.

Bu nedenle olsa gerek, Cumhuriyet, Türkçenin ifade imkânlarını zenginleştirerek kendi hakikat arayışımızı temellendirmek için Türk Tarihi Kurumu, Türk Dil Kurumu ile Türkçe felsefe yapmayı resmileştirmiştir.

Bununla birlikte Müslüman olmayan yani İslâm’ı bir düşünce modeli olarak görmeyen ve başka bir dinî/felsefî geleneğe göre yaşayıp varlık-bilgi-değer üzerine sistematik fikirleri Türkçe dışında bir dil ile üreten âlimlerin ürettiği metinler de “Türk Felsefesi” içinde görülmelidir. Çünkü Türk aklının bütün lehçelerde ve farklı dillerde ürettiklerinin “Turan Öğretileri”dir.  Biz buna “Türk’çe Düşünüş”, diyoruz. Artık Gökalp’in ifadesiyle “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan, vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir Turan.”

Gökalp “Altın Yurt” olarak niteliği Turan’ın uykudan uyanması, Karakurum’un buyruksuzluktan, Altınordu’nun dağınıklıktan kurtulması için “Büyük Oğuz İttihadı’nın son aşaması olan Turan birliğinin hars/kültür açısından kurulması üzerinde durur.

Bu, “Türk dünyası kültürel mirası”nın güncellenmesiyle olacaktır. Bu nedenle öncelikli olarak farklı lehçelerde dile getirilen Türkçe felsefe, sonra farklı dillerde ve diğer kültürel kodlar içinde üretilen Türk felsefesinden haberdar olmak şarttır.  Ülkemiz dışındaki Türkleri “soydaş” olarak görmek, sorunlarıyla ilgilenmek ve çözüm önerileri üretilmesine katkı sağlamak ancak böyle olur. Bu  “Dünya Türklüğü Şuuru” ile donanmak demektir.

Sonuç:

Türk felsefesinin temalaştırılması, bu bilinçlilik halinin günümüz felsefe birikimine aktarılmasıdır. Teorik (ontolojik) temelleri, bunun Türkçe lehçeleri ve başka dillerde ifadesi (epistemolojik), özerk ya da bağımsız Türk devletleri (siyaset-değer) olarak hayata geçirilişidir.  

Türk felsefesi, Türkçe felsefenin bir ileri aşamasıdır. Gökalp’in deyişiyle “İlmi, felsefi, bedii bir mekteptir; başka bir tabirle, harsi bir mücahide ve teceddüt yoludur.” İlk aşamasında felsefe Türkçeyle, Türkçe düşünceyle birliktedir, zamandaştır.

Bu eylem-etkinlik, İslâm felsefesi, Arap felsefesi, Hıristiyan felsefesi, Musevî (Yahudi) felsefesi, Çin felsefesi, Budist felsefe gibi tasavvurlar bağlamında yapılır. Kültürel birikimin tarihsel temellerini ortaya koyup, bir anlama ve açıklama modeli ve/ya tarzı oluşturma imkânı üzerinde durur. Böylece Türk felsefîsini felsefece değerli olanın araştırılması açısından inceleme sürecine “giriş” yapılır.  

(Türk Dünyası Kültürel Mirasını “Türk Felsefesi” Olarak Temalaştırmak, Tesam Strateji Dergisi, 2024/16:12-16)