Çok değil bundan en fazla on beş yirmi yıl önce güzeli görenler gördüklerini tefekkür ederek, içlerine iyice sindirerek, kendilerine katarak hallerinde, lisanlarında, insanlıklarında görünür kılmaya gayret eder, bunun mücadelesini verir ve bu konuda kendileriyle çok çetin savaşlara girerlerdi sanki. En azından benim gördüğüm buydu.
Günümüzde ise bir güzellik gören onu kaydederek hemen başkalarıyla paylaşmanın, güzelliği gördüğünü aleme göstermenin, güzelliği ilk gören, ilk fark eden olmanın sosyal getirisini toplamanın derdinde ve bunun telaşıyla kıvranıyor.
Çünkü elindeki güzelliği pazara sürüp beğenileri toplayıp egosunu bu konuda tatmin ettikten sonra hiç vakit kaybetmeyip yeni güzellik avına çıkmak ve bunu sürdürebilir hale getirmek icap ediyor. Dolayısıyla güzellik dediğimiz şey hiç kimsenin kişiliğinde yerleşmiyor, uzun boylu konaklamıyor, pürtelaş dolaşıma çıkarılıyor ve güzelliğin bu bitip tükenmek bilmeyen dolaşımından aslında hiç kimse kayda değer bir gerçek kazanç elde edemiyor.
Çünkü sürekli el değiştiriyor, bu değişim sayesinde hiçbir elde kök salamıyor, filizlenemiyor ve yükselemiyor.
Yaşadığımız topluma kalbinizle bakın lütfen;
Sanki çok uzun mesafeler boyunca yürümüş gibi yorgunuz ama ne tuhaf ki bu yorgunluğumuza rağmen geldiğimiz hiçbir yer yok.
Sanki her şeyi çok seviyormuş gibi yapıyoruz ama sevginin yeşertemeyeceği hiçbir güzellik yokken gönül coğrafyamızı bozkırlar kaplamış durumda ve içimizdeki dünya kaskatı, içinde neredeyse hiç sevgi yok.
Sanki her düğümün çözümünü biliyormuş gibi konuşuyoruz ama her eylemimiz ve söylemimizle düğümler daha da çözülemez hale geliyor ve sorunlar yumağı büyüyor.
Her gün yaşadığımız enformasyon sağanağı altında onlarca şey okuyor, yazıyor ve çiziyoruz ama yazılan çizilen onca şeyden, okuduğumuz onca kitaptan, aldığımız onca eğitimden hayatlarımıza yayılan hiçbir bilgelik yok.
Zira başta kendi nefsim herkes ne kadar doğruluk timsali olduğunu ispat etmenin derdinde ama hayatın fotoğrafına bu kadar eğrilik nereden karışıyor kimse bilmiyor!
Yazıp çizdiklerimizden, söylediklerimizden gönül yangınlarımız, iyiliği yeşertme mücadelemiz, hak ve adalet konusundaki uğraşımız, merhameti yayma çabamız, ötekileştirmeden yaşama gayretimiz aynıymış gibi görünse de küçük bir kıvılcım yetiyor aramızda devasa yangınlar çıkarmaya.
Bundan olsa gerek ki yaşamakla sürüklenmek arasındaki fark belirsizleşiyor yavaş yavaş hayatımızda. Biz kendimiz gibi yaşadığımızı zannediyoruz ama bir gezegen dolusu insan aynı şeyi aynı şekilde yaşıyor. Her insanın parmak izleri dahi birbirinden farklı iken bütün gönüller aynı şeyi aynı şekilde yaşamayı istiyor olabilir mi, mümkün mü bu? Elbette değil!
Öyle ya kendimizi yaşıyor olsak, mutlaka bizim hayatımızın bize özgü bir başkalığı, kendine göre bir akışı, hissedişi, yönelişi olurdu. Demek yaşıyoruz ama kendi hayatımızı yaşamıyoruz. Bir vasata, bir ortalama yaşama tarzına, başkalığını yitirmiş bir genel hissedişe sürükleniyoruz sadece. Sadece bir hayat varmış da hepimiz onu yaşamak zorundaymışız gibi, çaresizce götürüp teslim ediyoruz sanki ilgili mercilere kendimizi ve kendiliğimizi.
Peki neden?
Asırlardır hayatının içinde olan şeylerden birkaç saniyede vazgeçebilen ve daha önce hiç görmediği herhangi bir şeyi, aynı birkaç saniye içinde hayati ihtiyaçlar listesine yazabilen ve o olmadan artık yaşayamayacağına inanabilen insanlar haline geldik artık neredeyse hepimiz. Bu bilinç kaybı; bize bir şeyler pazarlayanları küçük ve sığ dünyalarımızın hâkimi kılarken, bizi de her türlü zihinsel, düşünsel, duygusal operasyona alabildiğine açık hale getiriyor.
Bu zafiyetimizin üzerini örtmek için mevcut sorunlarımızı asli halleriyle, derinliğine kavramak için vakit ve emek harcamaya tahammülümüz yok. Yüzeysel kavrayışlarla bir an önce dolaşıma girmeyi, her meselede olduğu gibi o meselede de bir şekilde söz sahibi olmayı istiyoruz. Herkesin bilip bilmediği her konuda hiç durmadan tartışıyor olmasının başka bir izahı yok.
Önümüzdeki bu kirli manzara, aynı zamanda toplum hayatımızda herhangi bir meseleye vakıf olmadan konuşabilmenin artık alışılmış bir şey olduğunu gösteriyor. Bu da cehaletin yaygınlaşması ve artık yüzeyselliğin hiçbir itirazla karşılaşmadan kabul görüyor olması demek. Manevi dinamikleri ile dünya tarihine bin yıl boyunca hükmetmiş bir toplum için herhalde çok az şey, bu toplu yüzeyselleşme, bu kabullenilmiş sığlık kadar tehlike arz ediyor olabilir.
Ama bizler zihinleri iğfal eden bu tehlikenin farkına varmaksızın ekonomiden siyasete, tarihten edebiyata, kültürden sanata, dini meselelerden ahlaki değerlere kadar birçok konuda hazır kalıp sözler, bir türlü eskitemediğimiz klişelerle konuşuyor ve yazışıyoruz. Söz aynı seviyeden, aynı sığlıktan karşılık bulduğu için konuşup tartıştığımız meselelerde belli bir noktaya geliyor ya da gelmiyor oluşumuzun bir anlamı ve önemi olmuyor. Çünkü biz aslında zaten o meseleleri konuşmuş ya da tartışmış olmuyoruz. Asıl gayemiz konuşup tartışmak olmadığı için de ortaya gönüllere su serpen bir çözüm çıkmıyor ve kullandığımız klişeler söz sahibi olma ihtirasıyla yanıp tutuştuğumuz meselelerle ilgili aslında hiçbir şey söylemiyor.
Peki çözüm ne derseniz?
Öncelikle bu makus gidişatı değiştirebilmek için anmaya çalıştığım insanlık tutulmalarını, bu körleştirici meşguliyetleri, bu çürütücü alışkanlıkları aşıp insanlığımızı tekâmül ettirebilmemiz gerekiyor.
Değerlerin sakız gibi çiğnenen söz kalıplarından, boş iddialardan, ucuz tekerlemelerden ibaret kaldığı ve insanları olgunlaştırmaktan, zenginleştirmekten, derinleştirmekten uzaklaştığı bir ortamda kurduğumuz hiçbir cümlenin eylemimizle birleşmediği sürece uzun ömürlü olma ihtimali yok. Üzerimize serpilen ölüm uykusundan bir an evvel uyanarak gözlerimizi açıp muhasebemizi yapabilmeli, hiç durmadan tekrarladığımız değerlerin hayatımıza bir olgunluk, bir nezaket, bir seviye, bir güzellik katamadığını artık görebilmeliyiz.
Madem ki yaşamın tüm mecralarında ne vaziyet arz ettiğimiz, nasıl bir gerilim ve çatışma içinde olduğumuz, iddiası içinde olduğumuz manevi dinamiklerimizden ne kadar uzaklaştığımız ortada geçmişte asırlar boyunca bize asude ve nezih hayatlar bağışlayan bu dinamiklerimizden neden bu kadar ayrı düştüğümüzü daha fazla gecikmeden sorgulamak zorundayız.
Her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranmak ve bizi biz kılan değerleri laf ebeliğine, anlamsız tekerlemelere, klişe teorilere, gürültülü iddialara indirgeyerek durumu daha fazla idare etme şansımız olmadığını bir an evvel görmek; sözlerimizi özüyle buluşturmak, değerlerimizi hakkıyla yaşamak, kaybetmekte olduğumuz insanı, insanlığı arayıp bulmak ve hatta sabırla, dirayetle, adanmışlıkla tüm bunları yeniden inşa etmek durumundayız.
Kusurlarımızı bilmek, kendimizle yüzleşmek, ahlâkı toplum hayatında, ilişkilerde, davranışlarımızda en berrak haliyle yeniden yaşar hale getirmek, ‘kâl’i ‘hâl’e taşımak, alçakgönüllü çabalarla iddialarımızın içini doldurmaya çalışmak ve zenginliklerimizden gönül enginlikleri çıkarmak üzerinde tepindiğimiz manevi mirasa olan borcumuzdur.
Aksi halde içine girdiğimiz delice döngüye kanarak uyuşacak; büyümüş, kalkınmış, refaha kavuşmuş ama bütün bu maddi ilerlemelere rağmen içinden çürüyen, yoz, hakkaniyetsiz, adaletsiz, incelik ve zarafetten yoksun ileri batı toplumları gibi asılsız, kaba ve neredeyse imitasyon bir toplum olma yolunda hızla ilerleyeceğiz.
Ayrıca farkına varmalıyız ki bizim dünya imtihanımızın konusu, başkalarının yapıp ettikleri olmayacak; bizzat bizim neyi yaşıyor olduğumuzdan, yaşadığımız çağa ne kattığımızdan, bize sunulan ömür vadesi içinde dünyayı cennete çevirmek için ne kadar mücadele ettiğimizden imtihan edileceğiz.
Bu yüzden de başkaları hakkındaki fikirlerimizi, yargılarımızı, tenkitlerimizi ve hatta hayal kırıklıklarımızı söze dökerken, söyleyeceklerimizi onların hak ettiği kelimeler arasından değil; kendimize yakıştırabildiğimiz, içimize sindirebildiğimiz ve hesabını verebileceğimiz kelimelerden seçmekle mükellefiz. Bunu, sadece başkalarının hukukunu korumakla ilgili hassasiyetimizin gereği olarak göremeyiz; bu aynı zamanda hakikati hayatıyla tasdik edenlerden olmak için verdiğimiz sözün de bir gereğidir.
Biz hem hakikati hem de onun bir cüzü mesabesindeki kendi hakikatimizi incitmeyecek bir ahval üzere yaşamak ve kelimelerimizi buna uygun bir lisandan seçmek, yani bize yakışanı bulmak mecburiyetindeyiz. Elbette ki nasibimizce, çabamızca ve takatimizin yettiğince.
Dilimizden dökülen her kelimenin, beyan ettiğimiz her ifadenin, serdettiğimiz her fikrin taşıdığımız hissiyata yakışıp yakışmadığına dair bir kanaatimizin olması, bunu bir mesele olarak düşünmemiz ve bunun hayatî bir ihtiyaç olduğunun idrakinde bir yaşam sürmemiz lazım. Çünkü; dilimizden kontrolsüzce çıkarak alemin silinmez hafızasına kaydolan bütün bu kelime ve ifadeler; her yapılanın ayan hale geleceği ve muhakeme edileceği o çetin mahşerî buluşmada hayatımıza, insanlığımıza, kulluğumuza dair şahitlik etmek üzere orada hazır bulunacak.
Farkında olabilme temennisiyle.
Muhammed Rıdvan Sadıkoğlu'nun yeni yazısını okumak için tıklayınız..