Para, iş, eş, aş, aşk, evlat, ev, araba, kıyafet, sağlık, itibar. Benim param, benim arabam, benim evim, benim çocuklarım, benim telefonum, benim bilgisayarım veya; “şu da benim olmalı”, “bu benim elimde kalmalı”, “benim bir eksiğim olmamalı”, “bu niye benim değil ki?”, “şunu bana niye vermedin ki?”, “benimkiler niye az olsun ki?”, “onda varsa bende de olmalı”, “onların var da benim niye yok!”, “bende yoksa sende de olmamalı”, “bunlar benim, kimseye vermem”.
Hiçbiri yabancı cümleler değil, değil mi hiçbirimize. Zira bunlar, sayısını yüzlerce artırabileceğimiz “ben” kavramı üzerine inşa ettiğimiz istek ve taleplerimiz, tüketim hırsımız, sahip olma gayretimiz. Az veya çok farketmiyor. Sahip olma dürtüsü, tüketim hırsı ele geçirmiş durumda her birimizi.
Tüketimi ilk ve tek ayet olarak dikte eden; ibadeti tüketmek, mabedi AVM’ler, azizi pop figürler, çağrısı reklamlar, minaresi reklam panoları ve dev ekranlar, ağlama duvarı elma storlar, sevabı harcamak, günahı yetinmek, kutsalı kutsal tanımamak olan enteresan bir din olan kapitalizme iman ettik çünkü.
Bu din gel diyor, kim olursan ol yine gel.
İster Müslüman ol, ister Budist, ister ateist hiç fark etmez; yeter ki harca, yeter ki tüket.
Hayatın hemen her alanına dair teklifi olan bu din, tıpkı bir afyon gibi bizi bağımlısı kıldı; çerçevemizi çizdi, statümüzü belirledi, değer yargılarımızı tespit etti ve nihayet bizi kendimizden başka bir şeye dönüştürdü.
Bu dine iman edip teslim olduğunuz anda mesele sizinle cebinizdeki paranın,elinizdeki mülkün, mevcut imkânlarınızın münasebeti olmaktan öteye taşınıyor. İnsana, eşyaya, hadiseye, varlığa, değere bakışınızı ister istemez yeni dininizin perspektifi şekillendiriyor. Ne yerde bulduğunuz ekmeği öpüp başa götürmeye gerek kalıyor, ne de bir dereden bile abdest alırken suyu israf etmemeye ihtiyaç duyuyorsunuz.
Cânım yıllarını heba ederek kavuştuğu okul diplomasını geleceğinin garanti belgesi olarak gören ama diplomasına kavuştuğunda yaşadığı hayal kırıklığıyla ordan oraya bu kez iş aramakla ömrünü tüketen gençlerimiz; mesleğini çoluk çocuğunun nafakası için sınıfta ders anlatmaktan ibaret bilen öğretmenimiz, hastasını ekmek kapısı gibi gören doktorumuz, suçlu olduğunu bildiği müvekkilini berat ettirmeyi başarı sayan avukatımız, mahallenin berberi olmakla imamı olmak arasındaki farkı idrakten mahrum kanaat önderimiz, işgal ettiği koltuğu yakınlarına istihdam alanı olarak parselleyen siyasetçimiz, işi kitabına uydurmayı işin kitabından daha iyi bilen bürokratımız, mesai saatini lak-lak’la dolduran memurumuz, mesaisinin içini lakaytlıkla boşaltan işçimiz, zalim müteahhitimiz, üçkağıtçı tüccarımız, milyoner dilencimiz, duasız annemiz, zampara babamız da bu dinin dindarları.
Farkında mısınız bilmiyorum ama bu din sayesinde avuçlarımızdan kayıp gitti; o dillere destan muhabbetimiz, mahalle sohbetlerimiz, her biri anamızdan babamızdan vefalı komşularımız. Bu din sayesinde 120 m2 lik evlerde dahi birbirinden bağımsız insanlar var artık; zira annenin, babanın, evladın dünyası apayrı artık.
Yani aslında tüm dertlerimizin sebebi bir, suretleri başka.
Bu sebep-suret izahatını başka bir yazıya diyerek müntesibi olduğumuz inancımızın “tekasür” yani “çoğaltma yarışı” olarak tanımladığı kapitalizmi neden bir din olarak tanımladığımı izah etmeye çalışayım bu yazımda;
Bu dinin önceliği olan “servet biriktirme hırsı” bizim inançsal kültürümüzdeki zühd benzeri bir “çile”yi gerektirtiriyor. Bizdeki zühd kavramı kişinin “kendini okuması, hiçliğinin farkına varması, kalbindeki kir, pas ve hatalarından arınması” iken kapitalizm dinindeki çile, başkalarının kanını,emeğini, alın terini emerek çekiliyor. Bu çile ile servet biriktiren ulvîleşiyor ve sahip olunan servet miktarınca da toplumsal bir kutsallık kazanıyor.
Hangi yoldan elde edildiği çok da önemli olmayan bu servete ulaşan kişi elde ettiği servetiyle; bizim inançsal kültürümüzde “hegemonya”(hükümranlık kurma) olarak tabir edilen ve bunu yapanların ısrarla cehennem ateşiyle tehdit edilmesine karşılık çektiği çile (emdiği kan, çaldığı emek ve alınteri) ile bir yoksul sınıf yaratan bu hegemonya, yoksul sınıfa karşı “rızık bende” iddiasını sözüm ona meşrulaştırıyor ve ortaya “yalvaran” bir sınıf çıkmış oluyor. Bu dinde yalvarma, bir dua çağrısı olup, servet sahipleri verdikleri bağış karşılığı edilen “dua”nın “yöneteni” olarak işe alan, işten çıkartan, “ekmek veren” egemenlere dönüşerek bir “ilahlık” tasavvuru ortaya koyuyor.
Bu din “anneler günü, babalar günü , kadınlar günü, işçi bayramı” gibi sayısını çokça artırabileceğimiz zaman dilimlerine yayılarak “bayram”lar ilan ediyor ve ritüeli olmayan gün kalmayacak şekilde bütün yıla yayılıyor.
Yoksulluk büyüdükçe, muhtaçlar arttıkça bu din de semirerek büyüyor ve bu sayede “rızık indirme”nin meşruluğu sağlanarak; muhtaç bırakılan kesimin hemen her günü zengini kutsama, ona “taleplerini duyurma” yürüyüşüne çıkmakla geçiyor ve bu “ayin” hali sürekli kılınıyor.
Sürekli kılınan bu “ayin”ler sayesinde ait olunan kültürün kodları adım adım silinerek, oluşturulmaya çalışılan “tek kültür” paradigması içinde her geçen gün kanser hızıyla yayılan bu din sürekli sinema, stadyum, AVM adı altında yeni tapınaklar açıyor. Bu tapınakların çoğuna (hatta artık tamamına) gün ışığı girmiyor; çünkü tapınaklardaki dindarların zaman kavramını yitirmeleri ve tapınağı nasıl terkedeceklerini bilmemesi gerekiyor. Her yapılan alışveriş kişiyi daha çok dindarlaştırıyor ve tükettikçe imanı artıyor!). Stadyumlardaki zikir, “en büyük kim?” ile yankı bulurken, AVM’lerde bu zikir “en pahalı hangisi” ne dönüşüyor.
Bu dinde bilgi “ücretsiz” sunuluyor, “çok okudum, çok çalıştım ve kazandım” algısıyla yaşanan teslimiyet süreci kartvizindeki unvan ile “müjde”lenerek “kurtuluş-felah” çağrısı oluşturuluyor. Marka ve logolarla etkileşim arttıkça, paraların üstündeki sembollerle yakınlık sağlandıkça, kartvizitlerdeki sıfatlar büyüdükçe “kurtuluş” ümidi de eş zamanlı artıyor.
Bu din faturası ne olursa olsun bakmadan, hangi inanç ve toplumda olduğunu umursamadan varolan “mutlak değer”leri yıkarak üzerine inşa ettiği yeni “mutlak değerler” ile geride bıraktığı hiçbir “mutlak değer”in onun varlık nedenine müdahale etmesine izin vermiyor.
Esnafı, zanaatkarı,çiftçiyi, üreticiyi kendi dininin kafiri gören bu din maaş almayan, düzenli geliri olmayan veya sunduklarına müşteri olmayan bir varlığı kabul etmeyip sistem dışına atarak “yok sayıyor.”
Dinine iman eden bireyi “bolluk” alanına taşıyıp iyice dindarlaştıran bu dinin devamı için birilerinin hep yoksul kalması gerekiyor. “Çalış senin de olur” retoriğini menkıbeleştiren bu dinde yoksulların kendi oturduklarına benzer konutlara oturması, kendi sitelerinde komşu olmalarına tahammül yok; çünkü bu dine göre onlar kaderlerinde “yoksulluk” yazılı zavallılar.
Tıpkı Kilise’nin cennet satması gibi bu din de kendisi üretmediği halde mutluluğu, tatmini ve hazzı “hayatın gerçek tadı”, “mutluluk yaşadığın yerde” gibi “ayetler”le (reklam spotu) pazarlıyor.
Sizce sayfalar dolusu artırabileceğim bu argümanları daha fazla sıralamaya gerek var mı?
Biz neden bir türlü “huzur” denen o muazzam lezzete ulaşamıyoruz, eskiler neden daha çok “huzurlu” idi, anlaşılıyor mu biraz?
Peki…
Biz bu dine iman ettikçe, sahiplik arzumuz depreştikçe, tüketim hırsımızı törpülemedikçe daha çok tükeneceğimizi ve artık avucumuzda kırıntısı kalan manevi dinamiklerimizi de kaybedeceğimizi biliyor muyuz sizce?
Bence hayır!
Çünkü bir şeyin hakikatine sahip olmak isteyen insan, ilkin o şeyin aslından mahrum olduğunu fark edecek. Zira var zanneden aramaz, bulanı görünce olmadığını anlar, anlarsa arar, bulunca taklit eder, taklit ederek de tahkikine erer, o da nasibi kadar.
Yani, insanın mahrumiyeti fark etmesi, kendisinde var zannettiği şey(ler)in aslında var olmadığını anlaması için mutlaka ona gerçekten sahip olanı tanıyıp bilmesi gerekir; zira sahtenin sahteliği, hakikinin yanında ortaya çıkar.
Bugün hala aramızda hamdolsun var olan ve bu dine inanmayı “reddetmiş” aksakallı dedelerimizin, nur yüzlü ninelerimizin, abdestsiz hamura dokunmayan analarımızın yanında solukladığımız huzurun sebebi bu işte.
Yazımın burasına kadar sabredebildeysiniz farkedeceksiniz ki “manevi dinamiklerimizin penceresinden baktığımızda” sorun ne eşya kaynaklı ne de özelliklerini saymaya çalıştığım haz, hız ve ayartıcı güçlerin yücellttiği, nefsi okşayan kapitalizm kaynaklı; sorun sadece “ihtiyacımız olan ile olmayan arasında kurduğumuz ilişki” kaynaklı.
Siyer kitaplarında Alemlere rahmet olanın bugün bize “fakirlik, yoksunluk” olarak öğretilen ‘fakr’ kavramının aslında tam tersine “hiçbir şeye sahip olmamak değil, ne kadar çok şeyin olursa olsun, hiçbir şeyin sana sahip olmaması” olarak arz ediyor Cüneyd-i Bağdadi.
Mekke yıllarının yokluk, baskı, şiddet, zulüm yılları olduğu için hiç anılmayan ‘infak’ kavramının, Medine’ye giriş ile birlikte ardı ardına “sınav” olarak sunulması ve ters- düz olmaya meyilli insan- eşya ilişkisini düzenlenmesi bu yüzden.
Peki biz bu sınavı nasıl kazanır ve bu dine iman etmekten kurtulabiliriz?
“Size verdiklerimizden başkalarına da verin (Bakara,3)” ilahi hükmünden yola çıkarak bizde olanın “bizim” değil, “bize verilen” olduğunu kabul edip, “bize verileni vererek” kapitalizm dininin ortaya çıkardığı “yoksul sınıfı” koruyup sahip çıkarak ve bu sayede bize veren Allah’ı kazanarak tabi ki.
Öyle ya infak, zekat, isar olarak onlarca ayette zikredilen “vermek”, kendisine verildiğini bilenlerin işi olarak, aldığımızı hatırlamak için değil mi?
Ama tüm yazdıklarımı alt alta topladığımızda farkedeceğiz ki “biz vermeyi unuttuğumuz için” bize vereni de unuttuk.
Hem de öyle bir unutuş ki bu; kapitalizm denen dinin karşısına dikilecek yegane gücün İslam, O’nun vazettiği kardeşlik, infak, paylaşma,yardımlaşma gibi ulvi hasletler olduğunu bilen bütün dünya mazlumları dua, zalimleri ise endişe ile o günlerin yeniden varlığına dair bir emare görmek için avuçlarımıza bakıyor. Avucumuza dikilen bakışlarla göz göze geldikçe yitiğimizi hatırlayıp bakışlarımızı biz de bir ümitle hayatımıza çevirdiğimizde acı içinde görüyoruz ki; bırakın avuçlarımız arasında o güzellikleri bulmayı, onu kavrayacak avuçlarımız yerinde yok.
Kimbilir belki de bu yüzden “vermekle ‘veren’i bulur verenler” diyor ârifler.
Sizi bilmiyorum ama ben kendi nefsim adına eşyaya olan aitliğimi çözemediğim sürece, ‘ben’in bana borç verildiğini unutup ‘ben’imi alacaklı olarak görüp ötelere göçeceğim sanırım. Çünkü eşyaya olan bağımlılığım arttıkça “borç” aldığım ve sahibine teslim edeceğim “ben” yüzünden, beni bana verene borçlu olmam gerekirken tam aksine kendimi daha çok alacaklı hissediyorum!
Ama böyle düşününce de şükürler olsun ki kalbim aklıma itiraz ediyor hemen;
“Seni sana verene diklenmek için kullandığın malzeme, O’nun sana verdikleri” diye ve devam ediyor bu fısıltıya;
“Hiçbir şeyin yokken seni varlıklı eden O’na; istediğini hemen vermedi diye kızıyor; istediğin kadar vermedi diye küsüyor; istediklerini verince şımarıyor; sana verdiğinden başkasına vermeni isteyince de nazlanıyorsun! Nasıl bir küstahlıktır bu!”
Mülkün sahibi ise, sahip olmak ve olmamak arasında kıvranıp duran insanlığa varlık manifestosunu fısıldıyor;
“Sen, ey insan, hatırla ki bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildin” ( İnsan,1)
Yaşaması bile kendinden olmayanın sahiplik iddiası ne kadar eğreti; aldığı nefesi bile ödünç olan, verdiği nefesi de emanet veren kişinin sahiplik davası gütmesi ne kadar tuhaf değil mi? Ama biz mülk O’nun olduğu halde sahip olma kaygısındayız. Ölümü, O var ettiği halde (gücümüz yetmeyeceğini bildiğimiz halde) yok etmeye çalışıyoruz. Hayatı O var ettiği halde, biz boş yere kendi omuzlarımıza yük ediyoruz yaşamayı.
Hayır hayır!
İnsan sahip olduğunu sandıklarıyla sadece birliktedir ve “benimdir” diyemez. Olsa olsa “benimle beraberdir, yanıma şimdilik emanet verilmiştir” diyebilir.
Bu yüzden olsa gerek ki, ayetlerde “ölüm” insana emanet edilen hayattan önce zikredilerek sanki kendini pürüzsüzce akıp giden hayatın ortasında bulan insana o beklenmedik kesintiyi “en baştan” hatırlatıyor.
Varlığının kesintiye uğrayacağı o an her daim yanı başında bekliyor seni diyor; varlığın ödünç, sahiplenmen emanet diye de onlarca ayette haykırıyor.
“Çıplak geldin, çıplak gideceksin” diyerek de son noktayı koyuyor;
“Varlık senle kalacak değil, sen de varlıkla kalacak değilsin”
Sebebi farkedenlere selam olsun!