Enflasyon, fiyatlardaki düzenli ve sürekli artış neticesinde ortaya çıkan bir olgudur. Enflasyonun kaynağını tek bir nedene bağlamak imkansızdır. Talep enflasyonu, maliyet enflasyonu, ithalat enflasyonu gibi birçok yapısal unsurdan kaynaklı olarak ortaya çıkabilir. Gelişmekte olan bir ülke için enflasyon kaçınılmaz bir ekonomik gelişmedir. Ekonomideki dinamizmi de ifade eder. Öyle ki ekonomi literatüründe yüzde 10’a kadar olan enflasyona olumlu bakılır çünkü ekonominin canlılığını, geliştiğini gösterir. Çift haneli enflasyon rakamları ise ekonominin hassaslaştığını ve politikaların yeniden gözden geçirilmesini gerekliliğini ortaya koyar. Enflasyonun kronikleşmesi ve mal/hizmet fiyatlarının %50’den fazla atması, ekonominin krizle karşı karşıya kaldığını gösterir. Ülkemizde geçmişte hiper enflasyon veya dörtnala enflasyon diye de tanımlanan çift haneli enflasyon dönemlerinde, derin ekonomik krizler yaşanmıştır. Bunlardan en önemlisi 2000-2001 ekonomik krizleri olup şüphesiz ki krizden çıkışta, enflasyonu tek haneli rakamlara düşürmek temel amaç olmuş, bankacılık, finans ve reel sektöre yönelik köklü değişimlere gidilmiş, ‘güçlü ekonomiye geçiş programı’ diye adlandırılan bir ekonomik program ile neredeyse 10 yıl sürecek ciddi bir mücadele ortaya konmuştur. Elbette ki izlenen tüm bu çabalar boşa gitmemiş ve 2005 yılından itibaren çalışmalar meyve vermeye başlamış, %200’lere ulaşan enflasyon birkaç yılda tek haneli rakamlara inmiştir. Özellikle de bu süreçte merkez bankasının izlemiş olduğu politikaların enflasyonun düşürülmesindeki katkısı göz ardı edilemeyecek kadar büyük olmuştur. Hatırlarsınız, 2006 yılında para birimimizde yaşanan gelişmeler, özellikle de TL’den sıfırların silinmesi ve değerinin artırılması, enflasyonu dizginlemede en önemli adım olmuştur. Dolayısıyla ülkemiz enflasyonla mücadelede geçmişte önemli bir başarı kaydetmiştir. Ancak enflasyon gerçeği her zaman hayatımızın içerisinde olacaktır. Öte yandan günümüz koşulları göz önüne alındığında, sadece enflasyon değil ekonomik istikrarı tümüyle korumak, bir taraftan büyümek, bir taraftan da dış ekonomik ilişkileri sağlıklı yürütmek, daha zor bir mesele haline gelmiştir. Sadece ülke içinde izlenen politikalar değil dünya gündemi de ulusal ekonomileri kolayca etkilemektedir. Özellikle de son yıllarda yaşanan salgın hastalıklar, kuraklık, iklim, çevre gibi dünya gündeminden düşmeyen konular, ülkelerin sadece bu gününü değil gelecek politikalarını da belirlemekte zorlamaktadır. Durum böyle olunca, enflasyonla mücadelede alınacak önlemlerin yerini bulması, çözüm sağlaması zor olmaktadır. Esasında enflasyonun hangi sebepten kaynaklandığına bakmak da gerekir ki ekonomimizin talep enflasyonu, maliyet enflasyonu ve ithalat enflasyonu ile aynı anda karşı karşıya kaldığını görmekteyiz. Talep enflasyonu, aslında bir kıtlık enflasyonu olup toplam üretimin diğer bir ifadeyle toplam arzın toplam talebi karşılayamaması dolayısıyla kıt olan malın fiyatının yükselmesi olarak karşımıza çıkar. Maliyet enflasyonu ise üretim aşamasında, hammadde veya ara mal olarak kullanılan girdilerin ya da üretim aşamasında kullanılan emeğin, sermayenin, mülkün fiyatında/değerinde yaşanan artışların, nihai mala zam olarak eklenmesini ifade eder. Bunlar, ülke ekonomisinde enflasyona yol açan temel yapısal sorunları oluşturur. Elbette ki bir de dışımızda gelişen fiyat yükselişleri vardır ki bunun temel nedeni döviz kurlarıdır. Kurların yükselmesi, ithal ettiğimiz malların pahalılaşmasına neden olmaktadır. Özellikle de dışarıdan ithal etmek zorunda olduğumuz enerji, yüksek teknoloji içeren mallar ve ilaçlar nedeniyle ithalat enflasyonu ile karşı karşıya kalmaktayız. Esasında her bir enflasyon türü ve bununla mücadeleye ilişkin derinlemesine bir anlatım yapmak burada mümkün değil ama enflasyonla mücadelede nasıl bir yol izlendiğine ve özellikle de son günlerde sıklıkla üzerinde konuşulan faiz enflasyon ilişkisine değinmek istiyorum.
Enflasyonla mücadele noktasında temelde merkez bankasının izlemiş olduğu para politikaları ve hükümetin izlemiş olduğu maliye politikaları kullanılır. Her ne kadar Merkez Bankası bağımsız bir kurum olsa da alınan kararların başarısı para ve maliye politikalarının uyumuna bağlıdır. Hükümet, vergi ve harcamalar kanalını kullanarak uzun ve kısa vadeli programlar hazırlar ve yürütür. Merkez Bankasının politika araçları ise daha çeşitli ve daha etkilidir. Zira genellikle kısa vadeli politikalardan oluşup adeta hükümetin nefes almasına ve izleyeceği politikalara yol açmasına yardımcı olur. Diğer bir ifadeyle hükümetin zaman kazanmasını sağlar. Böylece kısa vadeli para politikaları ile uzun vadeli mali politikalarının uyumlu birlikteliği sayesinde nihai netice sağlanır.
Merkez bankası enflasyona dolaylı yoldan para arzını etkileyerek müdahale eder. Bunu yaparken kullandığı en etkili araçlardan birisi faiz oranlarıdır. Burada mekanizma şöyle işler: Merkez Bankası faiz oranlarını yükselterek yüksek faiz oranına sahip fonları piyasaya arz eder. Böylece dolaşımda olan parayı piyasadan çeker. Piyasada para arzı azalmış böylece TL’nin değeri de artmış olur. TL’nin değer kazanması ile enflasyon da geriler. Bütün bunlar olurken hükümet kanadında da maliye politikaları işler. Para arzını azaltmak için bazı harcamalardaki vergi oranları artırılır. Transfer harcamaları azaltılır, tasarrufa yönelik uzun vadeli politikalar izlenir. Ekonominin daralmaması için fiziki sermaye yatırımlarına devam edilir ki istihdam artsın, işsizlik azalsın. Böylece enflasyon kontrol altına alınırken ekonomik büyüme de devam eder. Sağlıklı işleyen bir ekonomi için tek haneli seyreden rakamlarda bir enflasyon olumlu kabul edilir. Dolayısıyla merkez bankasının bu şekilde izleyeceği faiz politikası ile enflasyondaki yükselişin önüne geçilmiş olur. Ancak Merkez Bankasının izleyeceği bu politika, ekonomi için bazı riskleri de beraberinde taşır. Öyle ki, yüksek faiz oranı dikkatli kontrol edilemediğinde, ekonomide başka tahribatlara yol açabilir. Ülkemizde yaşanan faiz tartışmalarının temelinde de esas bu durum yatar. Özellikle de yüksek faiz oranlarının, ekonominin kırılganlığını artıracağı endişesini barındırır ki bu haklı bir korkudur. Çünkü sermaye akımlarının serbest olduğu dışa açık bir ekonomide yüksek faiz oranları, yabancı yatırımcıların faiz kazancı elde etme iştahını kabartacaktır. Bu durum Türkiye’ye kısa vadeli yabancı sermaye akımlarının diğer bir ifadeyle dövizin gelmesini sağlayacak ve yabancı yatırımcıya yüksek faiz geliri sunacaktır. Dövize ihtiyacı olan ekonomi, faizleri bir süre yüksek düzeyde tutmak durumunda kalacaktır. Aksi takdirde en ufak bir faiz düşüşünde yabancı sermaye ülkeden kaçacaktır, tıpkı 1994 ve 2000-2001 krizlerinde olduğu gibi. Diğer taraftan dalgalı kur sisteminin olduğu ekonomilerde, kurlara herhangi bir müdahale edilemediği için ve kurdaki yükselişler ‘arbitraj’ diye de tanımlanan bir ‘kur farkı getirisi’ sağladığı için yabancı yatırımcılar, ucuz (kurun düşük olduğu) piyasalardan aldığı dövizini, kurun yüksek olduğu Türkiye gibi piyasalarda bozdurarak bir ‘arbitraj geliri’ de elde etmektedir. İşte bu uluslararası spekülatörler, ne yazık ki piyasadan piyasaya, ülkeden ülkeye dolaşarak ekonomileri kırılganlaştırmaktadır. Türkiye’nin de karşı karşıya kaldığı durum budur esasında. Evet, faiz oranlarını yüksek tutarak Türk Lirasının değerini yükseltmek ve enflasyonun önüne geçmek kısa vadede mümkün ancak serbest piyasa ekonomisinde izlenen bu politika, istenen sonucu veremediği gibi ekonomide yeni tahribatlar açması kaçınılmaz olacaktır.
Peki, ne yapmalıyız? Faiz oranlarını yüksek tutarak ülke kaynaklarımızın yabancı yatırımcılar tarafından emilmesine razı mı olmalıyız? Yüksek faiz oranının ülkemize döviz çekmesi, olumlu bir gelişme gibi karşılanır ancak burada gözden kaçan şöyle bir detay vardır: Ülkemize giriş yapan döviz, kısa vadeli bir sermayedir. Yani yatırımcının amacı yalnızca faiz geliri elde etmektir. Ufak bir faiz düşüşünde, parasını yeniden dövize çevirip elde ettiği faiz kazancı ile birlikte ülkeyi terk edecektir. Dolayısıyla kendinden başka kimseye hayrı olmayan bir sermayedir. Çünkü Merkez Bankası, yabancı yatırımcının her an ülkeyi terk edeceğini bildiği için gelen dövizi yatırım olarak kullanamayıp rezerv olarak tutmak durumundadır. Yabancı yatırımcı, parasını tekrar dövize çevirip gittiği için TL’nin değeri döviz karşısında yine düşecek böylece enflasyon daha da artacaktır. Döngüye baktığımızda faiz oranın dışa açık ve serbest kur sisteminin olduğu bir ekonomide, işte tam da bu nedenden dolayı enflasyonla mücadelede güvenilir bir çözüm olmadığını görmüş olmaktayız.
Netice olarak, faiz oranlarını yüksek tutarak, yabancı yatırımcılara hem faiz geliri hem de arbitraj geliri kazandırıp ülke kaynaklarımızı heba etmek; enflasyonun daha da katlanarak artışına neden olmak ve böylece ekonomik gücümüzü ve kredibilitemizi zayıflatmak, ülkemizi tehlikeli bir çıkmaza sürükleyecektir.
Enflasyonla mücadele noktasında hem teorik olarak hem de uygulamada farklı yollar olmakla beraber, ülkemizin 2000-2001 ekonomik krizleri sonrasında izlediği ve başarılı olduğu tecrübe de unutulmamalıdır. Ama şunu biliyoruz ki hem yapısal hem de spekülatif karakterli bir enflasyon olgusu ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla enflasyona karşı mücadelede izlenecek politikalar noktasında, yelpazenin geniş tutulması gerekmektedir. Mesela, alışılagelmiş para ve maliye politikalarının yanında, acaba kur yükselişlerini avantaja çevirerek ya da piyasadaki para arzı fazlalığını, yatırıma dönüştürerek enflasyonun önüne geçebilir miyiz? Bu sorulara vereceğimiz yanıtlar ile bu yazıyı daha da uzatmak ve değerli okuyucularımızı yormak istemiyorum. Bir sonraki yazımızda enflasyonla mücadelede elimizden neler gelir, değerlendirmeye çalışacağız, efendim.