Bir önceki yazılarımızda ülkemizde fiyat yükselişlerinin maliyet, talep ve ithalat enflasyonu olmak üzere üç ana koldan etkilendiğini; bunların dışında bir de kur yükselişlerinden kaynaklı spekülatif enflasyon ile karşı karşıya olduğunu belirtmiştik. Merkez Bankasının ilk kez uygulamaya başladığı “kur korumalı mevduat sistemi” ile birlikte kur yükselişinden kaynaklı spekülatif enflasyon, diğer enflasyonlardan ayrıştı ve böylece ülkemizde maliyet, talep ve ithalattan kaynaklanan yapısal bir enflasyonun ciddi seviyelerde olduğunu gördük. Yapısal enflasyon nasıl ortaya çıkıyordu, hatırlayalım: Normal koşullarda, Bir malin fiyatının serbest piyasada arz (ürün) miktarı ile talep (malı almak isteyen tüketici) miktarı tarafından oluştuğunu biliyoruz. Bu temel iki unsur, bir malın piyasa değerinin, diğer bir ifadeyle denge fiyatının oluşmasında belirleyicidir. Tanımı genişletecek olursak da, bir ülkede cari fiyatlardan üretilen tüm mal ve hizmetlerin, toplam talebi karşılama yeterliliğidir. Eğer ki toplam talep, toplam arzdan fazla ise bu durumunda fiyatlar yükselmeye başlar ki, talep enflasyonu denen olgu tam da bu nedenden dolayı ortaya çıkar. Diğer taraftan mal ve hizmetlerin üretimi aşamasında kullanılan enerji, hammadde veya ara mamuller vardır ki bunların fiyatlarındaki artışların, nihai mal ve hizmetlerin satış fiyatına yansıması halinde ise maliyet enflasyonu ile karşı karşıya kalırız. Söz konusu bu sorunu kısa vadede nasıl çözeriz noktasında önemli adımlar atılıyor ancak görüyoruz ki yuvarlanan taş bir türlü yerini bulmuyor. Belli ki bu mesele ile birkaç yıl daha uğraşacağız. Zira üretimden veya maliyetten kaynaklı bir yapısal enflasyonu, kısa vadeli politikalarla çözmek kolay değildir. Vatandaşın düşen satın alma gücünü yükseltmek adına yapılan gelir vergisinin kaldırılması ve KDV oranlarının yüzde 8’den yüzde 1’e düşürülmesi, enflasyonla mücadele noktasında belki de TL’den 6 sıfırın silinmesi kadar önemli bir karardı ancak her geçen gün yükselmeye devam eden fiyatlar nedeniyle, tarihi karar niteliğindeki vergi politikaları, ne yazık ki tüketicinin cebine yansımadı. Peki, fiyatlar neden çıktığı seviyelerde yapışıp kalıyor, geri düşme yönünde direnç gösteriyor ve niçin politikalar etkinsiz kalıyor, biraz irdeleyelim.

İktisadi literatüre ‘fiyat yapışkanlığı’ olarak girmiş olan bu kavram, özellikle de enflasyonist dönemlerde kendini daha fazla hissettirmektedir. Kavramsal olarak ele alırsak fiyat yapışkanlığı, piyasada belli bir denge fiyatından işlem gören bir malın arz ya da talep koşullarında meydana gelen değişikliklerin, fiyata anında yansımaması olarak tanımlanmaktadır. Ama ekonomimizde yaşanan gelişmelere baktığımızda genellikle, fiyatlardaki hareket artış yönünde ise anında yansıdığını; aşağı yönlü düşüşün ise fiyatlara yansımasının ya çok yavaş olduğunu ya da hiç olmadığını görüyoruz. Literatürde, bu aşağı yönlü düşüsün çok yavaş ve gecikmeli olma sebebinin, piyasadaki fiyat belirleyici unsurlar (üreticiler, firmalar vs) arasında bilgi asimetriği olduğu gösterilir. En basit ifadeyle açıklarsak eğer: piyasada yalnızca A ve B isminde iki firmanın olduğunu varsayalım (bu varsayımda her iki firmanın da ürettiği/sattığı malların birbirine ikame olduğunu yani deterjan, yağ, şeker, bisküvi gibi sadece marka açısından farklılıklar içerdiğini, özünde homojen mallar olduğunu varsayıyoruz). A firması fiyatları düşürmeden önce rakibi olan B firmasının ne yapacağını tahmin etmeye çalışır ve bir müddet bekler. Aynı şekilde B firması da, A firmasının fiyatı düşürüp düşürmeyeceğini anlamaya çalışır. Bu tepki ölçme süreci, yansımanın gecikmesinin ilk nedenidir. Öte yandan A firması, fiyatı düşürse bile B firması hemen fiyatları düşürmeyebilir ve yüksek fiyattan satabildiği kadar mal satmaya devam eder, ta ki kendi mallarına olan talebin, A firmasının mallarına kaydığını hissedene kadar.

Basite indirgeyerek izah etmeye çalıştığımız bu durumu şimdi ekonominin geneline taşıyalım. Piyasada yakın ikame mallar üreten veya satan firmaların, fiyat düşüşleri olduğunda birbirinin tepkisini ölçmeye çalıştığını düşündüğümüzde yansımadaki hız oldukça yavaş olacak yahut hiç olmayacaktır. Bu husus, bu gün enflasyonla mücadelede izlenen para ve maliye politikalarını etkinsizleştiren önemli bir sorun haline gelmiştir.

Politika etkinsizliği bize şunu gösterdi ki, fiyat yükselişlerinin kaynağını arz cephesinde yaşanan yapısal gelişmeler oluşturduğunda, piyasanın kendi mekanizmaları ile fiyatların yeniden düşmesi kısa vadede kolay değildir. Serbest piyasa koşullarında, arzı birdenbire artıracak bir arz şoku veya talebi birdenbire düşürecek bir talep şoku olduğunda, ancak fiyatların düşmesi mümkün olacaktır. Fakat bu günlerde tam aksine, yaşanan küresel ekonomik ve siyasi konjonktürün de etkisiyle, fiyatları yükselten arz ve talep şokları ile karşı karşıyayız. Bu şartlar altında piyasanın kendiliğinden bir dengeye oturması artık zor olduğundan devletin ekonomik politikaları devreye girdi, girmesine de fiyat yükselişlerine mani olunamadı. Vatandaşı umutlandıran mali politikalara rağmen fiyatlar, ilginç bir şekilde düşmüyor, çıktıkları seviyelerde yapışıp kalıyordu.

Bu gün, dünyadaki birçok ülkede olduğu gibi ekonomi güvenliği, önemli bir mesele haline geldi ve alınacak tedbirlerin bu çerçevede yapılması lüzumlu oldu. Ekonomik belirsizliklerin ve risklerin arttığı böyle bir dönemde bir müddet ihracattan feragat etmemiz, yurt içi piyasaların canlanması ve fiyatların en azından yükselme eğiliminden kurtulması için verimli bir politika olacaktır. Çünkü şu sıra ihracatını yaptığımız mallar, yabancılara oldukça ucuz gelmekte ve bu durum yurt dışı talebini artırmaktadır. Ancak ülke içinde vatandaş, o ürünleri daha pahalı almakta veya hiç alamamaktadır. Bu durum, vatandaşın ülke ekonomisine olan güveni azaltmaktadır, zira ihracatın dörtnala gidiyor olması sade vatandaş için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Ayrıca, üreticiler açısından da bakarsak eğer, ihracat yapmak ile malını yurtiçi piyasalara satmak arasında çok büyük bir fark yoktur. Bir mal, mesela kuru kaysı, üreticinin elinden 5 dolara gümrükten çıkıyorsa eğer; yurt içinde de 70-80 liraya çok rahat bir şekilde satılabilecektir. Kayısı özelinde ele aldığımız bu husus, diğer temel ve stratejik gıda ürünleri için de geçerlidir. Dolayısıyla bir müddet iç talebe yönelik bir stratejinin izlenmesi, hem fiyat düşüşlerine katkı sağlayacak hem de kıtlık algısının yol açtığı endişeyi giderecektir.

Vatandaşın uzun vadeli politika sonuçlarını bekleyecek kadar ekonomik gücü olmağı için daha etkin ve izlenen tüm vergi politikalarını da destekleyecek şekilde, kısa vadeli politikalara devam edilmelidir. Bunlardan bir diğeri de tavan fiyat politikasının artık hayata geçirilmesidir. Birbirine yakın ikame olan mallar, bir sepette toplanmalı ve ortalama fiyatı hesaplanmalıdır. Tavan fiyat altında firmaların rekabet şansı devam etmelidir. Böylece temel gıda ürünlerinde yaşanan spekülatif eğilimlerin önüne geçilmiş olacaktır. Kimse, yarın fiyat yükselebilir, düşüncesi ile stok yapamayacak ve tavan fiyattan malını elinden çıkarmaya çalışacaktır. Öte yandan haziran ayında asgari ücrete yeni bir zam yapılması bekleniyor. Eğer ki fiyatlar baskı altına alınmadan bir zam yapılırsa bu, yine işe yaramayacaktır. Zira maaşlar artınca, malların fiyatları da yükselecek böylece TL’nin değeri daha da düşecektir. Dolayısıyla asgari ücretin artması, fiyatlar baskı altına alındığı takdirde anlamlı ve yerinde olacaktır.