Olanla olması gerekenin ayırtına varamayan mantık, yanılgıya ve yenilgiye tutsaktır.
Alın size bir aforizma… Bu ifadeden hareketle insandan topluma, toplumdan insana, zaman tüneli içinde bakmamız gerekmektedir.
Bu bakışımızla doğru-yanlış, iktidar/güç ve gerçek ilişkilerini irdelemeye çalışalım.
Türk devriminden bir fotoğraf… Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastığında, durumu Nutuk’ta şöyle anlatmıştır.
1335 (1919) senesi Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye: Osmanlı Devleti’nin dâhil bulunduğu grup, Harb-ı Umumi’de mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti (koşulları) ağır bir mütarekename imzalamış. Büyük Harbi’n uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harb-ı Umumi’ye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, mütereddi (soysuzlaşmış) şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği deni (alçakça) tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın riyasetindeki (başkanlığındaki) kabine, aciz, haysiyetsiz, cebin (sessiz), yalnız padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını vikaye edebilecek (koruyacak) herhangi bir vaziyete razı.”
Gerçekten durum hiç de iç açıcı değildir. İktidar/güç İngiliz emperyalizmi ile müttefiklerin, onların paralı askeri Yunanlıların ve işbirlikçi Padişah’ın elindedir. Daha doğrusu fotoğrafta okunan ilk ifade budur.
Bu iktidarın güçsüzlüğünü fark edip, “salah”ın emperyalizmde olduğuna inananlar ve ona hizmet edenler kimlerdir?
1- ABD mandacıları;
2- İngiliz muhipleri;
3- Padişah ve çevresi,
4- İstanbul’daki mütareke matbuatı…
Günümüzde bu dört maddenin de birer izdüşümü ne yazık ki, aynen aynaya yansımaktadır.
ABD mandacılarını ve İngiliz muhiplerinin yerini ABD ve AB’nin işbirlikçisi tipler almıştır. Bunların dini rengi yoktur veya her inançtan ve hatta partiden olabilmektedirler. Müslüman geçineni de vardır, lâikçisi de… Hepsi “demokrasi sakızı” çiğnemektedir
Padişah ve çevresini bugün AKP iktidarı temsil etmektedir. İktidarın varlığından nemalan iş adamları, holding patronları ve bürokrasinin kaymağını yiyenler günümüzün modern “Recep Sultan”cılarıdır.
İstanbul’daki mütareke matbuatının yerini muhtelif en, boy ve renklerde; dinci, lâikçi, narkozcu medya almıştır.
Dün emperyalist-gerici ittifakının karşısında kim vardır?
Bir diğer deyişle “üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu’na” ve mütareke matbuatının ifadesiyle, “Müslümanların dostu, İngiliz Devlet-i Fehimanesi”ne değil de Türk milletinin gücüne inanan ve Tam bağımsızlık ilkesiyle “Ya İstiklâl, Ya Ölüm” diyerek yola çıkan Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Türkiye halkı vardır.
Mustafa Kemal Paşa, devrim yürüyüşünde ne denli yalnız olduğunun bilincindedir. Ancak Mustafa Kemal, bu uzun yürüyüşte, milli cephenin zincirlerini sıklaştırmak ve pekiştirmek zorunluluğunu hissetmiştir.
Bu nedenle, Vahdettin’den Refii Cevat’a, Rauf Orbay’dan Kazım Karabekir’e, İsmet Albay ve müftülerden, Bektaşi ve Mevlevi Şeyhlerine hemen herkesle görüşerek bu zorlu mücadelenin önemini anlatmaya çalışmış ve ikna edebildikleri ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.
Bu birlikteliği sağlamak, Mustafa Kemal Paşa için hiç de kolay olmamıştır. Dönemin aydınlarının önemli bir kısmı, tıpkı bir kısım eşrafta olduğu gibi boyun eğmeye ve yabancılarla uzlaşmaya hazırdır. Bunlar, eldeki olanaklarla işgale karşı bir şey yapamayacaklarını ileri sürerek, parçalanmayı önleyecek tek yolun, ülkeyi parçalamaya gelseler de, işgalcilerle ya da onların dolaylı müttefiki ABD ile uzlaşmak olduğunu düşünmüş ve savunmuşlardır.
Daha sonra Bağımsızlık katılan ya da destek verenler arasında Halide Edip (Adıvar), Yunus Nadi (Nayır), Ahmet Emin (Yalman), Celal Nuri, Necmettin (Sadak), Velit Ebuzziya gibi isimler Ali Kemal ve Refik Halit (Karay) gibi işbirlikçilerle Türk Wilsoncular Birliği adlı bir dernek kurmuşlardır.
Bu kadarla da kalmayarak ABD Başkanı Woodrow Wilson’a 5 Aralık 1918’de bir mektup yazarak Amerika’nın Türkiye’yi “ Parçalanmadan bir bütün olarak” manda yönetimi altına almasını istemişlerdir.
Sadece aydınlar değil dönemin üst düzey yöneticileri de manda yanlıdır. Ahmet İzzet Paşa, Mahmut Paşa, Esad Paşa, Cevat Paşa, Ali Kemal, Damat Ferit Paşa ve Padişah Vahdettin.
Mustafa Kemal’in yanında Bağımsızlık Savaşı’na katılan önder konumundaki nice komutan da batıcı ve mandacıdır. Hüseyin Rauf (Orbay), Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele), İsmet (İnönü), ABD mandasına sıcak bakan isimlerdir.
İsmet (İnönü), Kazım (Karabekir) Paşa’ya Mondros Bırakışması’ndan sonra yazdığı mektupta “Amerika milletine başvurulursa çok yararlı olacaktır deniliyor, ki ben de tamamen bu kanıdayım. Bütün ülkeyi, parçalamadan Amerika’nın denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek çaredir” demektedir.
Yine Bağımsızlık Savaşı’nın komutanlarından Refet (Bele), “Bizim Amerikan mandasını yeğ tutmaktan amacımız, yürekleri ve vicdanları sömüren İngiliz mandasından kurtulmak, kimseyi rahatsız etmeyen ve ulusların vicdanlarına saygı gösteren Amerika’yı kabul etmektir… Beş yüz milyon borcu, yıkık bir ülkesi, verimli olmayan toprağı ve on, on beş milyon geliri olan bir ulus dış yardım olmadan yaşayamaz…” demektedir.
Hamidiye kahramanı olarak ünlenen Hüseyin Rauf (Orbay) da pek farklı düşünmemektedir. “… Tehlike içindeki ülkemize karşı, en tarafsız ülke durumunda bulunan Amerika’nın korumasını kabul etmek zorundayız. Ben bu kanıdayım.”
20. Kolordu Komutanı olarak Batı Cephesi direnişin başında bulunan Ali Fuat (Cebesoy) ise Mustafa Kemal’e 14 Ağustos 1919’da çektiği telgrafta; Ahmet Rıza, Ahmet İzzet, Cevat, Reşat Hikmet, Reşit Sadi, Kara vasıf, Halide Edip ve Cami Bey gibi isimlerden gelen, Amerikan mandasını destekleyen mektuplardan söz etmektedir.   
Mektupları özetlerken; “Herhangi bir dış himayeyi kabul etme”nin, “tüm parti ve derneklerin” ortak görüşü olduğunu ve “kolay katlanılır bu kötü durumun” Amerikan mandasının kabul edilmesi olduğunu söylemiştir. Ali Fuat Paşa, telgrafını şu sözlerle bitirmektedir. “Kongre’de (Sivas) bir an önce iş görerek, Amerikalılar gitmeden alınacak kararın kendilerine bildirilmesi isteniyor. Amerikalıları oyalayarak gitmelerini geciktirmeye çalışıyorlarmış. Amerikalılar, Kongre hızla kesin bir karar verebilir mi sorusuyla, yardım düşüncesini benimsediklerini, belli ediyorlarmış. Kongre’nin toplanmasını çabuklaştırmanız rica olunur”.
“Ya İstiklâl, Ya Ölüm” diye yola çıkan Mustafa Kemal Paşa’ya Amerikan mandası âdeta dikte ettirilmeye çalışılmaktadır.
Ankara Hükümeti’nin ilk Dışişleri bakanı olan Bekir Sami Bey, Erzurum Kongresi öncesinde İstanbul’dan Amasya’ya gelmiş ve Amerikan mandasını kabul ettirmek için çalışmalar yapmıştır. “İki üç ilin sınırları içinde kalacak bağımsızlıktansa, mandaterlik tercih edilmelidir. Ulusumuz için verilecek en iyi karar, belirli bir süre için Amerikan mandası istemektir.” 
İşte bu kadrolarla devrim mücadelesi veren Mustafa Kemal Paşa, Amerikan mandacısı Halide Edip’ten Halide Onbaşı, yine Amerikan mandacısı Albay İsmet Bey’den bir İsmet Paşa yaratmıştır.
Günümüzde de durum pek farklı değildir. Millete güvenmeyen, onu cahil diye küçümseyen bazı aydınlar çağdaşlık ve demokrasinin ABD’nin himmeti ve AB’nin vesayetiyle geleceğine iman etmişlerdir.
“Ben Atatürkçüyüm” diyenler Mustafa Kemal’in temel ilkeleri olan Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Devrimcilik, Halkçılık, Devletçilik ve Laiklikten sadece laikliğe tutunarak ve milleti cahil diye küçümseyerek meydanı ABD ve AB ile onun işbirlikçilerine bırakmaktadırlar. Milleti örgütlemenin temel taşı olan işçi ve memur sendikalarının başına AB çuvalı geçirilmiştir. Ama olsun… Varsa, yoksa laiklik, varsa yoksa içki içmek, göbeği açık gezmek… Varsa yoksa kadınların sokaklarda sigara tüttürmeleri…
İşte onlar için iş bu kadar basittir. Örgütlenmek… Doğru düşmanı işaret etmek… Tam Bağımsızlık, devrimcilik, hadi canım sende.
Haydi beyler, hanımlar kaldırın kadehlerinizi… “Şerefe” Skoç malı viskisinin yanına yakın Mallbora sigarınızı, bir de Rokfor peyniri… Üstüne de İsviçre çikolatası…
Çin, çin… Şerefe beyler, hanımlar!..Yaşasın laikçilik!