Son yıllarda üniversitelerimiz bilimsel yayın yapmayı teşvik etmeyen bir yapıya dönüştü!

Liyakatsiz rektörlük, dekanlık ve müdürlük gibi atamaların yanında ödül sisteminde akademik yayından daha çok diğer idari unsurlar ile yapılmaya başlanınca bilimsel kalite üniversitelerde iyice düşmüştür.

Peki! Bir üniversitenin kaliteli olduğunu belirleyen kıstas veya kıstaslar nedir?

Öğrenci sayısı mı?

Akademisyen sayısı mı?

Kampüs alan büyüklüğü veya bina sayısı mı?

Laboratuvar sayısı mı?

Kütüphanesindeki kitap ve dergi sayısı mı?

Gerçekleştirilen proje sayısı mı?

Yukarıdakilerden hiç biri!

Neden mi?

Çünkü bunların hepsi sübjektif veriler olup, bu verileri tespit edecek ne bir sistem var ne de bir kuruluş var.

Bir üniversitenin kalitesini o üniversitedeki var olan akademisyenlerin yapmış olduğu özgün yayınlar (makale) belirler.

Bu yayınların Türkiye’de olduğu gibi ahbap/çavuş ilişkisi ile yapılıp yapılmadığını yani; objektif kıstaslara göre değerlendirildiğini anlamak için uluslararası olması gerekir.

Ayrıca, Uluslararası alanda dergilerin objektif gözle indekslendiği bir dergide yayımlanmış olması istenir.

Dolayısıyla, tüm Dünya’da bir üniversitenin kalitesi; uluslararası alanda indekslenen dergilerde özgün makale sayısına (öğretim elamanı başına düşen) ve bu makalelere diğer araştırmacılar tarafından yapılan atıf sayılarına göre belirlenmektedir.

Uluslararası dergileri indeksleyen sistemin adı SCI (Science Citation Index) veri tabanıdır.

SCI veri tabanını bünyesinde bulunduran Clarivate© firmasının Web of Science üzerinde on-line olarak erişim sağlamaktadır.

Web of Science TÜBİTAK-ULAKBİM tarafından Türkiye’deki tüm üniversitelere abone edilmiş olup her akademisyen bu hizmetten yararlanabilir.

1990’lı yılların sonunda üniversitelerde bilimsel kalitenin artırılması için YÖK tarafından Doçent’lik kıstaslarında SCI dergilerde en az 3 adet yayın yapma şartı getirilmişti.

Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) tarafından uygulanan SCI dergilerde yayın kıstası daha çok Sağlık, Fen ve Mühendislik alanlarını kapsamaktadır. Sosyal, Spor, İlahiyat ve Güzel Sanatlar gibi alanlarında ise “olsa iyi olur” şeklinde uygulanmaktadır.

Zamanla Sağlık, Fen ve Mühendislik alanlarındaki kıdemli bilim insanları arasında SCI dergilerde sadece 3 adet yayın kıstasının yetmeyeceği, yapılan yayınların hem sayısının daha fazla olması hem de derginin kalitesi yani; Etki Değeri (Impact Factor)’nin yüksek olması gerektiği anlayışı yaygınlaşmıştır.

Bu durum birçok Doçent adayı için bir bilimsel yarışa dönüşmüş ve SCI dergilerde Türkiye adresli yayın sayılarında her yıl ciddi bir artış olmuştur.

Ayrıca, hem TÜBİTAK hem de üniversiteler SCI dergilerde yayın yapan bilim insanlarına çeşitli teşvikler vermeye başlanması da akademisyenler arasında rekabeti doğurmuş ve bu rekabet üniversitelerdeki bilimsel kaliteyi de artırmıştı.

Bazı üniversitelerde SCI dergilerde makale yayınlayanlara “ödül puan” veriliyordu.

Akademisyenler ne kadar çok makale yayınlarsa o kadar çok puan toplayabiliyordu.

Bankaların ne kadar çok alışveriş yaparsan o kadar “para ödülü” vermesine benziyordu.

Akademisyenler topladıkları puanlar ile yurtdışında katıldıkları akademik konferansların yol, konaklama ve katılım bedellerini karşılamaktaydı.

Yurtdışında bulundukları toplantılarda diğer yabancı bilim insanları ile tanışma imkânı yakalayarak, onlar ile bilimsel işbirlikleri kurarak ortak çalışmalar yapabiliyorlardı.

Bu durum onları akademik olarak daha çok motive ediyor ve daha çok bilimsel yayın yapma hevesi oluşturuyordu.

Hatta bu ödül sayesinde yıllarca yayın yapmayan akademisyenler bile akademik motivasyonları artmış ve bilimsel çalışma yapmaya başlamışlardı.

Yani, bu ödül sitemi ile üniversitelerde bilimsel rekabet ortamı doğmuştu.

Fakat özellikle son 5-6 yıldır hem TÜBİTAK hem de üniversiteler tarafından verilen teşvik miktarları azalmıştır.

Hatta birçok üniversitenin vermiş olduğu teşvikleri tamamen kaldırmış olmasından dolayı bilim insanların şevkini kırarak bilimsel kalitede düşüşler gözlenmiştir.

Uluslararası SCI dergilerden bir makalenin tasarlanması, çalışılması, yazılması ve yayımlanması aşamaları en az 1-2 yıl hatta daha uzun süreyi alabilmektedir.

Dolayısıyla, 2018 yılından itibaren öğretim elamanları yayın yapma şevkinin azaldığını ancak 2-3 yıl sonra etkisini görebilmekteyiz.

Nitekim SCI dergileri indeksleyen Web of Science’da bu durum açıkça ortay çıkmaktadır.

Web of Science’de Türkiye adresli olan ve sadece dergi makalelerin sayısı araştırıldığında 2021 yılından en yüksek makale sayısına ulaşılmış olduğu gözüküyor.

Bu arada her yıl birçok yeni akademisyen üniversitelerimize eklenmesine rağmen 2022 ve 2023 yıllarında toplam makale sayısı nispeten düştüğü gözlenmiştir.

Henüz yıl bitmiş olmasa da, 2024 yılında Türkiye adresli makale sayısı oldukça düşmüş olduğu açıkça gözükmektedir.

Yani; 2018 yılında üniversitelerin yayın teşviki vermemesi ve TÜBİTAK’ın da yayın teşviklerini zorlaştırması sonucu son yıllarda maalesef Türkiye’nin bilimsel alanda geri plana düşmesine neden olmuştur.

Son yıllarda bilimsel yayın kıstasları açısından SCI dergilerde yapılmış yayın sayısı ve atıf sayıları açısından İran’dan çok geriye düşmemiz çok düşündürücüdür.

Bir diğer problem ise akademik liyakat tır!

Akademik unvan Yüksek Lisans ile başlar Doktora ile devam eder ve son olarak ta Doçent unvanı ile biter.

Doktora Dünyanın gelişmiş ülkelerinin çoğunda en önemli akademik unvan olarak kabul edilir.

Ülkemizde de 2000’li yıllara kadar böyle iken, Doktora Jüri’lerinde Ahbap-Çavuş anlayışı gelişince, Doktora sorgulanır hale geldi.

Doçentlik ise Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) tarafından merkezi sistem ile jüri ataması yapıldığından Türkiye’de en önemli akademik unvan haline geldi.

Doçentlik kıstasları açısında ÜAK tarafından 2018 yılına kadar bazı eksiklerine rağmen oldukça başarılı bir sistem olarak uygulanıyordu.

Bu sistemde ÜAK tarafından farklı üniversitelerden adayın ilgili bilim dalından 5 Profesör asil ve 2 Profesör yedek jüri üyesi olarak rast gele seçilir ve atanır.

Jüri üyelerini 5’te 3’ünün olumlu görüş bildirmesi halinde adayın Doçent olması için yeterli olmaktadır.

Eğer aday 5’te 3’lük çoğunluğu elde edemezse 2 defa daha aynı jüri karşısına çıkar.

Doçent adayı 3 kez üst üste aynı jüride başarılı olamaz ise adayın jürisi ÜAK tarafından değiştirilir.

2018 yılına kadar Doçent olmak isteyen adayların başvuruları iki aşamada değerlendirilirdi.

Birinci aşama “Yayın” aşaması olup, adayın yapmış olduğu makaleler, bildiriler, projeler, lisan üstü tez çalışmaları ve verdiği derslerden yeterlilik sağlaması istenir.

İkinci aşama “Sözlü Sınav” aşaması olup, yayınlardan başarılı olan adayın yapmış olduğu bilimsel makale ve bildirilerde ne kadar çok katkısı olduğu sorgulanır.

Birçok Doçent adayı akademisyenliğe başladığı süreçte hem Yüksek Lisans hem de Doktora danışmanı ile birlikte yayınlar yapmaya başlarlar.

Doçent’lik en önemli unvan haline gelince Jüriler, adayların tek başına ne kadar yetkin olduğunu tespit etmek için alanındaki konulardan sorular sorarlar.

Bu açıdan sözlü sınav bilimsel yeterlilik açısından olmazsa olmazdı.

Sözlü sınav aşaması oldukça önemli bir aşama iken maalesef 22.02.2018’de kaldırılmış ve üniversitelerin tercihine bırakılmıştır.

Üniversitelerin tercihine bırakılsa da önceki sistemden uzak bir anlayış olduğundan aslında Sözlü sınav “Sözde” bir sınav haline gelmiştir.

Diyeceksiniz ki “Profesörlük” unvanı akademik bir unvan değil midir?

Maalesef Profesörlük bir akademik unvandan daha çok bir üniversite kadro unvanıdır!

Üniversitenin Rektörü canı isterse Profesör kadrosu açar, istemez ise açmaz!

Diğer taraftan, Rektörün Doçentlik sonrası tek bir yayını olmayan adayı bile Profesör kadrosuna atama yetkisi vardır.

Bu durumu, Türkiye’deki az sayıdaki kökleşmiş ve bilimsel anlamda akademik araştırmalara önem veren kaliteli üniversiteleri hariç tutuyorum.

Köklü ve kalitesini ispat etmiş olan üniversiteler, Profesör olacak akademisyenlerden önemli sayıda uluslararası yayına sahip akademik yeterlilik ararlar.

Fakat, bugün var olan 207 üniversitenin çok büyük bir kısmında Profesör’lük için akademik başarıdan daha çok Rektörün düşüncesine yakınlığına göre kadro tahsisi kullanılmaktadır.

Bugün Nobel Ödüllü Prof.Dr. Aziz Sancar veya Prof.Dr. Daron Acemoğlu bile birkaç vakıf üniversitesi hariç Türkiye’deki üniversitelerin çoğunda Profesör kadrosu bulabileceğinden şüphelerim var.

Hele hele siyasi düşünce farklılığı olanların Profesör kadrosu bulması neredeyse imkânsızdır.

Bu durumda üniversitelerde maalesef bilimsel kaliteden bahsetmekte mümkün olmuyor!