Tüm ataerkil toplumlarda olduğu gibi zina, Roma’da kadınlar açısından yüz kızartıcı ve aşağılayıcı bir suçtu. Bu suçu işleyen kadınlar bir daha evlenemez ve manastıra kapatılırdı.

Oysa bu eylem erkekleri en kısa yoldan zengin yapabiliyordu. Tıpkı günümüzdeki gibi; 1946 yılında Fransız patronlar 2000 genel kadından yıllık 10 milyon 800 bin lira (dönemin parasıyla) kazanmıştı. Roma’da evli bir erkeğin para karşılığında zina yapması meşru iken, evli bir kadın için ömür boyu evlilikten men edilmesiyle sonlanan bir cezaya dönüşüyordu. Hayat kadınlarının ise ücret karşılığında zina yapması, aileyi tehdit eden bir eylem olarak görülmediğinden yaygınlaşmıştı. 
Ne kuvvetler ayrılığını ortaya atan Montesqieu (1689-1755) ne de Fransız Devrimi’ni tetikleyen Rousseau (1712-1778) yaşadıkları çağı önyargısız değerlendirememişlerdir. Montesqieu bir yandan kadınların erkeklerden üstün olduğunu ve erkeklerin onlardan güç yoluyla aldıkları egemenliklerini teslim etmeyi savunurken, diğer yandan kadınların beyinsiz bir zevk aracı olduğunu söylüyordu. Rousseau ise kadın-erkek eşitliğine karşı çıkarak, her kadının 4 çocuk doğurmasını sağlamanın gerekli olduğunu söylüyor, kadını erkeğe karşı görevli kılıyordu. (Bu durumda Rousseau’nun kadınlara en az 3 çocuk yapmasını öğütleyen Tayyip Erdoğan’a göre daha katı olduğu söylenebilir!)
Sovyetler Birliği döneminde Lenin, ezilen kadın cinsinin tam boşanma özgürlüğü olmadan ne demokrat ne de toplumcu olunabileceğini söylemiş, ancak Stalin döneminde töresel aile yapısı yeniden diriltilmiştir. Stalin tarafından ölüm fermanı çıkarılan Troçki,  aile yapısıyla ilgili düzenlemelerdeki başarısızlığı, savaşın yıkıcı etkilerine ve toplumun eski aile yapısının parçalanmasıyla oluşan dönüşümlere hazır olmamasına bağlamaktadır. (Yararlanılan Kaynak: Antikçağdan Günümüze Batıda Kadın ve Cinsellik/Hüseyin Kılıç)
Geçmiş ve günümüzdeki pek çok teorisyen, düşünür ya da yazarın, ilerici görünseler de erkek olarak doğdukları toplumdaki önyargıları, kendi kafalarında da yıkmakta zorlandıklarını görüyoruz. Onların önyargıları bir yana toplumsal baskılar, kadınların başarılı ve özgür bir hayat sürmesinin önünde çok büyük bir engel teşkil ediyor.
Albert Einstein’in eşi Mileva bilim insanıydı, ancak çocuklarının bakımı sosyal statüsü gereği (kadın olduğu için) ona yüklenmişti, bilimsel çalışmalara devam edemedi.
Marie Curie, tıpkı eşi Pierre Curie gibi bilim insanıydı. 1903’te eşiyle beraber Nobel Fizik Ödülü aldı. Pierre Curie’nin 1906 yılında ölümünün ardından bilimsel çalışmalarına devam eden Marie Curie, kadın olarak sürdürdüğü özel yaşamı nedeniyle, öncesinde Nobel’e aday gösterilmesine rağmen, çekilmesi istendi. Sosyal baskıları göğüsleyen Marie 1911 yılında Stokholm’e giderek Nobel Kimya Ödülünü aldı. 
Kadının doğurganlık özelliği gereği, çocuklarına bakmada birincil olarak kendisine yüklenen sosyal rol, önceki yüzyıllarda çok az kadına seçenek sunmuş, ancak onlar da bilimsel çalışmalarını ya Mileva gibi sonlandırmış ya da Marie gibi toplumsal baskılara maruz kalmışlardı. Geri kalmış Müslüman toplumlardan bahsetmiyoruz bile…
Mustafa Kemal ATATÜRK (1881-1938), tarih sahnesine çıktığında dünya, henüz görmediği bir devrimciyle tanışacaktı. Savaş meydanlarında başarılarla dolu özgeçmişinin ardından, 1923’te modern Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Asıl mücadelenin bundan sonra başlayacağını söylerken yanılmamıştı; omuz omuza kurtuluş savaşı verdiği silah arkadaşları bile yapılan değişimleri kabullenmekte zorlanıyordu.
Laiklik ilkesi, Atatürk İlkelerinin en önemli ayaklarından biriydi. Bu ilke hayata geçirilirse kadınların sosyal ve siyasal hayatta yer alması sağlanacak, üstelik Kurtuluş Savaşı’nda erkeklerle omuz omuza çok yerde savaşan veya cepheye mühimmat taşıyan Türk kadınlarına hak ettiği saygınlık kazandırılacaktı. Medeni Kanun (1926) ve kadınlara seçme/seçilme hakkını veren kanunlarla (1930-1934) çağdaş Türkiye, Avrupa ve hatta diğer dünya devletlerinin de önüne geçerek, yüzyıllara sığacak reformları sadece 15 yıl içinde yapmıştı. 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat (Öğrenim Birliği) Kanunu ile tekke ve zaviyeler kapatılmış, çağdaş-laik öğrenime geçilmişti. Yapılan her yenilik birbirini takip ediyor, hepsi de toplumu özgürleştiriyordu. Hilafetin kaldırılması, harf devrimi, soyadı kanunu, kılık-kıyafet devrimi…
Eğitim/öğretim sistemini bilimsel ve teknik temele oturtmayı hedefleyen ATATÜRK’e göre, kadın ve erkek eşit haklara sahip olmadıkça bir toplum kalkınamazdı. Cumhuriyetin kurulduğu tarih olan 1923’ten Atatürk’ün ölümü olan 1938 tarihine kadar olan sürede Müslüman ülkeler başta olmak üzere, dünyadaki ezilen/sömürülen ülkelere örnek ve umut olmuştu Türkiye… 
ATATÜRK’ün vefatından sonra ise Türkiye olarak yavaş yavaş bu ivmeyi kaybettik. Son 20 yıl ise gericiliğin ve tarikatların yeniden hortladığı bir cehenneme dönüştü…
İRAN’da 22 yaşındaki Masha Amini’nin ahlak polisi tarafından, saçlarını yeterince örtmediği ya da şeriat yanlısı rejimin istediği şekilde kapalı giyinmediği için dövülerek öldürülmesinin ardından başlayan halk ayaklanması, 1979 yılında İran’ı ve İran’ın kadınlarını dünyaya kapatan ve köle yapan sistemin bir anda çöktüğünü gösteriyor. 
21. yüzyıl, artık çürümüş rejimleri içinde barındıramaz. İran’daki gerici rejim öyle ya da böyle gidecektir, zira gidişat onu göstermektedir. Kadınlara uygulanan “zorunlu başörtüsü yasası” pratikte yürürlükten kalkmıştır. 
Bir hafta içinde İran’ın tamamına yayılan eylemlerde kadınların yanında, çoğunluğu genç olan erkeklerin de olduğu görülüyor. Milyonlarca insanın sokağa dökülmesi, zincirlerinden boşanarak kendini sokaklara atması, adeta tutsak olduğu mağaralarından çıkarak çığlık çığlığa kurşunların üstüne yürümesi, tam anlamıyla diktatörlüğe başkaldıran bir halk ayaklanmasıdır. 
İRAN’ın parçalanması bölge güvenliğini tehlikeye atar mı, diye endişe ediliyor. Bana kalırsa bu olaya daha evrensel bakılması, doğru olacaktır.
Bu, pek çok kişi tarafından “İran’ın iç işleri” olarak da değerlendiriliyor.
Birincisi, KADINLARIN KÖLELİĞİ iç mesele değildir, tüm dünyanın sorunudur ve önceliklidir; tıpkı Mustafa Kemal ATATÜRK’ün öncelik sıralamasında olduğu gibi…
İkincisi, Türkiye her olasılığa hazır olarak güvenlik tedbirlerini almalı ve çağdaş bir İRAN’la kurulacak geleceğe odaklanmalıdır.
Kadınların saç tellerinin rüzgarda dalgalandığı, daha özgür bir dünya için bedel ödeniyor. İran’dan genç kadınların ölüm haberleri geliyor. 
Ben İranlı kadınların verdiği SAÇ TELİ SAVAŞI’nı kazanacaklarından eminim. Tüm İran halkını ŞERİAT rejimine başkaldırdıkları için kutluyorum. Umarım bu mücadele hem Taliban, hem de Boko Haram gibi, kadınları esir yapmayı hayat felsefesi edinen sapık kafaların da sonu olur.
KAHROLDUN İSTİBDAT, YAŞASIN ÖZGÜRKÜK!..