Zaman zaman özellikle dinsel terminoloji bağlamında çok ciddi eleştirilere maruz kalsam da kahir ekseriyette kullanmaya çalıştığım “kucaklayıcı” dilin yarattığı “vedud” halesini görebilmek, bu soğuk iklimde ruhumu ısıtıyor.
Öncelikle ben “din adamı” değilim ve “dinin adamı” değil, “adamın dini” (diğer bir deyişle her insanın bir yaşam biçimi) olduğuna inanan biriyim.
Din, kendi ifademle “insan kalabilme sanatı” olduğu için de, kaçınılmaz bir değer olarak ferdi olduğum toplumun ontolojisini oluşturuyor. Ontoloji, ortak payda olduğu için de bu konudaki “akli sapmaları” doğal olarak dile getiriyorum.
Buraya kadar anlaştıysak devam edeyim;
Tarih koklamış biri olarak diyebilirim ki; dinsel lügat, geçtikleri tedrisat ve bilinç durumlarıyla ilintili olarak özellikle “gönül ve mana haramilerinin” elinde eğilip bükülmüş durumda ve bu yol fincancı katırlarının güzergâhı.
Ama ben; kalemi, hakikatin mukaddes aracı olarak gören bir fikir işçisi sıfatıyla yaklaşık iki on yılı aşkın bir zamanını öğrenmeye kurtlar gibi aç bir beyinle biliyorum ki,
Bir yaşam biçimi olan din hava gibi, ibadet ise su gibidir. Biri yaşam sunar, öbürü girdiği kabın şeklini alır ve en önemlisi hava da su da sadece “inananlar” için değil, tüm mahlukat içindir ve herkesi kucaklar!
Bu yüzden ruh köklerindeki dine iman eden kişi(ler); itmez kucaklar, nefret etmez sever, günahkarla değil günahla mücadele eder, öldürmez yaşatır hatta yaşatmak için kendini feda eder, ötekileştir(e)mez, hayal ettiği bu dünyadaki cenneti “ötekiye rağmen” değil “öteki ile birlikte” inşa eder
Dolayısıyla, “inanıyorum” diyen her kişinin koşulsuz bir sevgi, katıksız bir merhamet ve amasız bir adaleti dil, din, ırk, renk, mezhep gözetmeksizin tüm insanlık alemi için inşa etmek zorunda olduğuna inanıyorum. Zira inandığımızı söylediğimiz dinamikler bunu ısrarla gösteriyor.
Bu yönüyle de eser, yazı ve paylaşımlarım; sadece bu yöndeki bilinç eksikliğini tamamlama yolunda mütevazı bir işlev üstlenmişlerdir, hepsi o kadar.
Evet, kabul ediyorum!
Bir fikir işçisinin tereddüt edeceği alan kaleminin üslubu olabilir, fakat bu kalemin gerçeği dile getirmede, hakikati dillendirmede tereddüdü olamaz, olmamalıdır. Çünkü bu, kalemin emanet edilişine dair bir sorumluluk; öbür türlüsü kalemi emanet edene bir ihanettir.
Zaten bir fikir işçisi “ya hayır söyle ya da sus!” nebevi ikazına inanıyorsa, hakikati haykırmak dışında başka bir seçeneği de yok demektir.
Öyleyse diyebiliriz ki aslında “yüreğini sağmak” olan yazmak, hakikate dair bir bedel ödemeyi göze almaktır.
Öyle ya her nimetin mutlak bir külfetinin olduğu şu fani dünyada; hakikati haykırmanın, iyiliğe rehberlik etmenin, sevginin ışığı, merhametin dili olmanın bir bedeli olmaz olur mu?
Bu yüzden de hüsnü zannımca sözün gücüne inanabilenler, hakikatin kayıt altına alınması gibi bir bedel ödüyor!
Bu noktada birer aydınlık savaşçısı olan peygamberleri de anmak gerekiyor, zira her biri insanlık tarihi boyunca sözün gücüne inanmış ve buradan aldıkları güçle usanmadan, yılmadan, yıkılmadan, dökülmeden “hakikate” davet etmişlerdir. Tarih boyunca sözün gücüne inanmış olmanın en ağır bedelini de onlar ödemişlerdir.
Zira birer “yürek fetihçisi” sıfatıyla yaşamları boyunca durmaksızın hakikati haykırarak gönüllerin kapısını değil bir kez, binlerce kez vurmaktan usanmamışlar; yüreklere gücün sözünü değil sözün gücünü fısıldamışlardır.
İlahi hitaba baktığınızda ise onlara bu gayreti veren şeyin, “hakikati” taşıyan söze ait emanet bilinci uğruna servetlerini, hayatlarını, varlıklarını ortaya koyduklarına; horlanmaya, azarlanmaya, tehdide, dövülmeye, sövülmeye katlandıklarına hatta kimi zaman hayatlarından dahi olduklarına vakıf oluyorsunuz.
İşte bu emanet bilinci ile adeta gecelerimi gündüzlere ekleyerek, bugün bilginin gücünü eline geçirip sözüm ona “hayatı kolaylaştırmak, mutluluk pazarlamak” adı altında adına teknoloji dedikleri şeyle, bir taraftan insanların ve kültürlerin zihnini köleleştirip anlam haritalarını yok eden, öte taraftan kendilerine benzemeye direnenlerin, “tek kültür” hegamonyasına karşı çıkanların, doğal zenginliklerinin yağma edilmesine kıyam edenlerin üzerine “güncel ama popülist argümanlar üreterek” yağdırdığı bombalarla kan kusan kravatlı toplum mühendislerinin, haçlı ruhunu diri tutmak için geceli gündüzlü çalışan samimi birer nefer olduğunu görüyorum.
Sadece son elli yıllık süreçte insanlığın anası olan manevi mirası üzerinde tepindiğimiz bu mümbit coğrafyanın, insanlığa medeniyet öğreten Ortadoğu Coğrafyasının, kültüründen hala hikmet emdiğimiz kadim Mezopotamya Medeniyetinin yaşadığı ekonomik, kültürel, toplumsal değişimini; anlam haritalarının nasıl ters düz edildiğini, bu coğrafyalarda yaşayan insanların yaşadığı ruhsal sıkışmayı, sürüklendiği ahlaki yozluğu görememek için kör olmak lazım sanırım.
"Ezan okunan her yer vatandır" fikrini besleyen ve bu fikri misak-ı milli olarak bağrına basarak, farkı fark edebilen nasipli gönül erlerine sözüm yok. Çünkü zaten onlar insana bir şeyler söyleyen, onu bulunduğu halden daha iyisine çağıran, başka bir dünyanın mümkün olduğunu fısıldayan kelimeleri, yüreklerine yük etmiş durumdalar.
Ancak anmaya çalıştığım şu tabloyu dahi “topraklarımız işgal altında değil ki” gibi bir fikirle çürütmeye çalışan aklı evveller bilsinler ki;
Artık topraklar tankla, topla, tüfekle değil; bilginin gücüyle, ekonomik güçle, kültür yozlaşması ile, zihinsel kölelik ile, gücü elinde bulunduran muktedirlerin kendi kültürlerinin yansıması olan ahlaki körlükle işgal ediliyor.
Dolayısıyla ceddimizin uğruna şehadet şerbeti içip canlarını ve kanlarını imanlarına şahit kıldıkları “kurtuluş savaşı” hiç bitmedi ve görünen o ki en son ferdimizi kendilerine benzetene kadar, gönül coğrafyalarımızın en bakir alanlarını ele geçirinceye kadar, anlam haritalarımızın kırk yaş ve üstü bireylerince el üstünde tutulan kırıntılarını da yok edinceye kadar sürmeye de devam edecek.
Yani bu iş, sadece okullarımızın duvarlarına büyük puntolarla “Çanakkale Geçilemez” yazmakla veya milli bayramlarda bayrak sallayıp hamasi nutuklar atmakla, “Vatan Millet Sakarya edebiyatıyla” olmuyor.
Çünkü Çanakkale’yi geçmeye çalışan o ruh, ecdadından torununa bilenen bir hırsla hala dipdiri. Üstelik bu kez dedelerinden daha güçlü bir şekilde bilginin gücünü ellerine geçirmiş durumdalar ve çağa ait bu gücü muhtelif argümanlarla süsleyerek saldırıyor, parçalıyor sonra da parçaları yutuyorlar.
Peki bu nasıl oluyor?
Yazmıştım, ilahi beyanın hatırlatmak fayda verir ikazınca yineleyelim;
Bugün en karşıt olanlarımızın bile ‘evrensel değerler’ denince gayrı ihtiyarî yüzünü Batı’ya dönmesi tesadüf değil zira bu ayrım aslında zihinsel bir ayrımdır ve geçmişten devralınmıştır.
Çünkü geçen yüzyılın zihinsel mantığıyla hemen hepimiz dünyayı ‘gelişmiş’ ve ‘gelişmemiş’ bloklar olarak ikiye ayırmayı alışkanlık edindik veya bu tablo zihin ve ruh dünyalarımıza öyle enjekte edildi. İncelikle uygulanmış planlı bir örtbas etme senaryosunun neticesi olan bu ayrımsamada dünyanın neresinde yaşıyor olursanız olun oluşturulan algıda ‘gelişmiş’ olan genel anlamda batı; ‘gelişmemiş’ olan da dünyanın geriye kalan kısmı oluyor.
Akledebilen bir kalple bakın dünyaya…
Yerleri ve yurtları talan edilmiş, doğal kaynakları yağmalanmış ve kendilerine kendi yurtlarında yaşam hakkı tanınmamış mülteciler denizlerde kitleler halinde can veriyor, sığınma kamplarında yürek sancısı manzaralarla olumsuz şartlar altında yaşıyor, ulusaşırı göçmenler karın tokluğuna batı şehirlerinin kenar mahallelerinde çok zor yaşam koşulları altında işçilik yapıyor.
Tüm bunların sorumlusu “tek dişi kalmış canavar”, bu tabloya rağmen son birkaç asırdır ilerleme ve aydınlanma illüzyonuyla sömürgeci geçmişinin ve zorba günlerinin günahlarını aklıyor, örtbas ediyor.
Bu da yetmiyor; bir de üste çıkıp, tahtına oturduğu medya krallığından ekonomiden siyasete, tarihten edebiyata, kültürden sanata, dini meselelerden ahlaki değerlere kadar birçok konuda dünyanın bütün ‘öteki’ ilan ettiklerine arsızca, utanmazca, pişkince ‘gelişme’, ‘insanlık’, ‘erdem’ ve ‘etik’ mamulleri satarak, psikopat bir katilin suçu maktule atan pişkinliğiyle yalan söylemeye ve suyu bulandırmaya devam ediyor.
Pek tabi ki içinde yaşadığımız mümbit coğrafya da bu toplumsal değer aşınmasından nasibini alıyor. Zira kendini evrenin merkezine yerleştirerek kendisi dışında tüm kültürleri reddeden gelişmiş(!) batı, bütün dünyayı kasıp kavurduğu yetmezmiş gibi iştahlı bir köpek balığı gibi her fırsatta bizim sahillerimize de vuruyor.
Peki, yenilgiyi kabullenip (diğer dindaşlarımızın yaptığı gibi) tasımızı toprağımızı toplayarak gidecek miyiz yoksa her karışı şüheda kokan bu mümbit coğrafyada o kutlu mirasın şahitleri hatırına da olsa “Rabbin bizden bir umudu var” diyerek, yarınlar daha güzel olacak umudunu besleyerek direnecek miyiz? Bugün asıl turnusol bu bence.
Kabul ediyorum!
Bir kum tanesi olup çölün derdiyle dertlenmek, yani tek başına insanlığın kanayan yaralarını pansuman etmek gibi kara bir sevdaya tutulmak tıpkı Hz Nuh(as) gibi karada gemi yapmaya talip olmaya benziyor.
Öyle ya, herkes kuruşuna kadar hesaplı davranırken “hasbi” davranmak; herkes dalgasına bakarken, dalgalarda batanların imdadına yetişmek için gecesini gündüz etmek; uykusunu dışardaki yangınlarla yitirmek, “kıl beşi, bitir işi” zihniyetinden kurtulup, “kul olmak kesmez, dost olmak lazım” diyerek insanlığın yükünü yüklenmek günümüz insanı için akıl karı mıdır?
Dalga geçenler, dudak bükenler, bıyık altından alaycı tebessümleriyle kendilerini tatmin edenler, kendi haline bakmayıp sözüm ona “acıyanlar” ise işin cabası.
Peki neden salt kendini kurtarmak varken başkası için sancılanır insan?
Bu farkındalığa Freud “olgunlaşma” diyor ama bunun irfanımızdaki dili “kemale ermek” ya da daha amiyane bir tabirle “olgunlaşmak” olsa gerek.
Zira yaşanmışlık, adanmışlık ve sanırım en çok da aldanmışlıklarınız sizi öyle bir seviyeye taşıyor ki;
O seviyeden sonra “manevi kalpazanlar” veya “gönül haramileri” olarak tanımladığım samimi olmayan hiç kimseye hiçbir şekilde ihtiyacınız kalmıyor.
Hayatın sadece bir “seda bırakmak” ve size ayrılan sürede “ne kadar iyi işler yaptığınızı” belirlemek amacı ile verilen bir süre olduğunu anlıyorsunuz.
Gölgesi ömrünüze düşen aile kavramı (ve sanırım zürriyetinizin devamı, sizden sonraki amel defterinizin kâtibi evlatlarınız) daha çok ön plana çıkıyor.
Gaye ve hedefiniz artık içinde yaşadığınız toplumun belirlediği “itibar” değil, sıkı sıkıya sarılarak biriktirdiğiniz değerlerinizin toplamı kişiliğiniz oluyor. Bu yüzden isminizin önündeki etiketler umurunuzda dahi olmuyor.
Fiyatlar değil, değerler ilgi alanınıza giriyor ve ruh köklerinize, sizi siz yapan dinamiklerinize daha çok sarılma ihtiyacı hissediyorsunuz.
Ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu ve yaşam denen yolculukta aslında hemen her şeyin mutlak bir bitişe kodlandığını ihmal ettiğiniz vücudunuz, diyetini isteyerek ve sizi hastane kapılarına mecbur ederek hatırlatıyor.
Riyakâr, samimiyetsiz, yaşamlarını yalan üzerine bina eden insanları çok daha çabuk keşfediyor ve onlardan sessiz sedasız bir şekilde uzaklaşıyorsunuz. Onlar, nasıl bir değer kaybettiklerinin farkına çok daha sonra varıyorlar ama size geri dönmeye çalıştıklarında isimlerini dahi anmak istemiyorsunuz.
Yaşamın “elalem ne der?” putuna tazim edecek kadar uzun olmadığını, aslolanın “önce ve mutlaka” kendine değer vermek olduğunu ve aslında tüm dertlerinin dermanının da kendi içinizde yeşerttiğiniz gönül coğrafyanızda olduğunu fark ediyorsunuz.
Bu yüzden de gürültülü ortamlardan, gürültülü insanlardan, gürültülü fikir ve ideolojilerden, hamasi nutuklardan adım adım uzaklaşıyorsunuz.
Elinizdeki zaman ipine tane tane sabır boncuğu dizebilmeyi ise eninde sonunda öğreniyorsunuz. Bu da yaşamı hızlı değil yavaş ve olması gerektiği yaşamanızı sağlıyor ve en nihayetinde de sessizliğin bile sesini duyar hale geliyorsunuz.
Zira okudukça, anladıkça, fark ettikçe, dert ettikçe anlıyorsunuz ki;
Var olan kirli zihniyeti değiştirmek için bir öksüz ve yetimin tertemiz vicdanından dünyaya fısıldanan ilahi hitap; kız çocuklarını diri diri toprağa gömen kömür karası bir toplumdan yerdeki haşerat ezilmesin diye ayağına çıngırak bağlayan bir toplum inşa ettiyse bunun yegâne sebebi, inen hitabın muhataplarının yüreğini öpmesi ve ruhlarını kuşatması idi.
Bu hitap “iyi olmayı değil, iyi işler yapmayı; cennetperestliği değil ekildiğin yerde yeşererek bulunduğun zamanı, kaderi kaderinle kesişen mahlukatın yaşamını cennete çevirmeyi vazediyordu.
Tıpkı Hz. Nuh(as) gibi “bittim, yetiş Ya Rabbi!” demeyi hak edecek kadar koşan, soluğu tükenene kadar durmayan, varını yoğunu ortaya koyup “İşte, hepsi bu!” diyen kaç fani var dünyada bilmiyorum ama tam da bu noktada tek ipliğini çekince kırk yaması dökülecek pejmürde bir bohçayı andıran hali pür melalimizle sormak lazım;
Tahrif edilmesi ilahi beyanla güvenceye alınan ve indiği çağı inşa ederek çağlar üstü bir medeniyeti ihya eden aynı hitap, bugün her tarafta gürül gürül okunmasına rağmen yaşam ve zihin konforlarımızı bozup bir zihniyet değişimine sebep olmuyorsa sebep gırtlaktan kalbe inmeyen imanımız değil midir?
Bunların farkında olmayanlar mı?
Onlar, İblis’in tebessümlerini süslemek adına umutsuz!
Koşanlar ise su geleceğine dair “şüphesiz umutla” gemisini yapmakla meşgul!
Kalemi emanet bilenlere selam olsun!