Köyün imamı rahmetli Ahmet Hoca her sene ramazan öncesi rutin olarak okuduğu hutbesine ‘’Recep, Şaban derken geldi ramazan’ diye başlayıp akabinde bu manevi ayın nasıl değerlendirilmesi noktasında tavsiyeleri sıralardı. Müslüman toplumlarda ramazanların, kurbanların ayrı bir önemi vardır. Özellikle ramazanın bedeni bir ibadet olması nedeniyle önemi biraz daha farklıdır. Lisan-i haliyle; ‘’ Sen, bir günlük açlığa susuzluğa katlanamıyorsun, dünya âleminde günlerce aç açık kalan, ölmemek için ot yiyen, fare yemek için fetva isteyen insanlar var. Sakın ola onları unutma, yardım elini uzat. İftar sofralarını israf sofrası yapma. Rızai ilahi için iftar veriyorsan fakir fukaraya garip gurabaya ambargo koyma ‘diye adeta haykırır ama herkesin duyma kapasitesine göre tesir eder.
Bizim nesil şanslı. Çünkü hem köy hayatını gördü hem de teknoloji ile tanıştı. Dolaysıyla teknolojinin rahatlığını, stresini aynı zamanda köylerin doğallığı ve zorluğu ile mukayese etme imkânı buldu. Lakin bizim çocuklarımız bundan mahrum kalıyor, torunlarımız ise belki de tamamen mahrum kalacak ve internet dünyasında boğulacak. Ramazan öncesinde köylerde hummalı bir koşuşturma göze çarpardı. Bir taraftan on bir ayın sultanını en iyi şekilde ağırlamaya çalışırken diğer tarafta ise geçimini sağlayacağı tarımdaki, hayvancılıktaki işlerini aksatmadan yerine getirmek için koşturulurdu.
Hatırladığım kadarıyla 40-45 sene önceki ramazanlar yaz aylarına gelmişti. Dolaysıyla ramazanların yazın kavurucu sıcağına denk gelmesi işlerin biraz daha zorlaşması demekti. Çünkü sahurdan itibaren alaca karanlıkta orak tarlasında ekinini biçecek, düvenini sürecek ve bu arada susuzluğunu gidermek için başını iki de bir dereden akan suya sokacak ama bu harareti daha da yükseltecekti. Tabi sonradan patozlar çıkınca bir nebze rahatlık geldi.
Köylerde ramazan denilince öncelikle kuran okumasını bilenlerin camide mukabele okuması akla gelir. Mukabele okuyacak ekibin içinde yer almak ayrıcalıktır. Hatta bunun için bile küskünlükler olurdu. Diğer taraftan gaz lambası ışığında camide kılınan teravih namazlarının ayrı bir lezzeti vardı. Teravih saatinde köy kahvesi tamamen boşalır, herkes camiye gitmeye mecbur kalırdı. Yani baskın örf adet kendini hissettirirdi. Şimdiki gibi çalar saatler olmadığı için gece temcite (sahura) kaldırmak üzere görevli tutulurdu. Bu da çoğunlukla köy bekçisi olurdu. Görevlinin evinde sahur hazırlığı yapılmaz, her akşam bir komşu görevlinin mayalı çöreğini verirdi.
Köyde kadın olmak zordu. Çünkü ramazanın tüm yükünü önce analarımız çekerdi. Sabahtan akşama kadar eşiyle beraber iş güç peşinde koşar akşam olunca da koştura koştura ocağı yak, iftarlık yemeği hazırla… Sonra gece sahura mayalı (pıt pıt) çörek yapmak için iki saat öncesinden kalk, sacın altını yak, çöreği yap ki, evin direği herif afiyetçe yesin.
Yine köylerde iftara, sahura komşular – akrabalar sık sık davet edilirdi. Hele akşamları mehle gezmelerine randevu istenmez, tak kapı gelinirdi. Şimdi ki gibi misafiri konuşturmayan televizyonlar, akıllı telefonlar, sosyal medya olmadığı için sohbetin – daha doğrusu dedi kodunun beline vurulurdu. Bu arada kim ne kadar mayalı çörek yedi onun övünmesi yapılırdı.
Diğer taraftan bayram öncesi babalar çocuklarına, eşlerine bazen yeni bazen de bitpazarından bayramlık almak için mutlaka şehre giderlerdi. Tabi çocuklarda babalarının gelmesini dört gözle beklerlerdi. Zor bulunanın kıymeti çok olurmuş hesabı, çocuklarda şimdi ki gibi burun kırıştırmaz on defa giyer çıkarırdı…
Bayrama bir kaç gün kala evlerin duvarları samanla karılmış çamurla ( boya badana yerine) sıvanır ve genel mıntıka temizliği yapılırdı. Arefe günü ise herkes mezarlığa gider, ölmüşlerinin ruhuna Fatiha okurdu. Bayram sabahı kılınan namazın ardından cami önünde toplu bayramlaşma yapılır, dargın olanlar ya direk evine gider veya küs olduğu kişiyle tokalaşmazdı. Bayramlaşmanın ardından cami avlusuna kıl kilimler serilir, herkes evinden masaflarda (tepsilerde) yemek getirir ve tüm köy halkı toplu olarak bayram yemeğini yerdi. Bu arada çocuklarda hangi sofranın yemeği iyiyse o sofraya oturmaya çalışırdı. Daha sonra akraba ziyaretleri ve en önemlisi de komşu köylerden gelin gelen veya gelin gidenlerin ziyaretleri göze çarpardı…
Ya şimdi, her şeyden önce hanımlar rahat. Bulaşıkları, çamaşırları makineler yıkıyor. Temizliği süpürgeler yapıyor, halıları firmalar yıkıyor… Isınmayı doğalgaz sağlıyor... Çöpü de apartman görevlisi döküyor… Salatayı robot hallediyor… Süt, yoğurt marketten, ekmek fırından, yemekte buzdolabında saklı geçen haftadan… Sahura ise beyler pide yaptırır. Çayı mı kafaya taktınız, onu da çaycı halleder canım… Anladık, hey şey hazır. O halde ne lazım? Huzur lazım. Huzur için de sabır lazım… Sabır için de geçmişinin sıkıntılarını hatırlamak lazım… Hatırlamak için de televizyonlardan, internetlerden ec- cük feragat edip ailedeki yaşlılarımızı dinlemek lazım… Çocuklarımıza dinletmek lazım ama nafile canım…
Vesselam geçmişe göre mukayese ettiğimizde her iki taraf için ‘’her şey var bir şey yok / stresteyim dostum streste’’ diyenlerin, ailede elektriğin sık sık kesilmesiyle huzuru, saadeti sosyal paylaşım sitelerinde arayanların sayısının gün geçtikçe zirveye doğru tırmandığını üzülerek gözlemliyoruz… Ve diyoruz ki ‘’geçmişini iyi okumayan milletler geleceği inşa ederken hata edebilirler…’’ O halde geçmişi okumaya ve okutmaya devam edelim mi, ne dersiniz?
*
İFTARA DAVET
Yine bir iftar vakti,
Sizin evde hareket,
Bizim evde sükûnet
Kara kedim de olmazsa,
Kiminle edeceğim sohbet
Mübarek gün ne olacak sanki
Çorbaya bir tas su ilave et
Beni de sofrana davet et
Sahura kadar kalacak değilim ya,
Teravihe kadar ederiz biraz sohbet
Ne dersin, yeğen?