“Bir Nefes Felsefe” başlıklı yazı serisiyle akademik bilgiyi kamusal alana kısa ve daha anlaşılır bir üslupla taşımayı hedeflediğimizi biliyorsunuz. Konuları teknik açıdan anlaşılır bir şekilde aktarmaya çalışıyorum, umarım kısmen de olsa başarıyordum.
Düşünce tarihimizde oynadığı rolün önemine binaen Gazzâlî yazmaya devam edelim: Felsefe, Meşşâî alimlere göre mutluluğun elde edilmesi (tahsilu’s-saade), mantık ise mutluluğun anahtarı (miftahu’s-saade). Peki bunları tekfir eden Gazzâlî’nin mantığa bakışı nedir? Onu İslam düşünce tarihinde kritik bir eşik olarak görmemize sebep olup takdir ettiğimiz katkısı tam bu noktadadır. Çünkü “mantık ilmiyle uğraşmak zındıklığa sebep olur” şeklindeki yaygın kanaatten “mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez” denilme aşamasına geçişte etkin rol oynamıştır.
Gazzâlî, ilmi çalışmaların ölçütü (Miʿyârü’l-ʿilm) ve derinlemesine düşünmenin temel kriterleri (Miḥakkü’n-naẓar) üzerinde çalışandır. Bunun üzerine doğru/tutarlı bir yol takip etmenin kıstası (el-Ḳısṭâsü’l-müstaḳīm) üzerine düşündü ve yazdı.
Bu açıdan Gazzâlî’nin mantık eserlerini son derece önemsiyorum; çünkü delilin butlanından yani kanıtın geçersiz kılınmasından delil getirilenin de geçersiz kılınmayacağını, (in‘ikâsü’l-edille) ilk ve ikinci önermeler bağlamında çıkarımın test edilmesiyle bir nevi farklı ve özgür düşüncenin de önünü açmaya önemli katkı yaptığı da söylenebilir. Özellikle kelamcı ve fakihlerin kendi çıkarımlarına yönelik tutarsızlık iddialarını, ama Kur’an’a göre böyle” deyip, ilk öncülü reddediyor konumuna düşürme çabalarının boşa çıkması açısından önemli. Kur’anî olanla İslami olan arasındaki özdeşleştirmede tutarsızlığı İslam Aklının Eleştirisi bağlamında okunabilir. Bununla birlikte peki kendi niye Tanrı’nın varlığı, birliği, yaratıcı olduğundan emin olduğu filozofları farklı (tevil) yorumlarından dolayı tekfir etmiş demeyeceksiniz herhalde. Onları daha önce sizle konuştuk ya.
Mantık ilminin İslam dünyasına yer etmesinde son derece etkili bir âlim Gazzâlî, ama bununla birlikte bu mantık eserlerinin yazılma ortamını bir kez daha hatırlamak gerekir. Bu durumda fikirlerle hadiselerin irtibatı bağlamında Şiî İsmailiyye mezhebinin bir kolu olarak Batinî/Karmatî öğretinin iddialarını eş güdümlü incelemek gerekir. Çünkü bu eserlerin dönemin ekonomi politiği içinde okunduğu zaman Abbasiler-Fatimiler-Büveyhiler arasındaki çatışmaların dinî argümanlarla meşruiyeti sağlanması ve bunların çürütülme çabaları bağlamında okumak da mümkün.
Özellikle Sultan Tuğrul ve Nizamü’lmülk’ün Sünni paradigma yanında yer aldığı, Gazzâlî’nin de Feḍâʾiḥu’l-Bâṭıniyye ve fezaili’l-müztazhiriyye yani “Batinîlerin Rezillikleri ve halife Müzahir Taraftarlarının Faziletleri “diye çevirebileceğimiz eseri adından anlaşılacağı üzere Abbasi Halifesi Müztazhır Billah’ın isteğiyle yazdığını, ardından bunun bir nevi özeti sayılabilecek Kavâsımi’l-Bâtıniyye’yi kaleme aldığını biliyoruz. Fedaihu’l- Batiniyye, Tehafüt’ten sonraki ikinci reddiye türü eseridir. Burada Tehafüt’te yer vermedi ama vahyin yetkesi ve peygamberliğin siyasal işlevine dair görüşleri de bulunur.
· Tekfir Söyleminin Oluşumuna Katkı
Peygamberlik kurumunun temelde bir siyaset felsefesi olarak ele alınması ve kıyamete kadar onun öğretisini erdemli topluma uyarlama görevini üstelen bilge insanların konumunun önemini dönemin Abbasî halifesinin resmî konumu ve buna ciddî eleştiriler yönelten Şiî-İsmâlî görüşün İmam anlayışı bağlamında değerlendirilmelidir. Bunu yapmak filozofları tekfir etmesinde Şiî İsmâlî öğretinin bölgedeki olası etkilerini yok etmek için yapma ihtimalini de göz ardı etmemek demektir. Kaldı ki kendi hocalarının birinin de Şiî İsmâlî olduğu da söylenir kaynaklarda.
O, bir teolog olarak itikadda orta yol (el-iktisad fi’l-itikad) adlı eseri yazmış, fıkıh usulüne dair el-Müstaṣfâ min ʿilmi’l-uṣûl kaleme almıştır. Ama Faysalu’t-Tefriḳa beyne’l-İslâm ve’z-Zendaḳa (çev.:Mevlüt Uyanık – Aygün Akyol, Elis Yayınevi Ankara 2021) hem filozofların hem de İsmâlîlerin İslam’dan dönmüş gizli mürtedler (zenadıka) olduklarını söyler. Dolayısıyla halka açık olarak öğretilerini aktarmaya veya görüşlerini yaymaya kalkarlarsa öldürebileceklerini kanıtlayacak hukuki ve itikâdî delil getirmeyi hedefler.
Bu bakış açısının günümüzde hala etkin olduğunu göstermek için biz Faysalu’t-Tefriḳa beyne’l-İslâm ve’z-Zendaḳa adlı eseri İslam’da Tekfir Söyleminin/Kültürünün Temellerine Dair” bir okuma olarak görüp, “bir değerlendirme” yazısıyla Arapça özgün metinle birlikte yayımladık. Kozmolojik bir meseleyi müzakere edip, teorik olarak İtikâdî açıdan tekfir etmenin bir de toplumsal ötekileştirmenin hukuki boyutu vardır ki, o kişinin canı malına el konulabilir, eşi ve çocukları köle ve cariye olarak alınabilir.
Gazzalî’nin düşünce tarihinde hala etkisini sürdürüyor olması bu nedenle olsa gerek. Ona göre, “Bu insanlar da doğrudan Müslüman olduklarını söylüyor ve ritüellere de dikkat etseler bile bir Müslüman inançsızlığı barındırdığına bunun farkında olsun veya olmasın İslam’ı inkar etmiş ve gizli mürted olmuştur. Bu da İslam’dan vazgeçtiği anlamına gelir ve ölümle cezalandırılır. Faysal’ın 85-86 paraflarında filozofların tekfiri gerektiğini belirttikten sonra 106 paragrafta tekfirin şer’i bir hüküm olduğunu malına el konulmasına, kanının dökülmesine ve ateşte ebedi olarak kalacağına hükmetmek olduğunu söyler. (Gazzâlî, Faysal. 114,122, Frank Griffel, “Gazzâlî’nin Tehafütü’l-Felasaife’si İslam Felsefesi: Filozoflar ve Eserleri, edit:Khaled el-Rouayheb-Sabine Schmidtke, çev. Mustafa Yalçınkaya, (İstanbul:Litera Yayıncılık 2021, 296 vd)
· Kurtuluşa Eren Fırka/Parti Hangisidir?
“Ümmetim yetmişten fazla fırkaya ayrılacaktır bunların sadece birisi cennetliktir” hadisini belirttikten sonra bunun bir diğer versiyonu olduğunu söylemeyi de ihmal etmez. Burada hadisin yetmiş ikisinin cennete, birinin cehennemde olduğunu zındıklar denilenlerin bu kategoride bulunduğunu söyler. Bununla birlikte kendisi ümmetin her birini bir parti (fırka) olarak görüp yetmiş ikisini cehenneme gönderen rivayetini önceler. Sistemini bu şekilde kurup kimlerin zındık olduğunu ve tekfirde dair görüşlerini verdikten sonra eserin son paragrafında Müslümanlardan biri arkadaşını küfürle itham ederse, bu ikisinden birine geri döner, hadisi üzerinde durur ve şöyle der:
“Peygamberimizin getirdiğini yalandığını zannederek tekfir etmek durumunda bir yanılma zannetme durumunda kalınabilir, oysa durum böyle değildir, dolayısıyla küfre düşülecek bir durum yoktur” diyerek kendi söylediklerinin aslında böyle de görülebileceğini söyleyerek, tekfir kılıcının kendine dönmesini engellemek ister. (Gazzâlî, Faysal, 92 paragraf, s.1116, 152 prg, s.148) Ama durum hiç de öyle değil diyen İbn Rüşd, kadı/hakim, filozof, kelamcı, fıkıhçı ve tabip olarak Gazzâlî’nin dediklerinin tutarsız/çeldirici olduğunu yani bilerek yanlış yönlendirme ve yanıltmacaya yönelik olduğunu Tehafütü’t-Tehafüt adlı eserinde ayrıntılarıyla dile getirmiştir.
· Tehafüt; Çeldirici Ya da (Kasıtlı) Yönlendirme ve Yanıltmaca mı?
Tehafüt’ül-felasife ile filozofların tutarsızlıklarının üç meselede tekfir diye nitelemesi temelde kozmolojik bir soru olan Evrenin ne zaman ve nasıl yaratıldığına dair açıklamaların önce itikâdî alana, sonra da fıkha taşınmasına bakınca, döneminde oldukça etkili ve hedefine ulaşmış bir ötekileştirme olduğu ve günümüze kadar da etkisini sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Bundan kasıt günümüzdeki felsefe karşıtlığını önemli oranda beslediğidir.
İbn Rüşd, Faslu’l-makâl fi-ma beyn-el-hikmeti ve'ş-şeriati min-el-ittisal, adlı hacmi küçük etkisi büyük olan risalesinde felsefe yapmanın hükmünü sormuş, dinen mübah mı, mahsurlu mu, emredilmiş olup olmadığını sorarak metne başlar. Felsefe yapmanın zorunlu yani vacip ya da mendup yani uygun olduğu kanaatine varır. Buna dair ayetleri verir, ardından tevil kavramını ayrıntısıyla inceler ve Gazzâlî’nin filozofları tekfir ettiği hususlara gelir. Müspet ilimler tahsili de bulunan ve en büyük Aristo şarihlerinden (yorumcularından) olan İbn Rüşd, alemin ezelî veya sonradan olması (hudus) konusunda Eş’arî kelamcılar ve filozoflar arasındaki farklılığın neredeyse bir isimlendirme farklılığı olduğunu belirtir.
Bu görüşleri ayrıntılı olarak müzakere eder ve Gazzâlî’nin burhan kitaplarında yer alması gereken hususları şiîr-hatabi-cedeli yöntemlere halka yönelik kitaplarda yer vermesinin tutarlı olmadığını, hem dine hem de hikmete karşı hata yaptığını söyler. Zaten kendisi de mizaçları uyarmak bahanesiyle Eş’arîlerle Eş’arî, Sufîlerle Sufî, filozoflarla filozof olduğunu itiraf eder. Ona göre halkın geneline din açısından ehil olmayanlara tevili açıklayan kişi o şeriatı ifsat eden ve ondan alıkoyandır, dolayısıyla küfür ithamının aslında Gazzâlî’ye geri döndüğünü söyler. (İbn Rüşd, Fasl’ul-Makal, çev.M.Uyanık-Aygün Akyol, Ankara: Elis Yayınevi 2019, 53-66)
Tehafüt tartışmalarını oradaki argümanları “zihinsel çeldiriciler” olarak okumakla bunları kast ediyorum. İbn Rüşd’ün öncüleri olarak gördüğü Fârabî ve İbn Sinâ’yı eleştirdiği gibi onlara yönelik karşı eleştirilerin tutarsızlığını/çeldirici boyutuna dikkat çektiği için önemsiyorum.
Sufî yöntemi tercih ederken kelâmî, felsefî ve ta’limî öğretileri eleştiren ve reddeden Gazzâlî, son tahlilde, zahir ve batını iç içe gören, maddî ve manevî yaptırımlarıyla fıkhı işlevsel kılan, yolların en doğrusu olan mutasavvıfların tutumu daha tutarlıdır, der. Çünkü bu söylemde, şer’î ve aklî ilimleri derinlemesine kavrayıp, bunlara göre davrandıktan (amel ettikten) sonra mükaşefe aşamasına geçilir. Bunun sonucunda herhangi bir şekilde Allah ile hulûl yani İlâhî zâtın veya sıfatların yaratıklardan birine veya tamamına intikal edip onlarla birleşmesi, İttihâd yani Allah’ın bir kısım varlıklara hulûl ederek onlarla birleşmesi, vüsûl yani seyrüsülûk neticesinde nihaî maksadı olan Hakk’a ulaştığını, Hak ile birlikte olduğunu söylemesinin hiçbir değeri yoktur ve yanlıştır, der. Tamam böyle diyebilir de ama aynı Gazzâlî, Mişkat adlı eserinde tamamen farklı bir portre çizer. Gazzâlî, Allah’ın semaların ve arzın nuru olduğunu ifade eden âyete dayanarak (en-Nûr 24/35) daha sonra Sühreverdî’nin ortaya koyduğu İşrâkıyye felsefesine benzeyen teosofik ve hermetik bir ilâhiyyât geliştirdiği belirtilir. Ona göre Allah en yüce ve hakiki nurdur, diğer bütün nurların da kaynağı O’dur. Ruhanî-cismanî, mânevî-maddî bütün varlıklar aslında o nurun yansımalarıdır derken sudur kavramının yerini tecelli, akıl kavramının yerini nur almıştır. Birinin halk/avama, diğerinin seçkin/havas’a yönelik yazdığını söylemek de durumu kurtarır mı bilemem, çünkü burada Munkız’da olduğu gibi herhangi bir ötekileştirme ve tekfir yok.
Öyle gözüküyor ki, ittihat ve hulul iddiasında olanlardan uzak durduğunu söylediği el-Munkız’da görüşleri ile tamamen bir nur metafiziği yaptığı Mişkatü’l-Envar metnini mukayeseli okuyarak incelemek uygun olur. Çünkü -Munkız’da aklın basiretine bir sınır çizerek, aşkın problemler karşısında son sözü söyleyemeyeceğini belirtirken, Mişkat’da a düşüncenin sezgi ve akıl yönünü inceleyerek, sezgiyi üstün tutar; İhya’u ulumi’d-din adlı eserinde ise bu ikisini eşit kılar.
Sonuç olarak, hangi kitabındaki Gazzâlî öncelenecektir? Kitaplarının bazılarını halka, bazılarını seçkin sınıfa yazıldığını söylemek, tekfir kültürünün ve felsefe karşıtlığının yaygınlaşmasına olan katkısını giderecek mi? Ya da kendi ifadesiyle “Şimdiye kadar uğraştığın ilim ve yaptığın amellerin tamamı riya ve gösterişten ibarettir; şimdi ahirete hazırlanmazsan ne zaman hazırlanacaksın? Bu alakalarını şimdi kesmezsen ne zaman keseceksin?” (Munkız.prg.97/112) deyip şimdiye kadar devam eden ve oldukça önemli katkı sağladığı tekfir söylemine kurban giden alimlerin ahiretteki hesabından kurtulmuş olacak mı? İyi ki ahiret var ve Rabbim, özellikle kul (bireysel hak ve özgürlüğü ihlal edilmiş insanların) haklarının hesabını soracak.
Gazzâlî okumalarına devam ediyoruz, bir sonraki yazı da “Gazzâlî ve Tehafütü’l-Felasife: Filozofların Tutarsızlığı mı; Yoksa Kasıtlı Yönlendirme Ve Yanıltmaca mı?” sorusunun cevabını daha ayrıntılı müzakere edeceğiz. .