Kadim dünyanın enerji üretim ve arz merkezlerine baktığımız zaman nesep/ırk ve din/İslam bağıyla kardeş olduğumuz ülkelerin çatışma bölgeleri olduğunu görüyoruz. Körfez ülkeleri hariç önemli kısmı yoksul ve daha fakirleşmeye devam ediyor, bu bölgelerdeki fiili ve/ya vekalet savaşları yüzünden.
Hatay, bu açıdan oldukça stratejik ve depremden dolayı da fiziki olarak oldukça ezilmiş durumda. Bölgede doğan Cemil Meriç merhum hakkındaki yazımdan hareketle “Aydının Görevi Öncelikle Türkiye’nin Haklarını Korumak” olduğuna göre, ülkemizdeki gerilimi salt Cumhur ve Millet İttifakı arasında diye okumak mümkün mü, diye sorayım. Yine Cemil Meriç’n deyimiyle “Gerçek entelektüel, önce ülkesinin haklarını, düşman bir dünyaya haykırmakla görevlidir. Şu ya da bu sınıfın ideoloğu veya demagogu olmadan ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmektir.”
· Uluslararası Siyaset ve Küresel Aktörlerinden Bağımsız Değerlendirmek Mümkün mü?
Son tartışmalar genelde Türk Milliyetçilerine özelde ülküsü/idealizmi Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak olarak gören ve farklı kulvarlarda bunu kırmadan dökmeden gerçekleştirmeye çalışanlara da öfke ve hıncın boyutlarını bir kez daha göstermiştir. Cumhur ittifakına karşı mücadele ettiğini söyleyen karşı ittifakın iki üyesinin doğrudan mücadele ettiği ana grup içinde yıllarca yetkili olmaları, diğer partinin ise zaten bir nevi “baba ocağı” olduğunu düşününce, bu öfke ve hıncın keskin sirke konumunda olduğunu görmemek mümkün değil.Bunlar üzerinde durmanın şimdi bir anlamı yok, çünkü toz duman bir yatışsın o zaman konuşmak gerek.
Burada dikkat çekmek istediğim husus, ülkemizde olan tartışmaların uluslararası siyaset ve küresel aktörlerinden bağımsız düşünülemeyeceği. Siyaset felsefesini İslam düşünce tarihi bağlamında okumalarımın ilk öncülü; ilk dönemlerden itibaren yönetimlerin dini argümanlarını meşruiyet aracı olarak kullandıklarıdır. Arap ve Fars Akıllarının ortaya koyduğu sistemin dışında Türk Aklı ve Müslümanlık tasavvurunun Gazneli, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı Türkleriyle kadim dünyada kesintisiz egemenlik kurduklarıdır. Türkiye Cumhuriyetinin de bu birikimi tevarüs ettiğini düşününce, yüzyıllardır şimdiki enerji arz ve üretim merkezlerine hakim olmuş yapının son izdüşümündeki gelişmelerin de uluslararası bağlantılardan uzak olduğunu düşünmek safdillik olur, gibime geliyor.
İslâm devletlerinin en uzun ömürlü olanı 622 yıl ile Osmanlı; 330 yıl Hind Babür imparatorluğu; 277 Kurtuba Emevi Hilafeti olmuştu. İran’da bir Türk boyu tarafından kurulan Safevi Devleti Osmanlı’dan 185 yıl önce çökmüştü. Osmanlı-Safevi çatışmasına mezhep (Sünni-Şiilik) üzerinden meşruiyeti sağlanmıştı. Peki Osmanlı ve ed-devletü’l-Türkiyye denilen ve Sünni olan Memlüklü ile olan savaşının gerekçesi neydi? Mesele o dönemin ekonomi-politiğiyle birlikte düşünülmeli. Dönemin Akdeniz ve ticaret yolları açısından okunmasıyla.
Müslüman-Hristiyan, doğu-batı gerilimi üzerinde okumaların dönemi bitti; Ukrayna-Rusya çatışmasıyla, ikisi de Hristiyan, üstelik aynı mezhep; Ukrayna’ya yardım eden Batı devletlerinin mezhepleri daha doğrusu din tasavvurları diye başlamayacaksınız değil mi?
Tekrar geriye dönelim; 14. ve 15. yy’da, Avrupalılar, Asya’dan ithal edilen az bulunur baharat türleri gibi lüks ürünlere karşı bir tüketim alışkanlığı geliştirmişlerdi. İslâm’ın yayılışı, özelliklede 1453’de İstanbul’un fethi, aynı zamanda Avrupa’da keşifler çağını başlatan olay olmuştur. 1517’de Mısır’ın Osmanlılarca alınması, Uzak Doğu Asya ile doğrudan ticareti sekteye uğratmış ve Avrupalılar için yeni bir ticaret yolunun bulunması gereğini zorunlu kılmıştır.
Bu bağlamda 1488 yılında Portekizliler Ümit Burnu’na ulaşır. On yıl içinde Hint Okyanusu’nda bir iktidar ortağı oluştururlar. 1492 yılında Christopher Columbus Hindistan’a gitmek için batıya doğru yola çıkar ve Amerika’ya ulaşır.
Hollanda 1789 yılında Ümit Burnu’ndan geçerek Hindistan alt kıtasını; Napolyon komutasındaki Fransa da Mısır’ı işgal (1798) etmiştir. Columbus’un sürekli batıya giderek Hindistan’a başka bir yol arama çabası sonucunda Amerika kıtası da işgal edilen yerler arasına girdi. Batı ülkeleri kademeli olarak Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Doğu ülkelerini sömürge haline getirmeye başladılar; Osmanlı Devleti’nin de sürekli zayıflaması ve nihayetinde çökmesi bu sureci hızlandırdı.
İspanyol ve Portekizli kaşiflerin başlattıkları 15. yüzyıldaki teknolojik ilerlemeler ve keşifler neticesinde ilk sömürgecilik hareketleri, daha sonra 18. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkan sanayi devriminin ardından gelen kapitalizmin oluşum süreci de başlamış oluyordu. 17. yüzyıla kadar Merkantilizm adıyla devam eden bu süreç 17. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere, Fransa, Hollanda ve Almanya’nın katılımıyla Kuzey ve Orta Avrupa’ya geçen sömürgecilik hızla dünyanın her tarafına yayılmaya başladı. Buralarda İngiltere ve Fransa bazen bir araya geliyor bazen de birbirleriyle çatışıyorlardı. Daha sonra bunlara İtalyanlar, Ruslar, Portekizler bu paylaşıma ortak oldular.
· Ve İngiliz Aklı Devreye Giriyor!
Şimdi Osmanlı haritasını ve Babür Devletinin haritasını zihninizde canlandırın, o bölgelere 18. Yüzyıllardan sonra hakim olan kimdi? İngiltere, daha doğrusu Büyük Britanya; günümüzde Commonwealth üyesi elli civarında ülke ile bunu bir şekilde devam ettiren devlet aklı.
· Peki ABD ve AB neresinde bu uluslararası çatışmanın?
1980 yıllarda başlayan ve 1991 SSCB’nin dağılmasıyla küreselleşme ve yeni dünya düzeni adı altında bir aynı projeler başladı. Çünkü küreselleşme sermayenin dünyada serbest dolaşımını sağlayabilmek amacıyla, bütün ekonomik engelleri ortadan kaldırarak, pazarları bütünleştirmek yoluyla küresel bir piyasa oluşturma süreci şeklinde tanımlanabilir. ABD önderliğinde Dünya Bankası, IMF, GATT gibi kurumlar, dünya ekonomisini bir bütün olarak düzenlemek amacıyla örgütlenmiş olan küresel kurumlardır.
Bugün dünya Sovyetlerin dağılmasından (1991) sonra, ABD’nin küresel bir hegemonya kurmak girişimlerine sahne olmaktadır. ABD petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının ve enerji yollarının kontrolünü ele geçirmek, Rusya ve Çin’e yakın olmak amacıyla, Ortadoğu’yu denetleyebileceği politikaları bölgede uygulamak istemektedir.
Esas hedefi ise, Avrasya ve Ortadoğu’da egemenlik, emperyal gücün tüm unsurları ile dünyada oligarşik hegemonyasını devam ettirmek istiyor.
· Irak, Suriye ve Türkiye’nin Güneyinde Küresel Güçler Mücadelesi
Şimdi deprem ile oldukça hassas hale gelen Hatay, Urfa, Gazi Antep ve Adıyaman bölgesini, Suriye ve Irak’ı, Rusya-Çin-İran ve Türkiye ile birlikte düşünün, ABD ile AB ile İngiltere’nin bu bölgedeki çıkarları örtüşüyor mu ayrışıyor mu?
Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından kurucu unsur olarak kendi içine çekilmiş, toparlanmış ve “Neo-Avrasyacılık” olarak politikalarını oluşturmaya başlamıştır. Avrasyacılık, Avrupa’da Arnold Toynbee ve Oswald Spengler’in medeniyetçi tarih felsefesiyle dönemsel olarak çakıştığı ve çeşitli ortak noktalar taşıdığı bilinmektedir. 1930’lardan sonra etkisini yitiren Avrasyacılık akımı, Rusya’nın siyasi ve ekonomik toparlanmasının teorik arka planını oluşturmakta, Alekandr Dugin’in görüşleri çerçevesinde şekillenmektedir. Günümüzde Rus dış politikasının 2000’lerin ilk on yılının ardından izlediği dış politikanın ideolojik altyapısı olduğu dahi söylenebilir.
· Tekrar İngiltere’ye dönelim:
Büyük Britanya 18.yy başlarında Hint yarımadasını tamamına hâkim oldu. 1882’de Mısır, 1889’da Sudan’ı zapt ettiler. Yüzyılın sonunda Doğu Hint Adalarının tamamını Hollandalılar ele geçirdi.
Fransa 1835 yılında Cezayir, 1881’de Tunus, 1912 yılında Fas’ı ele geçirdi. Ruslar Orta Asya’ya doğru genişlediler. İtalya 1912’de Libya’yı işgal etti. I. Dünya savaşı sonrası İngiliz ve Fransız ikilisi Osmanlı ülkesinin Arap eyaletlerine sahip oldular.
Fransa liderinin sürekli Afrika ülkelerine gitmesi ve bölgede Çin ve Türkiye’nin varlığından rahatsız olduğunu açıklamasını hatırlayınız. İ. Alivey’in de geçenlerde Fransa’nın sömürge zihniyetine sert bir şekilde açıklama yapmasını da.
ABD dış işleri sekreteri/bakanının Almanya’ya uğraması, orada Nato toplantısının demokrasi oturumuna Pehlevi’nin oğlunun konuşmacı olarak davet edildiğini de hatırlayınız.
Ardından Genel Sekreterin ülkemize uğraması, Hatay’ı gezmesi ve İç Asya’ya gitmesini de. Orada 80 yıl SSCB yönetiminde yaşamış, Çin’in nefesini her an ensesinde hisseden Türkçe Konuşan Devletlerin liderlerini Ukrayna’ya yardım çağrısında bulunmasını da.
Beni en çok üzen, Özbekistan’a gidip 2016 darbe teşebbüsünü yapan gruba karşı zamanında en sert önlemleri alan ülkede İngilizce eğitimi için 25 milyon dolar vereceklerini, kitap bağışı yapacaklarını belirtmesiydi. Bir zamanlar bu etkinliklerin ülkemiz vatandaşının cebinden yapıldığını görmek…
Rusya ve Ukrayna’nın yer aldığı haritaların tarihsel temelllerine bakınız ve Türkiye’nin bu gerilimde niçin etkin rol oynamakta başarılı olduğunu görünüz. Rusya’yı kazırsanız her yerinden Türkler, Kıpçak Türkleri önemli oranda Tatarların çıktığını görürsünüz derler ya öyle. Almanya ve Çin’in ekonomik açıdan oldukça geliştiklerini, özellikle Çin’in yakın zamanda ABD’nin önüne geçeceğini de düşünün. İpek yolunun demiryollarıyla yeniden canlanmasını da, tabi bir ana hat var bir de Karadeniz üzerinde giden hat ile güney Türkistan yani Afganistan üzerinden giden hatlar var. Nereye giderseniz gidin toprak, buralar bir zamanlar Türk Yurduydu diyor, hala da Türklerin de yaşadığı yerler buralar.
· Türk ve İngiliz Akıllarının Etkinliği
Türkistan yani İç Asya ile Türkiye yani Ön Asya da yüzyıllardır Türk ve İngiliz akılları etkin. Türk Aklının Çin Aklıyla mücadelesi Tonyukuk’a kadar gider zaten. Rusların küçük bir krallıktan bir dünya devletine dönüşmesinin de Emir Timur’un bir Türk Devleti olan Altın Orda’yı yok etmesiyle başladığını ehli bilir zaten. Yani Türk ve Rus Akılları da yüzyıllardır burada etkin.
Peki Amerika, Alman ve Fransız Aklı, Rus ve İngiliz Aklı da Batılı, dolasıyla hedefleri de birdir demek mümkün mü? Liderlerinin gittikleri ve yaptıkları açıklamalar bakınca, öyle gözükmüyor, tarihte olduğu gibi yine aralarında çatışmalar var.
İngiltere’nin ayrıcalığı ne diye soracak olursanız, Batı’da Orta yol’u, iki aşırılığı yani hükümdarın ve Papa’nın üstünlüğünü bertaraf etmesinden kaynaklanır derler. Diğer bir ifadeyle IV. Heinrich –Papa VII. Gregor’un 1077 yılında I. Canossa diye bilinen ve II. Canossa’ya kadar gider bu çalışma.
“Orta Yol” ya da “3. Şık” ne derseniz, kısaca hatırlayacak olursak, İngiltere’nin seküler ve metafizik ilkelerin bir karışımı olan özünde pragmatik bir felsefeyi oluşturmasıdır, diyebiliriz. Diğer bir ifadeyle VIII. Henry’nin resmî mezhep Anglikanizm kurması ile Papalığın otoritesinin reddedilmesi, 1563 yılında Kraliçe I. Elizabeth tarafından yayınlanan bir ferman ile yönetimin kilise, kral ve kraliçe tarafından temsil edilmesidir. İbadet dili de Latince yerine İngilizce olarak değiştirildi.
Felsefi olarak da bunun temellendirmesini İbn Sina’dan oldukça etkilenen ve Aristoteles’ten sonra en büyük filozof olarak gören Roger Bacon yapar. Bu düşünür için “Bir Nefes Felsefe yazılarında “Metafizik Kuru Kürültü ve Gevezelik midir?” konulu yazıları hatırlayınız lütfen.
İngiliz düşünme tarzının düalizmini/ikiciliğini, bir ötekileştirmeye gitmeden kuran alim olarak mistik aydınlanma ve dine götüren iç tecrübe, hakiki ilme yani deneysel bilimlere vardıran gözlem arasındaki dengeyi kurandır. Önemli olan düalist bir yapıda ama birini diğerine indirgemeyip, denge içinde tutulmasıdır. Aliya İzetbegoviç’e göre, İngiliz zihniyetinin hakiki ifadesi budur.
Bunun önemi kıta Avrupa’sında bir ampirist ateist olurken, İngiltere’de bunun teorisyeni olan John Locke, Tanrı kavramını ahlak nazariyesinin merkezi noktası yapabilmesinde yatar. Bu hususu siyasete aktararak İngiltere demokrasiyi yeniden güncellemiştir.
Sonuç: Dostlar, kardeşler, dünya büyük, sokakları dar, bir gün karşılaştığımızda birbirimizin gözüne ve yüzüne bakabilelim; bir birimizi kırmadan ülkemiz hakkındaki fikirleri, çözüm önerilerini paylaşalım, diyorum. Rus, Çin, İngiliz Aklının tarihsel birikimleri, Avrupa Birliğinde Alman, Fransız Akılları ve ABD’nin konumuna dikkat ederek teenni ile hareket etmekte fayda var. Dolasıyla ülkemizdeki çatışma ortamını körükleyen ifadeler yerine, uluslararası dengeler bazında düşünüp, bize söyleyenlerin arka planlarını bilmediğimiz sürece-ki bu da çok zor gözüküyor şu an- sakinleşip tefekküre ihtiyacımız var. Depremin ortaya çıkardığı fiziki sarsıntılarının maddi hasarlarını onarmaya çalışırken ruhumuzda kapanması zor yaralar açmanın tutarlı tarafı yok çünkü.