Gençliğim hep bu başlıkta ifade ettiğim arayışla geçti, lisede sağ-sol çatışmaları içinde Milliyetçi söyleminin yanı sıra Sosyalist-Marksist okumaları yaptım, gençliğin verdiği heyecan ve olabilirlik ölçüsünde. Aslında bu diyalektik dil “gerekli bir öteki” olmanın gerekliliği olarak epey katkı yaptı. 12 Eylül 1980 ihtilaliyle gerekli öteki konumunu fark etmeme ilaveten 1979 İran İslam ihtilaliyle gündemimize girdi. Müslüman coğrafyanın önde gelen âlimlerinin metinleri tercüme edilmeye başladı, artık gündemimiz İslam ve sosyalizm, İslam ve demokrasi, İslam ve Liberalizm oldu.
Suudi Arabistan’ın yanı sıra ama onun tasavvurunun tam zıttı konumunda olan İran İslam Cumhuriyeti de şeriatla yöneldiğini söylüyordu. Irak, Suriye, Libya devletleri ise kendilerini Arap Sosyalist diye tanımlıyordu. İslam coğrafyasının şimdiki konumu malum, iki şeriatla yönetilen devlet birbirleriyle hala kanlı bıçaklı, Afrika’dan Afganistan’a kadar kendilerini şeriatın temsilcisi olarak gören örgütler (Taliban, Daeş, Boko Haram, el-Kaide vs) küresel güçlerden ziyade bulundukları bölgedeki Müslümanları öldürüyorlar. 1992-1993 yılında Ürdün’de bulundum ve Arap coğrafyasını ana hatlarıyla gezdim, Çağdaş İslam Düşüncesi ve yeni bir dirilişin epistemik temellerini araştırmam bu siyasal kaosun giderek artacağı ve diyalektik/cedeli durumun dışına çıkma ihtimaliydi, işin doğrusu. Ardından 28 Şubat 1997 post modern darbe oldu ve neler yapıldığı malum.
İşte o dönemlerde “Bu ikilem içinde kalmam, 3. Şık muhakkak olmalı!” diyerek okumalarımı sivil itaatsizlik bağlamında yoğunlaştırdım. İlk dönem İslam düşüncesinin teşekkülünde önemli rol oynayan Hasan Basri’nin duruşunun bilgisel temellerini doçentlik tezi olarak sundum, tabii “böyle çalışma mı olur?” dediler. Yani Basri’yi mütekellim (teolog), muhaddis, fakih, sufi olarak okuyabilirsiniz. Fakat Onu “yapılan uygulamaların kanuni olabileceğini ama bunun hukuki yani temel insan haklarına uygun olmayabileceğini söyleyen, sürekli olarak hukuku önceleyerek yanlışa evet demeyen ve üstelik bunu şiddetsiz bir şekilde yapan, pasif muhalefetin ilk temsilcisi ve kader risalesiyle ilk ciddi kelami ve siyasi mücadelenin manifestosunu yayımlayan dediniz mi” sorun olur. Jüri üyelerinin dedikleri klasik çalışmaları yaptım ama “hepsini acaba bu güne ne diyor?” diye modern felsefe bağlamında da okuyunca jüri üyeleri bıktılar galiba ki doçent yaptılar!
Hatırlı-yorum: İslamiyat ve Türkiye Günlüğü Dergileri
Şaka bir yana o döneme dair taramalar yaparken İslam ve Demokrasi ilişkisini Arap dünyasının önde gelen âlimlerinden Muhammmed Abid Cabiri merkezli okuduğum bir makaleye denk geldim, temel önermesini sizle paylaşmak istedim. Ama buna geçmeden yakın tarihe dair bir anekdot anlatayım yazının geçmişine dair:
İslam ve Demokrasi İlişkisi hakkındaki yazıyı kuruluşunda bulunduğum ve yayın kurulunda üye olduğum İslamiyat dergisine sundum, orada tek bir arkadaşın dedikleriyle reddedilmiş. Genelde metinleri eş değer bilgi ve birikime sahip aynı statüde olan arkadaşlar yerine alanda daha yetkin kişilere verilirdi ki raporlar yazara katkı sağlasın, ama bu sefer böyle yapmamışlar! Kurulda “söyle gerekçelerini veya yaz ayrıntısını, yani bu konuda tek otorite sen misin veya Arapçan benden daha mı iyi, yahut modern felsefe okumalarında daha mı güçlüsün, metindeki tutarsızlıklar ne?” diye sordum ama geçiştirdiler. Kim ve niye yaptı hala anlayamadım desem yalan olur!
Daha fazla tatsızlık çıkmasın diye yazıyı çektim ve Türkiye Günlüğü Dergisi’nde yayımlandı, iyi de oldu çünkü son dönemin alperenlerinden Mustafa Çalık hocamla yakinen tanıştım. Ankara Kızılay’da İngiliz Kültür Merkezinin yanında olan eski büroda epey çay içtik, Nabi Avcı hocamla da orada tanışıp sohbetlerine katılmıştım, Türkiye Günlüğü zaten sivil bir mektep bana göre, Mevla’m hocamıza hayırlı bereketli ömürler versin.
• Hukukun Üstünlüğü: Nomokrasi
Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak bağlamında Türkistan ve Türkiye irtibatının kültürel sürekliliğini araştıran metinler üzerinde yoğunlaşıyoruz. Bu bağlamda üzerinde en çok çalıştığımız eserlerden birisi de Yusuf Hashacib’in Kutadgu Bilig adlı şaheseridir. İhsan Ayal hocamın bu metinde “11. yüzyılda adı konmamış bir nomokrasiden bahsetmek mümkündür. Yani kanuni bir düzenin hâkimiyetinden erken dönemlerde bahsedildiği görülür. Töre/yasa’yı kimse bozamaz, Hakan bile, bozarsa kut’u kaybeder. Kut’unu kaybeden hâkimiyetini ve hatta devletini de kaybeder.” Yorumuna denk gelince, İslam, demokrasi ve nomokrasi kavramlarını inceleyen makaleyi hatırladım.
Bana göre de, İslam’ın modern anlamda demokratik bir sistemi ve bundan daha fazlasını ifade eden bir nomokrasi (hukuk rejimi) önerdiği de söylenebilir. Nitekim Allah, hikmetinin normatif vasıflarını sünnetullah, mizan, şir’a, kıst ve adl gibi terimlerle ifade etmektedir. Dolayısıyla İslam, özel tercihlerden ziyade normlara ve iyi tanımlanmış yönergelere dayalı bir hükümetin gerekliliğini onaylamaktadır. Tabii burada normların ilk kaynağının vahiy olması üzerinde konuşulabilir ama burada önemli olan “hukukun üstünlüğü”nün vurgulanmasıdır. Hukukunun üstünlüğünden kasıt, devlet nizamının temel özeliklerinin, unsurlarının, yasama, yürütme, yargı gibi temel organlarının temel hak ve hürriyetlerin anayasa tarafından güvence altına alınmasıdır. Bir devletin demokratik hukuk devleti olup olmadığı bu güvenceyle ölçülür.
• Nomokrasinin Erdemleri:
Nomokrasi ile demokrasi bir fetiş olmaktan çıkacak, evrensel bir ilke olan kanunun hükmü geçerli olacaktır, böylece “çoğunluğun yönetimi” adı altında siyasetçilerin kamu menfaatlerinin temsilcileri kılacak, onları örgütlü çıkar çevrelerinin temsilcileri olmaktan kurtaracaktır. Kamu iktidarının faaliyet sahasını sınırlayan hukuk ilkelerinin ayrıca korunmaya alınmasının önemi burada yatmaktadır. Buna kazai murakabe denir ve hukuk devletini oluşturmak için zorunlu olan, anayasa, kuvvetler ayrılığı ve hukuk ilkeleri arasındaki hiyerarşiden sonraki dördüncü ilkedir. Velhasıl devlet bir anlamda soyuttur, onu somutlaştıran örgütlenme tarzıdır. Dolayısıyla devletin ne olduğunu görebilmek ancak hükümet vasıtasıyla görülen işlere bakmakla mümkün olur. Hükümet kimlerin (halkın genel menfaati mi, yoksa azınlık sınıfların mı) çıkarları korunuyor, sorusunun cevabı önemlidir.
Görüldüğü üzere adil, erdemli, doğru ve onaylanmış yönetim, herkesin iyiliğini daha doğrusu ortak çıkarları sağlamayı amaçlayan yönetimdir. Sosyal sözleşme üzerine kurulu bu devlet, insanları oldukları gibi (birey olarak) kabul etme ve sivil düzende emin ve meşru/iyi bir yönetimin arama öncüllerinin sonucudur.
Sonuç: İslam düşüncesinde ilk defa siyaset ve sosyal felsefeyi ele alanın Farabi olduğu malum. Dini sosyal bir hadise olarak anlamak, onu siyasi bir terminoloji içinde anlama çabası Erdemli Yönetim (Medinetü’l-Fazıla) olarak ortaya çıkar. Bunun için dekültürümüzde yönetim-yönetilenlere dair metinleri diğer kültürlerin metinleriyle karşılaştırmalı olarak (içerden)okuyarak bir nevi nassın ontolojisini yapmak gerekmektedir.
Bu sayede Erdemli Bir Yönetimin en azından Demokrasi çerçevesinde oluşabilir. Çünkü nomokrasi bağlamında düşünürsek, bu demokrasi ne halka idareciler tarafından verilen bir ihsandır; ne de Devlet Başkanı ile Millet arasındaki bir sözleşmenin sonucudur, tam tersine Kutadgu Bilig’de belirtildiği üzere töre/yasaların belirlediği hak ve yükümlülüklerin zorunlu bir neticesidir.
Kaynakça: İhsan Ayal, “Kutadgu Bilig’de İnsan ve Devlet?” Yusuf Has Hacib’in Doğumunun 1000.Yılında Kutadgu Bilig, Türk Ocağı, İstanbul.2016, s. 77; Mehmet Aydın, Türklerin Felsefe Kültürüne Katkıları.Ankara.1985, k.14-15, Mehmet Bayrakdar, İslam Felsefesine Giriş, Ankara.1988, s.104; Mevlüt, İslam ve Demokrasi ilişkisinin Mahiyeti -Muhammed Abid Cabiri’den Hareketle Bir Okuma, Türkiye Günlüğü,sayı 51, (1998) s. 39-60