İsmail Hakkı Tonguç: “Bütün bu işler hurafeyi bilmeyen, talihini kadere bağlamayan, dinsel inançlardan ümit beklemeyen, buna karşılık iradesine ve iş yapma gücüne güvenen, hiçbir hareketinde ve düşüncesinde kendini kısıtlamayan, iyi fikir nereden gelirse gelsin onu saygıyla karşılayan, göğsünde her zaman vicdan denilen bir Allah taşıyan laik yurttaşlarla yapılabilir. İşte o zaman canlı bir millet hem de gerçek aydın yetiştirilmiş olur.”

1946 yılı geldiğinde, CHP içinde kalmalarının artık imkânsız olduğunu gören muhalif vekiller partiden ayrılarak Demokrat Parti’yi (DP) kurarlar. (7 Ocak 1946) Türk siyasetinde uzun yıllar söz sahibi olacak partinin genel başkanlığına ilk olarak Celal Bayar getirilir. Yine bu yıl CHP iktidarı, Türkiye tarihinde bir ilki gerçekleştirir ve 1876 yılından beri yürürlükte olan iki dereceli seçim sistemini kaldırarak tek dereceli seçim kararı alır. 1947’de yapılacak olan seçimler 21 Temmuz 1946 gününe çekilir. Seçimi CHP kıl payı kazanır. 66 milletvekili çıkaran DP’nin asıl zaferi 1950’de gelecektir…

“Seçimlerden sonra CHP’nin güçlü döneminde sesi çok çıkmayan muhalif sağ kesim, ilginç bir şekilde parti içinde kalarak hem partiye hem de çevreye karşı yeni bir tavır içine girmişlerdi. Bu durum karşısında İnönü’nün de bir şey yapamadığı, partinin Kemalist kanadını oluşturan yandaşlarının etkisiz ve sessiz kaldığı söyleniyordu. CHP’nin sağ kanadında olanlar, DP’ye karşı güçlü olmak için partiyi sağa kaydırmada birleşmişlerdi. DP ise eskiyi kötülemek için onların başarılarına, en başta Köy Enstitüleri ve benzeri olumlu atılımlara vuruyordu. CHP, bunların halkın çıkarına şeyler olduğunu anlatma, kanıtlama yerine ‘düzelteceğiz’ tutumuna girerek, yapılan olumlu atılımları kendi eliyle yıkma yolunu seçecekti.”

Dinî alanda atılan adımlar ve verilen tavizlerin 1947’nin tek parti iktidarı CHP ile başladığının altını çizmek gerekir. Günümüz CHP yönetimi de tıpkı o günlerde olduğu gibi partinin kapılarını sağ-muhafazakâr siyasete açmadılar mı? 2014 seçimlerinde CHP-MHP ittifakıyla, İslam Konferansı Örgütü eski genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, “çatı aday” olarak Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmedi mi? 2023’te, “kucaklaşacağız” diyerek Millî Görüş’ün kalesi Saadet Partisi ve diğer dört sağ partinin katılımıyla altılı masa kurup Cumhurbaşkanlığı seçimlerine birlikte girmediler mi? Ülkeyi bölmeye çalışan örgütün Meclis’teki temsilcileri olan etnik kökenli siyasilerle de kucaklaşmadılar mı? Tunceli’yi “Dersim” ilan etmediler mi? “Normalleşeceğiz” safsatasıyla ülkeyi yirmi iki yıldır baskıcı bir din anlayışıyla yönetmeye çalışan sağ-muhafazakâr zihniyet ile tokalaşmadılar mı? Meclis’te ayağa kalkıp ceket iliklemediler mi? Bugün ülkenin içinde bulunduğu korkunç eğitimsizlik, Atatürk’ün vefatının hemen ardından CHP’nin kurucu ayarlarından sapmasının sonuçları değil mi?

Konumuza dönecek olursak; bütün bu kötüye gidiş sırasında Hasan Âli Yücel’in dört yıldır uğraştığı “Üniversiteler Yasası” Haziran 1946’da kabul edilir; ancak Köy Enstitülerinin sonu yaklaşmaktadır. CHP, Atatürk’ün önerileri doğrultusunda kendi eliyle oluşturdukları eğitim sistemine karşı olan sağ muhafazakâr isimleri makam, mevki sahibi yapmaya başlar. Seçimden sonra kurulan Recep Peker hükûmetinde ilk olarak Hasan Âli Yücel harcanır; hükûmetteki yerini koruyamaz. (5 Ağustos 1946) MEB’e Reşat Şemsettin Sirer getirilir. Enstitülere karşı asılsız iftiralar ve suçlamalar öylesine artar ki Kâzım Karabekir, “Enstitülerde komünist eylemler ve eğilimler olduğunu” içeren ihbar mektupları aldığını söyler. Onu, Fevzi Çakmak izler ve Yücel’in komünistleri yani “dinsizleri” koruduğunu iddia eder. Oysaki o Hasan Âli Yücel, “Allah Bir” isimli şiir tarzında kitabında bakın neler söylemektedir:

Tanrım, sana söylerim ki, birsin. / Kimdir, birsin diyen, bilirsin. / İmana adın yeter tanıktır, / Kalbiyle inanmayan sanıktır. / Taptım sana başka Tanrı bilmem; / Fâniler önünde ben eğilmem…”

Burada küçük bir not verelim: Mareşal Fevzi Çakmak, Nakşibendî şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’ye sevgi besleyen bir kişiydi. Vefatında, vasiyeti gereği şeyhinin yanına gömülmüştür.

“Tonguç, hükûmet programını izledikten sonra derhal istifa dilekçesini verir. Ancak Sirer şimşekleri birden üstüne çekmemek için, ‘Seni görevden alırsam nasıl hesap veririm. Birlikte çalışacağız ancak Enstitüleri bir operasyondan geçireceğiz, sesini çıkarmayacaksın’ der. Tonguç ona ‘Benim yanıtım bu kitapta yazılı’ diyerek Ağustos 1946’da yayınlanan 450 sayfalık ‘İlköğretim Kavramı’ adlı kitabını verir. Bu kapsamlı kitabında Tonguç, ‘Oy alma yolunda halka ilköğretimi kötüleyenlere’ şöyle demektedir: “Bilgisiz insanlar gerilikten ve uyuşukluktan kurtulmak istemiyorlar diye onların dünya görüşüne mi katılacağız?”

Bakan Sirer’in “birlikte çalışacağız” demesinde samimi olmadığı ortadadır. Hasan Âli Yücel’in dava arkadaşı Tonguç’u asla yanında tutamazdı. Nitekim Tonguç’un oğlu Dr. Engin Tonguç, yıllar sonra kaleme aldığı anılarında şunları yazacaktır: “ … Bir gün odasında onunla tartıştığına, o dışarı çıkarken arkasından, ‘çoluk çocuğunla birlikte belinizi kıracağım’ dediğine, Tonguç’un da ‘kılımıza bile dokunamazsın’ diye karşı koyduğuna Bakan’ın özel kalem müdürü hayretle tanık olmuş ve üzülmüştü.”

Nasıl bir kin değil mi? Bu bitmeyen kin, bugün de devam etmekte, ne yazık ki…

Bakan Sirer, İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğünden alır ve Talim Terbiye Kurulu’na atar. Elbette bu aydın kıyımı Tonguç ile sınırlı kalmayacaktır. Yardımcılarından Hamdi Keskin de aynı yere atanır. Başyardımcısı Ferit Oğuz Bayır, önce bir büro işine daha sonra da Bolu’da bir kitaplığa atanır. Tonguç’un yerine Yüksek Kısım psikoloji öğretmeni ve Talim Terbiye Kurulu üyesi Yunus Kâzım Köni getirilir. Köni, birkaç gün önce Yüksek Bölüm yöneticisi olan Hürrem Arman’a, “Bandırma’da bir liseye göndereceğiz seni,” der. Arman, aile sorunu nedeniyle güçlükle Ankara’da ortaokul öğretmeni olarak kalabilir. Ardından sırayla önce yöneticiler, sonra öğretmenler değiştirilir.

“Tonguç ise soylu ve soğukkanlı bir duruş sergilemekte, asla kışkırtıcı olmamaktadır. Kenarda köşede sinen karşıdevrimcilerin, gericilerin günü olduğunu biliyor, buna derinden yanıyordu. Onlar, İnönü’yü bile yanıltmışlardı. Yücel’le ikisinin bir pişmanlığı vardı yalnızca. İnönü, Enstitülerin sayısını kırka, altmışa çıkarmayı, çok sayıda kız öğrenci almayı önermiş, ‘sonra buna fırsat bulamazsınız,’ demişti. ‘Niteliği bozar, maddi sıkıntı çekilir’ kaygısıyla bunu yapmadıklarına yanıyorlardı. Olacakları anlamışlardı. … İnönü’nün ‘benden geride kalacak iki emanetten biridir’ demesine karşın, CHP’nin sağ kanat Millî Eğitim Bakanı Sirer, demokrasiyi besleyip büyütecek o güzel eğitimin yıkımına hemen başlamıştı. CHP, ülkenin gereksinimi olan böyle bir eğitimi tek partili rejim içinde kurup geliştirmiş olmanın onurunu taşıyordu. Ama tam demokrasiye geçmişken, ona kaynak oluşturacak Köy Enstitülerinin yıkılması ve CHP’nin bu onuru sırtından söküp atması nasıl bir akıl olabilirdi?”

Sonraki yıllarda Cumhuriyet’in mucize kurumlarını da böyle yıkmadılar mı? Atatürk’ün fabrikaları tek tek sökülüp yok edilmedi mi? “Babalar gibi satarız. … Parayı veren kızı alır. … “Sümerbank’ı bitirdik, şimdi sıra isminde,” diyerek özelleştirme kılıfı altında ona buna peşkeş çekmediler mi?

Kendisi de bir Köy Enstitülü olan Mustafa Güneri, “Hasanoğlan Hatırası” adlı kitabında şunları yazmaktadır: “… Daha başlangıç aşamasında bu eğitim kurumlarının karşısında duran muhalefet giderek güçlenmiştir. 1946 seçimleri yaklaşırken bazı milletvekilleri Alman Nasyonal Sosyalist Partisi’nin ideolojik etkisindedir. İsmet İnönü ise eğilimler arasında bir denge arayışındadır. Bir yandan Meclis’te Köy Enstitüleri karalamalarıyla uğraşırken diğer yandan da dünya politikasında esen rüzgârı yakalamaya çalışmaktadır. Muhaliflerin propagandasıyla başlangıçta köy enstitülerinden yana olan köylüler artık çocuklarının köy okullarının inşaatında çalışması başta olmak üzere, bu kurumlara tepki göstermektedir. Türkiye’nin savaşa girmemesi için gösterilen çaba da artık başarı olarak algılanmamaktadır. Bütün bu hengâme içinde elindeki politik gücü kaybetme korkusu içinde olan CHP, 1946 seçimlerini ancak küçük bir farkla kazanabilir. 1946 seçimlerinden sonra devletin tüm kadrolarında cadı avı başlar. Başbakan Recep Peker, ‘vatanı Türk Devleti adına yıkıcı faaliyetlerden’ temizlemektedir! O güne kadar muhalefette olan güçlerin iktidara gelmesiyle eski defterler tek tek açılır.”

Devam edecek...

Tülay Hergünlü

İstanbul, 15 Aralık 2024