Dünyanın en büyük anakentlerinden birisidir İstanbul. 16 milyonluk nüfusuyla bazı ülkelerin birkaç katı nüfusa sahiptir. Doğu ile Batı’yı, Asya ile Avrupa’yı birleştiren konumuyla insanların gün içinde kıta değiştirdiği tek şehirdir. Eşsiz güzelliği ve coğrafi konumuyla yabancıların iştahını kabartan, üzerinde binbir emel beslenen İstanbul… Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapan, Türkiye Cumhuriyeti’nin finans merkezi İstanbul…
Hani şair demiş ya; “Sana dün bir tepeden baktım ey aziz İstanbul/ Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer”[1] Ben de bir gün boyunca İstanbul’a tepeden, denizden, pek çok yerden baktım ve gördüğüm manzara içimi acıttı, yüreğimi kanattı… Benim çocukluğumun, gençliğimin İstanbul’u bu değildi.
İstanbul, lime lime edilmiş sokakları, vücudunun her yerine hançer gibi saplanmış gökdelenleri, betona terk edilmiş yemyeşil tepeleri, sefaletin kol gezdiği meydanları, dilencilerin mesken tuttuğu köşeleri; Suriyelisi, Pakistanlısı, Senegallisi, Kenyalısı, Afganistanlısı, Bangladeşlisi ile yabancılaşmış, özellikle de Araplaşmaya başlamış bir şehir…
Özal’lı yıllarda başlayan yabancılaşma olgusu, günümüzde zirveye çıkmış. Dilimize karışan İngilizce kelimelerle melezleşen bir Türkçe’ye karşı çıkarken, şimdilerde her yerde Arapça hâkim olmuş. Tabelalarda Türkçe ve İngilizcenin yanı sıra üçüncü bir dil olarak Arapça yer almış. Toplu taşıma araçlarında seyahat ederken kendimi yabancı bir ülkede gibi hissettim. Neredeyse Türkçeden çok Arapça konuşuluyordu.
Suriyeli dilenci çocukların sefaleti, Eminönü’nde çöplerden topladıkları yiyecekleri yemeye çalışan bir ailenin görüntüsü… Üstü başı dökülen insanlar… Parklara, yol kenarlarına yayılan, olmadık yerlerde piknik yapmaya çalışan aileler… Bavul ticareti yapanlar, köprü üstlerinde ya da kentin en kalabalık yerlerinde aksesuar satmaya çalışan Afrikalılar… Sadece gözleri görünen kara çarşaflar içindeki kadınlar; beyaz sarıklı, şalvarlı, kaba sakallı erkekler… Başlarında koyu renk fesli, (tepesinde Fatih’in tuğrası işlenmiş) şalvarlı, uzun gömlekli çocuklar ki bir cemaat mensubu oldukları ve burada eğitim (!) aldıkları çok belli… Sefalet ile ters orantılı lüks araçların kilitlediği, felç olmuş bir trafik… Kargaşa, gürültü, patırtı…
Ticarete kurban edilmiş tarihi mekânları… Özentisiz dükkânları, her köşe başına dikilmiş dev alışveriş merkezleri… Koca bir otoparka dönüştürülen Beyazıt Meydanı… Özünden koparılmış Çınaraltı… Siyasi operasyonlarla meydan vasfını yitirmiş Taksim… Tarihinden koparılmış görünümüyle İstiklâl Caddesi… Yemyeşil tepeleri betona terk edilmiş Boğaz… Anadolu insanından yoksun kalmış Haydarpaşa… Arkasından sırıtan üç sevimsiz yapının sinsice kucakladığı muhteşem Süleymaniye… Tarihi yarımadanın gökdelenlere kurban edilen yüzlerce yıllık silueti… Her taraftan fışkıran dev yapıları ile nefes almaya çalışan bir şehir…
İstanbul, bütün vücudu saldırıya uğramış, her yerinden bir parça koparılmış, yüzü gözü birbirine karışmış, o güzelim boyaları dökülmüş, mücevherleri çalınmış soylu ve çok güzel bir kadın gibi ayakta kalmaya çalışıyor. O muhteşem güzelliği yara bere içinde olsa da yobazlığa, açgözlülüğe, acımasız talana, hoyrat ellere meydan okuyor.
Ah güzel İstanbul… Bizim İstanbulumuz…
“Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!/ Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.[2]
Senden asla vazgeçmeyiz İstanbul… Ne bugün ne de yarın…