Şimâl Vilayeti'nin merkezi ve ülkenin 2. büyük şehri Trablusşâm’dayız. Burası Osmanlı Devletinin Şam Beldeleri (Biladü’ş-şam-bilad-i şam) dediği yerler. Kuzey Lübnan sınırında. Kıbrıs’ın karşısında Roma, Fenike, Emevi, Abbasi, Haçlılar, Memlûklü ve uzun süre Osmanlı yönetiminde kalan şehir Grekçe Tripoli diye bilinir. M.Ö 7 bin yılında Fenikeliler tarafından kurulmuş. Aslında üç şehrin birleşmesiyle kurulmasından (tyrepolis) hareketle bu ismi almış.

Fenikeliler, Samî ırk ile denizden gelenlerin karışımından oluşmuş; bölgeye verdikleri ad, Kinahna, bundan dolayı Kenaniler de denilir. Ürettikleri ergüvan renkten dolayı Yunanlılar döneminde oldukça pahalı olan mor renkli kumaşlar üretenler anlamında Fenikeliler demişler. Yani etkilerinin hala devam ettiğini söylemek için kullandığımız Latin harflerinin temellerini attıklarını, Avrupa’nın (Europa), Sur kralı Agenor’un kızı olduğunu, Byblos şehrinden hareketle kitap (biblion/bible-İncil ve kütüphane (bibliothek) kelimelerinin türetildiğini söylersek, durum az biraz netleşir.

Oo tekrar tarih dersine başladığı mı dediniz, bu yazıların adı “gezi-yorum” deyip hoş görünüze sığınmak isterdim ama Biladüşşam dediğimiz yerlerin güney Toroslardan başladığını, Suriye, Irak, Filistin ve Ürdün topraklarına karşılık geldiğini hatırlayınca, umarım mazur görürsünüz beni. Suriye’nin başkentinin adı Dimaşku’s-Şam, (Damascus), Filistin, Lübnan topraklarıdır. Libya’daki Traplus ile karışmasın diye de Trablusşâm denilmiş. Lübnan’ın güneyinde Sur (Tyre-Tiros) diye bilinir. Burada Filistin Mülteci kampı Reşidiye var, ismi de Sultan Reşadtan geliyor sanırım, ardında İsrail’in işgal ettiği Golan tepeleri var. Hayfa şehri de bir kuş uçumu. Ana hatlarıyla yarın da gezeceğimiz yerler buralar.

Trablusşşam Hz. Osman zamanında fethedilmiş, Muaviye Persleri (İranlıları) ve Yahudileri bu şehre yerleştirmiş. Abbasi döneminden sonra bir Türk devleti olan Tolunoğulları (878/264) buraya gelmiş. O zamanda birçok gemiyi alacak bir liman varmış burada. Daha sonra (358/969) Bizanslılar gelmiş ve şehri mahvetmiş, iki yıl sonra Fâtımîlerin etkisi altına girmiş. Genelde Sünni olan şehirde Şiî nüfusu artmaya başlamış. 456 yılından itibaren Türkler özellikle Yıva Türkmenleri bölgeye gelmiş.

502/1109 yılında ise Haçlılar gelip her yeri talan etmiş. Eyyübiler ve Memlûk Sultanı I. Baybars’ın şehri ele geçirme çabaları sonuç vermediyse de halefleri 688 yılında burayı aldılar. Şehre 9 medrese ve bir çok cami, han yaptırmaları kültüre, ibadete ve ticarete verdikleri önemi gösterir. 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’e bu şehri Memlûk Devleti komutanı Kurtbay’ın teslim ettiğini hatırlarsak Tolunoğullarından itibaren bölgedeki Türk etkisinin 1918 yılına kadar devam ettiğini söyleyebiliriz.

Dediğim gibi Trabluşşam, Fenikeliler, Persler, Romalılar, Emeviler, Fâtımîler, Haçlılar ve Memlûklerin idaresinde kalmış. Eğer burada Moğol ve Haçlı saldırılarına karşı İslam dünyasını savunanların hangi devletler olduğunu sormazsam, patlarım vallahi. Bölge için söyleyecek olursam, Memlûk Devleti tabi ki, kendisini ed-Devletü’t-Türkiyye diye isimlendirmişler.

Birazcık tarihsel bilgi iyi olur burada, Memlûklü/Kölemen devletinin başkanı olan Sultan Baybars’ın (el-Melikü’z-Zahir Rüknüddin es-Salihi –el-Bundukdari, ö.6761277) bir Kıpçak Türkü malum. Köle olarak Eyyübilere satıldığını orada hızla yükselip devlet başkanı olduğunu, Haçlı ve Moğollara karşı özverili bir şekilde mücadele ettiğini, bu bağlamda Anadolu’daki Türk beyliklerine de yardım ettiğini, Altın Orda Devleti ile iyi ilişkiler kurduğunu, Osmanlı devletiyle bazen iyi bazen gerilimli olduğu da malum. Ve bir soru; Haçlılara karşı mücadele eden diğer devletler hangisi, mesela Arap ve Pers devletleri mi? Onu da siz söyleyin artık.

Trablusşşam’daki eserlerin çoğu Memlûkler döneminde yapılmış, daha sonra Osmanlı devrinde eklemeler olmuş. Master tezinde çalıştığım Şeyh Bedreddin’in ilim için Mısır’a geldiğini okuduğum andan itibaren (1988) Memlûk Devleti yönetimi hep ilgimi çekmiştir. Moğol ve Haçlıların zulmünden kaçan âlimlere kapılarını açtığı, onlara önemli destek verdiği, Dımaşk’ta 160, Kahire’de 75 medrese, Trablusşâm da 9 medrese kurdurması da bunu gösterir. Malumunuz olduğu üzere “Hadimu’l-Haremeyn” sıfatını da ilk o kullanmıştır.

Bölgedeki Türkler

Suriye’nin pek çok yerine Türkmenleri yerleştirerek çoğaltmaya çalışması da ayrıca önemli. Hac yolunu güvenliğini sağlamak için aynı politika Osmanlı zamanında devam etmiş ve stratejik yerlere Türk boyları yerleştirilmiş. Mısır Merkezli Memluk yönetimin kültürel katkıları bağlamında Şeyhim Bedreddin’e dönecek olursak, eğer Musa Çelebi fetret döneminden başarılı çıksaydı, Osmanlı’nın gelişmesi nasıl olurdu ki diye hep sorarım kendime.

Bir diğer husus da şu: İznik, Bursa ve İstanbul medreselerinde yetişen âlimlerin uzmanlaşmak için Mısır’a, Semerkand ve Buhara’ya gitmeleri sonra geri dönmeleri veya Kadızade Rumi gibi öğretim üyelerinin yetiştirdikleri talebeleri (mesela Ali Kuşçu) İstanbul’a göndermeleri, Atayurt ile Anayurt kültürel sürekliliğini göstermesi açısından son derece önemli, bence.

Yok daha fazla okumam demeyin gezi-yorum’a dönüyorum, lütfen yeter demeyin ama durum bu, mesela Beyrut patlaması sonrasında bölgeye giden Cumhurbaşkanı yardımcısı ve Dışişleri bakanı, Türk kökenlilere Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı vereceğiz demesi de, bu bağlamda düşünülmeli. Mesela Bekaa vadisini hep PKK vasıtasıyla duyuyoruz ama Baalbek Türkmenlerini hiç işitmemiştim. Oysa Baalbek şehri çevresindeki 5 küçük yerleşim biriminde yaşıyorlarmış. Suriye sınırında 1 köyde yaşayan Türkmenlere ilaveten Suriye iç savaşından gelip Akkar ve Baalbek’e yerleşenlerde varmış. Kuvaşra’nın eski adı göçerli imiş. Dınniye Türkmenleri denilenler ise adı ile anılan yerde Kuzey Vilayeti’ndeymişler.

Zahir beyin Trablusşâm’da çarşıyı gezerken tanıştırdığı bir esnafın Türk vatandaşlığının onaylanmasını beklediğini söylemişti. Bunlar çoğunluğu Trablus ve Akkar’da olmak üzere Osmanlı döneminde Anadolu’dan gelerek bölgeye yerleşmiş aileler olup Osmanlı’nın yerel yönetimde ayrıcalık tanıdığı eşraf ailelermiş.

Bunlara ilaveten Girit Adası’nın Osmanlı’dan Yunan hâkimiyetine geçmesi ve Giritli Müslümanlara yönelik saldırıların artmasıyla Suriye ve Lübnan’a getirilen ve Trablus’ta yaşayan Türklerin olduğunu da söylediler. Bir de çoğunluğu Mardinli Lübnan’da Yaşayan Türk Vatandaşları var, geliyorsunuz ve sabah sizi Beyrut’ta Mardinli Meryem hanım otelin Resepsiyon’da Türkçe karşılıyor, hoş geldiniz diyerek, bundan güzel bir karşılama olabilir mi?

Trabluşşam Kalesi ve Mevlevihane’si

Ve yorum kısmını bırakıp, geziye dönelim artık, yoksa okumayı bırakacaksınız anladım. Önce Osmanlı dönemi eseri Trablus Kalesi'ne çıkıyoruz.

Kalenin hemen aşağıdasın da Osmanlı Mevlevihane’si pırıl pırıl parlıyor, Tika restore ettirmiş. Kale Osmanlı mimarisi ama tarihsel olarak Raymond Saint Gilles diye bilinirmiş, 1289 yılında tamamen yanmış, bir çok kez inşa edilmiş, en son Osmanlı valisinin inşa ettirdiği hali gezdik. Surlarda gezip, şehri dört bir yanını gördük.

Burası ticari ve politik açıdan kaç bin yıldır son derece önemli. Zeytinyağı, şarap, kereste, cam, kumaş, bakır ve kalay külçe, boyalı seramik kaplar, altın ve gümüş takılar ve papirüs gibi malların ticareti ile zengin olmuşlar. Kâtip Çelebi’nin ifadesiyle “Her sene yedi iklimden bin pare gemi gelir. Özellikle İngiliz, Flemenk ve Fransa‟dan gemiler gelir ki her biri altışar ayda ağzına kadar pamuk, zeytin, zeytin yağı ve sabun başta olmak üzere gıda maddeleriyle ve ipeklerle dolup giderler/miş.”

Hemen Sabun Han’a geçiyoruz, orada Türkiye’de okumuş ve eczalıkta doktora yapan Zahir Bey bize bilgi veriyor. Ardından harika bir Memlûk Devleti eseri el-Câmiu’l-Mansûrî /ve Ulu Cami (el-Câmiu’l-kebîr) (693/1294) diye bilinen mekâna geçiyoruz. Kapalı, ama işte Osmanlı torunu olmanın faydası burada çıkıyor. Zahir Bey, Cami’nin anahtarı için Muhammed Ali Çelebi amcayı arıyor. Soyada dikkat lütfen, 93 yaşında dipdiri geliyor, İTÜ makine mühendisliği mezunuymuş, Emevi dönemi camini geziyoruz, bizlere anlatıyor güzel Türkçesiyle.

Osmanlı döneminde şehir hayatının kalbi olan Tel Şehir Meydanı, saat kulesi ve Hamidi cami ise isminden belli, Sultan 2. Abdülhamid'in armağanı. Prof. Dr. Halid Tedmuri ayrıntılı bilgi veriyor. Memlûk Devleti ve Osmanlı yönetiminin burada 725 seneyi bulduğunu söylersem, tarihsel ve kültürel temelleri de netleşmiş olur şehrin.

Yemek bizim işimiz 

Hafif yağmur çiseliyor, hava da kararmak üzere zaten. Oradan Zahir beyin rehberliğinde deniz kenarında bir lokantaya gidiyoruz. Epeyden gezginci/turist gelmediği için 30 kişilik kafileden onlarda memnun oldu sanırım. O kadar harika servis yapıyorlar ki, günün bütün yorgunluğu gidiyor. Çok acıktığımız için garnitür olarak getirenleri yemeye başlayınca, yahu onlar balık sosları, az biraz bekleyin dedi ve diğer ön sıcakların getirilmesinin hızlandırılmasını istedi, ondan sonra da masada yer kalmadı desem yeridir.

Humus, babagannuş yani patlıcan ezmesinin sarımsaklı yoğurtla karışımı, ortasına birkaç damla zeytinyağı konulmuş, oh miss. Biz de de olan süzme yoğurt, nane karışımı mezenin adı lebne. Üçgen börek gibi, içinde ıspanak var, adını sordum fatayer imiş, onunla içli köfte gibi kıbbe denileni de hemen gövdeye indirdim tabi ki.

Her türlü balık kızartması gelmeye başladı, ardından çay ve meyve servisi. Sonrasında bir arkadaş, “Mevlüt hoca, masanın üstü çeşit çeşit balıklarla dolu, bir sakıncası yoksa masanızdaki patates kızartmasını uzatırmı sınız dedi iyi mi?” deyince millet bastı kahkahayı, ben az biraz şaşkın. Yani nedeyim benim balıkla pek alakam yoktur, patates kızartması ve soslar demeye çalıştım ama bir tuhaf oldu hakikaten. Beyrut’a dönerken herkes otobüste sızdı kaldı.

İstanbul havaalanından itibaren kesik kesik bir kaç saat uyku ile neredeyse 36 saat olmuş, Çorum’dan çıkalı. Diğer gezi-yorum, Bekaa Vadisi, Baalbek, Ayn’ül-Car hakkında olacak. Selamette kalınız.