Yazının başlığını usta aktör Şener Şen’in başrolünde oynadığı bir filmden aldım. Film, özel bir şirkette mutemet olarak çalışan son derece namuslu bir memurun, gelişen olaylar sonucunda nasıl bir namussuza dönüştüğünü anlatıyor. Filmi biraz hatırlayalım:
Mutemet, oldukça yüklü bir parayı şirket hesabına bankaya yatırmak için her zamanki gibi yola çıkar ancak saldırıya uğrar. Silahını çekmeye fırsat bulamadan soyulur. Arbede anında silahla yaralanır ve üstüne bir güzel de dövülür. Yardım çığlıklarını kimse duymaz. Üstü başı yırtılmış, ağzı burnu kan içinde kalmış, yaralı bir halde çalıştığı firmaya gider ve genel müdüre durumu anlatır. Hemen polis çağrılır. Genel müdür, mutemedin uzun yıllardır şirkette çalıştığını, çok dürüst bir memur olduğunu, parayı kendisinin çalmasının mümkün olmadığını söyleyerek, mutemede sahip çıkar.
Mutemedin şüpheli sıfatı düşer. Ancak, genel müdürün, mutemede sahip çıkmasının arkasındaki gerçek farklıdır. O, parayı çalanın mutemet olduğunu düşünmektedir. Olay şirket çalışanlarına da inandırıcı gelmemiştir. Onlar da tıpkı genel müdür gibi, mutemedin parayı kendisinin çaldığı, olaya “soyulmuş süsü” verdiği inancındadırlar.
Olay basın yoluyla duyulur. Mahalle esnafının da haberi olur. O güne kadar yüzüne bakmayan esnaf, mutemedin karşısında yaranma sırasına girer. Evine zorla gıda malzemesi gönderir. Hatta renkli televizyon veren bile olur. Mutemet, ne yapıyorsunuz, ben sipariş vermedim, bunları ödeyemem, dese de esnaf “Bunlar bizden, merak etme. Senden para isteyen mi var! Elin bollanınca ödersin.” diyerek manalı manalı sırıtır ve mutemedin sırtını sıvazlar. Bakkal o kadar ileriye gider ki veresiye defterini yırtar. Neredeyse yirmi dört saat beyninde boza pişiren nemrut kayınvalide bile birdenbire melek kesilir; zırnık koklatmadığı parasını koynundan çıkarıp “Kefen param diyerek” damadına verir. Kaynı “enişte, enişte” diyerek etrafında fır dönmektedir. Tembel oğlu, tabi annesinin de iteklemesiyle birdenbire sürekli ders çalışan bir öğrenciye dönüşür.
Zavallı mutemede karısı ve çocukları da inanmamıştır. En hazini ise, memur maaşıyla ve de namusuyla evini geçindirmeye çalışırken, “Herkes akıllı. Köşeyi dönüyor, sen beceriksizsin!” diyerek eşine sürekli dırdır eden ve kadınlık görevini bile yerine getirmeyen karısı, birdenbire yumuşak ve seksi bir eşe dönüşür; tabi kayınvalidenin de teşvikiyle…
Zavallı mutemet olan bitenden hâlâ bir şey anlamış değildir. Derken işyerindeki arkadaşları cebine para koymaya başlarlar. Aldıkları rüşvetlerden mutemede de bir pay ayırmaya başlamışlardır. Daktilo kızlar koynuna girmek için birbiriyle yarışır. Çaycı bile ikide bir çay- kahve getirmekte, sonra ödersin diyerek çıkıp gitmektedir.
Bir gün genel müdür odasına çağırıp zorla para verir. “Aman efendim!” demesine fırsat kalmadan müdür “Sen şimdi serisi bilinen paraları harcayamazsın, biraz zaman geçsin. O güne kadar sıkıntı çekme. Ne ihtiyacın varsa biz karşılarız. Sonra parayı ortaya çıkardığında hesaplaşırız.” der. Mutemet en sonunda durumu anlamıştır. Bütün bu olanlar “kaz gelecek yerden tavuk esirgememe” manevralarıdır. Herkes onun hırsız olduğunu zannetmekte ve bu durum hem itibar görmesine hem de cebinin parayla dolmasına neden olmaktadır.
Zavallı mutemet ne yapsa ne etse, dinletemez. “Ben çalmadım, hırsız değilim. Benim gibi bir adamın bunu yapabileceğine nasıl inanırsınız!” diye feryat etse de kimseye dinletemez. O güne kadar yüzüne bakmayan insanlar, genel müdüründen çaycısına, bakkalından, kasabından, manavından, eşya satan mağazacısına kadar herkes mutemedin karşısında ceket iliklemekte, el etek öpmeye çalışmaktadır.
Aradan günler geçer. Derdini anlatamayacağını anlayan mutemet bir gün zıvanadan çıkar ve madem çalmadığıma inanmıyorsunuz o zaman size bir oyun oynayayım da görün diyerek bir plan hazırlar. Kayınbiraderi de dâhil olmak üzere kendisine “hırsız” muamelesi yaparak cebine para doldurmaya çalışanları dolandırır ve gemiyle yurtdışına kaçar. Tesadüf bu ya, bir gün önce asıl hırsızlar yakalanmış, olay gazetelere intikal etmiştir. Hırsızların yakalandığını, mutemedin parayı çalmadığını anlayan bilumum zevat telaşla mutemedin peşine düşer. Eşi ve çocukları da olaydan habersizdir. Gemiyle kaçacağını anlarlar ve tam gemi hareket ederken yetişirler.
Mutemet üstünde tatil kıyafeti ile geminin halatına yapışanlara alaylı bir şekilde sırıtır. Geminin gitmesine engel olmak için halata sarılanlar denize dökülürler ve gemi limandan ayrılırken bağırırlar; “Namusluymuş, namussuz!”
Bunu niye anlattım.
Türkiye’de yolsuzluk, hırsızlık vakaları karşısında sessiz kalan, kendisini bir gecede soyanlara alkış tutup, halay çeken yurdum insanı açısından durum tam da bu filmde geçen olay gibidir.
Hırsıza alkış tutmak… Namussuzu baş tâcı yapmak…
Bu durum dün de böyleydi, bugün de…
Kendi şirketine devletin kasasını peşkeş çekenleri, belediyeleri soyanları, adları uyuşturucu ticaretiyle anılanları, pudra şekeri koklayanları, ayakkabı kutularında para saklayanları, evlerinde para sayma makineleriyle para sayanları, paraları sıfırlayanları, çikolata kutularında rüşvet alanları, lüks otellerde mafya tarafından ağırlananları, mafya babalarının özel uçaklarında gezenleri, sofralarında yer edinenleri ağırlar, besler, paye verir, baş tacı yapar hatta oy verip Meclis’te kendisine vekil tayin eder; bakan yapar, büyük elçi yapar; güzel yurdumun güzel insanları… Sonra da dönüp önünde ceket ilikler. “Çalıyor ama çalışıyor!” diyerek iltifat eder. Öte yandan namuslu insanları, siyasetçileri, bürokratları elinin tersiyle iter, beceriksiz konumuna düşürür.
“Benim memurum işini bilir” diyenlere anıt mezar layık görülür de bu ülkede, geçinmek için evindeki halısını satanlara bir mezar yeri bile çok görülür…
Eski Türk filmlerine bakın, özellikle Kemal Sunal filmleri hep bu konuları işler.
Hilekâr iş adamları, siyasiler, şarlatan reklam şirketleri, üçkâğıtçı esnaf, namussuz müteahhitler, fırıldak ev sahipleri ve benzeri karakterlerin karşısında güce boyun eğen çoğunluk ve tek başına karşı duran saf bir vatandaş.
Allah ile aldatmanın en güzel örneklerini de sergiler bu filmler. Tartıda hile yapan, alavere dalavere ile vatandaşın malına çökenler dikkat edin hep “hacı” karakteridir… Beş vakit namazındadır. Abdestsiz gezmez… (burada namuslu hacıları ve vatandaşları tenzih ediyorum)
Bu ülke bugünlere yeni gelmedi. Namussuzlar dün de alkışlandı bugün de alkışlanıyor. Ancak “namus” kavramı hiç bu kadar ucuzlatılmamıştı. Hiç böylesine ayaklar altına alınmamıştı. Namussuzlar hiç değişmedi, sayıları ve hacimleri daha da arttı… Vatandaş aynı saf vatandaş diyeceğim ama dilim varmıyor. Çünkü bu iletişim çağında, ülkemizde ve dünyada gelişen en ufak bir olaydan anında haberdar olunan günümüzde, vatandaş olarak “bilmiyorduk, aldatıldık” deme şansına sahip değildir, yurdum insanı.
Tek yapılması gereken İsmet İnönü’nün dediği gibi, namussuzlar kadar namusluların da cesur olmasıdır.
“…Gerçek şu ki Allah, bir toplumun maruz kaldığı şeyleri, onlar, birey olarak içlerindekini/birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiştirmez…” (Ra’d Suresi, 11)
Toplum olarak kendimizi değiştirmenin, namussuzları değil, namusluları alkışlamanın zamanı gelmedi mi?
Namussuzları alkışlamak yerine cesurca karşılarına dikilip hesap sormak her namuslu vatandaşın insanî görevidir…