Efendim insanının hayatında unutamadığı günler vardır. Aradan yıllar geçse de onunla ilgili bir kelime duysanız hemencik çağrışım yapar ve o günlere gidiverirsiniz. Hele çocukluk yıllarına ait anılar, sanki mermer üzerine kazınmış yazı gibidir. Tozlanır ama asla silinmez. Bizlerin her millete nasip olmayan; milli ve dini bayramlarımız var. Bunların her birinin kendine has özellikleri güzellikleri kutlamaları mevcuttur. 

Bayram denince herkesin aklına hemen köyü kenti gelir. Bizim köyümüzde de bayramdan bir hafta önce babalarımız şehre gelir imkânlar nispetinde aile efradına kimileri ikinci el (bitpazarı) kimileri sıfır giysiler alırdı.  Bu arada imkân yoksa baba kendine bir şey almaz, fedakârlık yine ona düşerdi. Mağazadan veya bitpazarından alınmış fark etmez bizlerde onları belki günde on defa giyer çıkarırdık. Düşünüyorum da o zamandan bu zamana neler değişti. Şimdi çocuklarımıza alacağımız bir çorap için bile mağaza mağaza dolaşıyoruz ama bazen beğendirmek zor oluyor. Eskiye göre imkânlar daha çok fakat eski mutluluktan eser yok. Tabi bunun bir takım sebepleri var.

Bayram namaz sonrası caminin önünde bayramlaşma yapılır ve bu nedenle oluşan kuyruk uzar giderdi. Bu vesile ile aralarında ufak tefek hususlardan dolayı kırgınlık bulunan insanlar evlerine gitmeseler de cami avlusunda belki de mecburiyetten merhabalaşmak suretiyle barışırlardı.

İşin en güzel yönü de cami avlusuna serilen kıl kilimler üzerine sofralar kurulur. Herkes evinden özenle hazırlanan yemeklerden getirir. Bu vesile ile köye gelen misafirler veya sofrasına misafir gelmeyecek insanlarla toplu olarak yemek yenilirdi. Biz çocuklar sevdiğimiz yemekler hangi sofrada varsa o sofraya oturmak için can atardık. Çocuklara ayrı sofra serilmez onlarda büyüklerle beraber yerdi.

Çocuklar hatta yetişkinler harmanda toplanır hep beraber oyunlar oynardı. Çocuklar sıradan tüm evlerin kapısını çalarak büyüklerin ellerini öperdi. Aslında ziyaretler, bilhassa akraba ziyaretleri depresyonu önler. Çünkü önceden dayı, teyze ile beraber yatılır dertler, sevinçler onlarla paylaşılırdı. Köylerden şehre göçle beraber, çocuklarımız derdi de, sevinci de paylaşmakta zorlanıyor. Ya ortada kalıyor, ya da sanal ortamda paylaşılmaya çalışılıyor… Televizyonlar, bilgisayarlar çocuklarımızı, hatta biz büyükleri kendine esir ediyor…
*
Bir televizyon programında izlemiştim. İstanbul’da kariyer sahibi, orta yaşlı bir vatandaş; eşine,  hanım, bizim ziyaretine gittiğimiz dostlarımız ziyaretçisi eksik olmayan, her türlü imkâna sahip insanlar. Gel bu bayram bir farklılık yapalım. Karşıdaki bakkal amca bu sokakta herkesi tanır. Ben ona sorayım, bu sokaktaki apartmanlarda geleni gideni olmayan, yakınları tarafından aranmayan yaşlıları veya doğal afetlerde yakınlarını kaybetmiş tek başına yaşayan gençleri seninle bir ziyaret edelim der. Hanımı da çok güzel fikir. Hemen sen bakkal amcaya sor gel der. Adam bakkala gider, durumu anlatır. Bakkal, aferin evladım, çok güzel düşünmüşsün ‘’ Ne ekersen, onu biçersin, demiş atalarımız. İnsan yaşlılıkta para pul aramıyor, nasılsın amca diyecek insanoğlu arıyor. Ben bu bakkallığı bu yaşımda para için kazanmak için yapmıyorum. İhtiyacımda yok. Ancak, kendimi oyalamak için yapıyorum ‘’  der ve sokaktaki kimsesiz yaşlıları ve yalnız yaşayanların ismini tek tek verir. Adam hanımını alır, sokağın başındaki apartmandan başlar. Zira bu apartmanda tek başına yaşayan bir amca vardır. Zile basar, adam açmaz. Tekrar basar bu sefer de kimsin, niye basıyorsun, ne satıyorsun, almıyorum işte kardeşim gibi sert cevap verir. Adam bu hakarete aldırmadan devam eder, ’’ amca ben toplayıcı, pazarlamacı değilim. Sokağın sonundaki apartmanda kalıyorum. Hanımla bayram ziyaretine geldik’’ der. Yaşlı amca kapıyı açar ve içeri girerler. Yanlış anlamadım demi, ziyaretime geldiniz diye ısrarla sorar. Evet deyince, hüngür hüngür ağlamaya başlar. Biraz sonra sakinleşir ve şu ders alınacak cümleyi söyler ‘’ Evladım,  ben falanca üst görevden yıllar önce emekli oldum. Çok mutluyduk. Teyzeniz rahmetli olalı 20 yıl geçti. 20 yıldır, kapımı açan olmadı. Zile ya toplayıcı, ya da pazarlamacı bastı. 20 yıldır ilk defa evime bir ziyaretçi olarak siz geldiniz. Kaba davrandığım için, özür dilerim, ne olur kusura bakmayın evladım ‘’ der. Bu cümle karşısında ziyaretçilerde ağlamaya başlar… Ve hanım demek ki,  televizyonlarda gördüğümüz çöp dolu evler veya intihar girişiminde bulunanlar sadece ekonomik nedenlerle değil, apartmanda dışlanmanın da etkisi var diye mırıldanır.  Hayatlarında en mutlu oldukları bayram ziyaretinin mutluluğunu yaşarlar…
*
Bir yakınım yıllar önce köyden Ankara’ ya göç edip apartman dairesine taşındığında eski usul bayram şekerini çok alır. Burası kalabalık daha çok gelen olur diye… Ama hiçte öyle olmaz. Tüm şekerler kendilerine kalır. Çünkü kimse bayramda kapılarını açmaz… Derin bir ahh çekip,  eyvah demek apartmanlarda hayat böyle devam ediyor deyip, okula hiç gitmediği halde başlar şiir yazmaya…

 ‘’Oturdum balkona apartmanlar pek çok / O kadar göz gezdirdim bir tanıdık yok / Gurbette benim gibi duranlar çok / Özlesen de gelemem kardeş!  

Aldım çocuğumu oturdum parka / Karşımda ötüyordu bir ala karga / Dedim sen burada durma, benim köyüme uğra / Kanadını çırptı da gelemedi kardeş! 

Kolay gelsin dedim, vermedi cevap / Derler ki komşuyla konuşmak sevap / Büyükşehir’de yaşamak harap / Durma desende gelemem kardeş! ‘’(Zeynep Türkol)

ÖZETİN ÖZETİ: Özellikle apartmanlardaki komşular sivil savunma açısından da önem arz etmektedir. Çünkü afetlerde devletten önce komşu gelir. Kurtarmacalara komşu hakkında doğru bilgi verir. Tabi apartman meşguliyeti içerisinde komşularını tanıma fırsatı(!) bulabildiyse… Şimdiden afetsiz afiyetli bayramlar… Güzel ülkemin güzel insanlarına…