Soru 3. “Türk Felsefesi” nin temel prensipleri ve teklif ettiği değerleri neler olabilir ya da olmalıdır?
Öncelikle İslam, Türk ve Felsefe kavramlarından ne anladığımı arz edeyim. Malum, kavram bir nesnenin zihinsel tasavvurudur. Felsefe; varlık, bilgi ve değer alanlarıyla ilgili sorunları rasyonel ve eleştirel yöntemlerle müzakere ederek sistematik, tutarlı bilgiler üreten faaliyetlerin tamamını içerir. Burada “İlim ve Disiplin Olarak Felsefe”den kastettiğim gözlem ve deneye dayanan, verileri tecrübeyle sabit kılan özel veya genel formülle ifade edilebilen pozitif bilim (science) anlamında değildir; kavramsal ve kuramsal bir ilimden bahsediyorum. İlm-i nazar veya nazari hikmet denilen bu disiplinin gayesi Hakikat’in araştırılmasıdır. Konusunun “Varlık” olması, önceki soruda bahsettiğim üzere filozofun bir varlık inşa etmesi anlamında değil, Varlığın bilgisini elde ederek, onun küçük harfle yazılan varlık; yani alem ile olan ilişkisini kurgulamaktır. Bu çerçevede bilim/science anlamında matematik, fizik, astronomi gibi teorik ilimler devreye girer. Bu ilimlerin lisan ve mantık gibi alet ilimler vasıtasıyla kavranması ve pratiğe aktarılması önemlidir. Bunlar Yaratıcı-evren irtibatının nasıl kurulduğunu açıklar. Tanrı’nın evreni niçin yarattığı ile de bir külli ilim olarak ilahiyat ilgilenir. Bu kulli ilmi metafizik olarak nitelendiren filozoflarımız da vardır.
Bu anlama ve açıklama çabaları sonucunda oluşan birikimin pratiğe aktarılmasıyla kişinin ev (tedbiru’l-menzil), site (tedbiru’l-mudün) yönetimi devreye girer. Farabi İlimlerin Sayımı adlı felsefeye giriş yaptığı kurucu metninde fıkıh, kelam ve ahlak disiplinlerini bu bağlamda inceler. Bunların toplamında kuşatıcı bir felsefi ilimler sistemi ortaya çıkar. Ancak bunları söylemek, yeknesak bir yapının oluştuğunu söylemek anlamına gelmez, zira insan; doğasının gereği olarak farklı düşüncelere, yetilere sahip ve yatkındır. Ayrıca aklın kullanımındaki farklılıklar yaşanan sorunlara farklı çözümler üretilmesine, bu da farklı fikri (hukuki, siyasi, itikadi) yapılanmaların ortaya çıkmasına neden oldu. Mezhep, fırka, hizb adına ne derseniz deyin, her biri yol ve yöntemindeki farklılıklardan dolayı ortaya çıkan farklı siyasi ve fikri sistemler önerir. Burada sorun, bunların her birinin kendi bakış açısını mutlak ve evrensel olarak sunan tarihcisi/total, baskıcı bir yapıya dönüşüp dönüşmediğidir. Eğer kendi tarihselliğini/tikelliğini, tekil bir isimlendirmeyle diğer insani birikimleri de dikkate alarak evrensel kılmaya çalışıyorsa, farklılıkları birbirleriyle rekabet eden tasarımlar olarak düşünebiliriz. Çünkü bu tasavvur ve tasarımlar, temelde birkaçı geçmeyen felsefi soru(n)ları çözmeye yönelik farklı cevaplardır. Ve bu farklı cevapların birbirlerine rakip değil de, birbiri ile iyilik ve güzellikte yarışan modeller olarak görmenin anlaşılması ve anlatılması gerekir.
İşte tam bu noktada İslam ve Türk terimlerini nasıl açıkladığımı belirtmem gerekiyor. Çünkü bizatihi İslam teriminin içeriği belirli bir zamanda/tikel belirli bir ırka/tekil indirilmesinin evrensel mesajlarını bunlar kanalıyla iletmesine engel değil. Mesajın dilinin Arapça/tekil olması, onun üzerine yapılan düşünce dilinin Türkçe veya başka bir dilde olmasına mani olamaz, çünkü insanları farklı dil ve ırklarda yaratması iyilik ve güzellikte yarışması için olduğunu zaten son risalet, öncül olarak ortaya koymaktadır. Bunun temellendirmesini de, dış dünyaya dair bilgilenmeler ve buna dair pozitif ilimler ve bunlara dair bilimsel teorilerde, doğrulanma, test edilme ve haklı çıkarılmaya dair “Ürün olarak ve Etkinlik Olarak Bilim” şeklinde iki farklı bakış açısından hareketle yapıyorum. Etkinlik Olarak Bilim tasavvuru gereği pozitif bilimler de sosyal bir yapı, geleneksel insani bir etkinlik olarak ortaya çıkar; durum böyle olunca, toplumsal ortamdaki epistemoloji, felsefe, ideoloji ve dine ait konuların bir yansıması şeklinde değerlendirilebilir. Buradan hareketle de, genelde bir İslam Felsefesi, özelde bir “Türk Felsefesi” ifadesinin anlamlı ve tutarlı olduğunu söyleyebiliriz. Bunu biraz açmak için “İslam” kavramını nasıl anladığımı belirteyim.
* Prof.Dr. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri, Çorum. [email protected] ve cevabıdır. Bu söyleşi/yorum http://www.kirmizilar.com/tr/soylesiler/item/332-bir-turk-felsefesinin-imkani-prof-dr-mevlut-uyanik-ile-soylesi.
Pazar, 18. Aralık 2016: 20:58 de yayımlanmıştır..
“İslâm” teriminin esenlik ve barış içerdiğini, ama bu sıfatı taşıyan siyasi/fikri oluşumların ilk dönemlerden itibaren sürekli savaş halinde olduğunu, aslında bunların erk kavgası ama dini tasavvurların meşruiyet aracı olarak kullanıldığı hatırlarsak, Arap-Fars hükümranlık mücadelesinin dışında kalmanın önemi bir kez daha ortaya çıkar. Son peygamber olan Hz. Muhammed’in (sav) risaleti önceki bütün mesajları içermektedir. Bu anlamda kemal noktasına ulaştırılmış bulunan ilahi ilkelerin bütünü anlamı da vardır.
Farabi’nin Hakikatin Birliği diye bahsettiği aslında bu sürecin bütün kırılma ve tashih noktalarıyla analizini içermektedir. Çünkü Hakikat’in tek olması, bunu bildiren elçilerin ve bunların getirdikleri vahiylerin çok olmasına mani değildir. Çünkü Hakikat tüm formların ötesinde iken Vahiy, tanımı gereği Hakikatten kaynaklanıp formel düzene aittir. Burada form demek, çeşitlilik ve çoğulculuk demektir. Bu yüzden form kazanan bir yerde çokluk, tekrar ve sayı vardır. Bu da makuldür, zira insanlık, var olduğundan beri farklı ve az ya da çok içine kapanmış beşeri topluluklar şeklinde bölünmüştür. Var olan bu farklı insan toplulukları Tek Bir Hakikatin yansımalarıdır.
Biricik ve mutlak/evrensel doğru iddiasında bulunanların öznellikten kurtulamamasından kasıt, Vahiylerin her birinin kendini evrensel kabul etmesi ve diğerlerini reddetmesi, aslında, mutlaklık ve evrensellik açıklamasının forma değil, içeriğe ait olması demektir. Form, içeriğin ve bu içeriğe muhatap olan insanlığın bir sembolüdür. Ona mutlaklık atfetmesi, kültürel dolayısıyla da görece bir durumdur. Bunu içlem-kapsam münasebeti bağlamında birbirleriyle yarışan “çoğulcu evrensellik” tasarımları olarak görüyorum. Görüldüğü üzere, İslâm terim anlamıyla salt bir din olmaktan öte, beşeri varoluşun zorunlu bir boyutu olan düşünce sahasını da içine alan bütüncül bir hayat tarzına işaret etmektedir.
Bu bağlamda Müslümanların uzun süre felsefi teemmüllerini “hikmet” kavramı adı altında izah etmeleri önemlidir. Çünkü Ezeli Hikmet, Hakikatin Birliği ilkesi gereği, bütün insanlara uyarıcı, uygulayıcı gönderilmeksizin sorumlu tutulmayacağı ve her kavme de bir uyarıcı gönderildiğini düşünürsek, insanlığın birikiminin analizini Hikmet adı altında yapmak makuldür. Nitekim felsefeyi hikmet sevgisi (filo/sevgi; sofia/hikmet) olarak nitelemeleri de bundandır. Ehline malum olduğu üzere MÖ 7. yüzyıla kadar “Varlık” ağırlık düşünenlere hakim (sofos) denilmiş; Pisagor ile bir şeyi her boyutuyla bilinen sadece Allah olduğunu, insana filosof yani bilgelik, bilgi severlik niteliğinin yakıştığı vurgulanmıştır. Aslında düşünce tarihinde hikmet ile felsefenin özdeşliğini kuranlar, hermetik kültürdeki üç Hermes’e atıf yaparlar. Bunları ayrıntılı açıklamaya gerek yok, önemli olan bu anlamda felsefenin ilahi kaynaktan geldiği ve nebevi hikmetin bir yansıması olmasıdır. Dolayısıyla tarihin belirli bir döneminde/tikel belirli bir ırka/tekil onların diliyle indirilmesi, kıyamete kadar temel ilkeleri farklı ortamlarda okuyup anlamaya çalışıp kendi ana diliyle ifade edilen fikirleri İslam üst niteliğiyle ifade ediyoruz. Kökeni Arapçadır, ortaçağ İslâm dünyasında üretilen metinlerin örneğin Farabi ve İbn Sina’nın ürettiği fikirlerin ifade edilişi de “Arapça”dır, fakat biz dil ve düşünce arasındaki irtibatın kurulmasında ana dilin merkeze alındığı ve onu merkezi ve hükümran dil ile ifade edilişi olarak görüyoruz. Yoksa İslâm Felsefesinin günümüzdeki tekabülünü Türkçe dili ile yapmaya çalışan akademisyenlerin çalışmalarının bir anlamı kalmayacak. Velhasıl “Arap” ve Arapça terimi İslam dini kavramı ve bunun ifade ettiği dünyanın sınırlarını asla belirleyememekte, belirli bir siyasi yapıda etnisiteye işaret etmektedir. Nitekim bugün Selefi zihniyet Arapça temelli, Şii zihniyet Farsça temellidir ve siyasi, iktisadi erk kavgalarını dini tasavvurlarıyla meşruiyetini sağlamaktadırlar. Biz bu iki paradigmanın dışında olduğumuzu Türkistan/Atayurttan getirdiklerimiz ile Türkiye/Anayurtta bulduklarımızı yeni bir potada eritip bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru oluşturarak “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” projesiyle temellendirmeye çalışıyoruz.
Bunu da felsefeye dair özel tanımından hareketle kamuoyuna taşıyorum. Çünkü felsefeyi “Beşikten mezara kadar hikemi bilgiyi aramak, bunun için sürekli yolda/ş olmak, varoluşumuza dair kaygılarımızı insanlarla paylaşmak” şeklinde tanımlıyorum. Bu özel tanım gereği günümüzün sorunlarına alternatif bakış açılarıyla yaklaşmak, çözüm önerilerini çoğaltmak ve mevcutlara katkıda bulunmak için varoluşumuzda önemli bir etken olan yerli, milli, dini, kültürel verileri dikkate alarak felsefi okumalar yapma imkanı üzerinde duruyorum.
Bunu gerçekleştirmek, mevcut fikri ortam ile üzerinde yaşadığımız coğrafya ile düşünce ve kültür ilişkisini yeniden kurmak; felsefi düşüncenin özellikle çeşitli lehçeleriyle birlikte Türk dilinde yapmanın imkânını gündeme getirmesi açısından önemsiyorum. İçlem kaplam açısından İslam Felsefesiyle uğraşan bir akademisyen olarak bir “Türk Felsefesi”nin imkânı üzerinde duruyorum. Bir zamanlar nasıl Buhara’da yazılan bir kitap İstanbul’da rahatça okunabiliyorsa, halen İslam dünyasının önemli birkesimin fıkhı ve itikadi inancını oluşturan Hanefilik önemli oranda Maveraünnehir’de şekillenmiş, Horasan’da Selçuklu Nizamiye medreselerinde resmi söylem haline gelmişse; benzeri bir düşünce dirilişini biz yeniden Türkçe olarak yapabiliriz. Çünkü düşünmek, aslında “daha çok toprakla yurtluk ilişkisi içinde gerçekleşir, çünkü düşünmek, toprağı emen (veya daha iyisi onu “tutan”) bir içkinlik düzlemi sermekten ibarettir.”
Eğer bunu başarabilirsek, iki Türkeli olan Türkiye ve Türkistan arasındaki zihniyet ve kültür köprüsü yeniden kurulabilir; bir zamanlar olduğu gibi, İpek Yolu yeniden dünyanın hinterlandı (jeopolitik ve jeokültürel açıdan kalbi) haline gelebilir. Fakat burada hareket noktası olarak aldığım alimlerimiz ve ortaya koyduğu eserlere dikkat edilirse, İslam ve Türk kavramlarını özdeşleştiren bir zihniyetten söz ediyorum.
Bu çerçevede; “İslâm” terimiyle, ezeli ve biricik Hakikat’in insanlık tarihinin mevcut çevrimindeki son vahyedilmiş şekli, beşeri hayatın her boyutuna dair sözü olan bir din kastediliyorsa; felsefe’de varlık, bilgi ve değer üzerine rasyonel, eleştirel ve tutarlı bilgiler üretmekse, “İslâm/Türk Felsefesi” ifadesinin Atayurtta neye tekabül ettiği önemlidir. Anadolu’da bulduğumuz Grek, Latin, Bizans kültürel birikimi ve öncesinde olan kadim medeniyetlere dair birikimi Atayurttan getirdiklerimiz ile harmanlayarak yeni bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru üretmeyi “Türk Felsefesi” olarak nitelendiriyorum. Bu ikinci boyutta yurtluk ve düşünce irtibatını sağlamış ama kendini İslam kültürüyle özdeşleştirmeyi reddeden ve/ya buna ihtiyaç duymayan yahut da Ezel-i Hikmetin veyahut İbrahimi geleneğin başka tasavvurlarunı tezahürlerini önemseyen düşünürlerin sergiledikleri fikirler de Türk Felsefesinin önemli unsurlarıdır, bana göre.
Bu çerçevede ilk hareket noktam şudur: İslam felsefesi kavramını tanımlama ve öğretimini yapmak için insanlığın düşünce serüveninin Hz. Muhammed’e kadar olan kesimini (felsefe tarihini) bilmek şarttır. İkinci öncül; İslamiyet; Çin, Hind, Fars, Yunan ve Helen kültürleriyle karşılaşmasına rağmen kısa sürede kendine özgü bir kültür ve medeniyet oluşturacak şekilde fikri donanımını nasıl sağladığını anlamaktır. Bu iki öncülden yapılacak çıkarım, İslam felsefesinin oluşumunu bilip, buna Türkistan/Atayurt ve Türkiye/Anayurttan yaptığımız katkılardır. Genel anlamıyla İslam içinde mevcut özel anlamda İslam tasavvurunu paylaşmayan Musevi, İsevi geleneğe bağlı Türklerin, bu İbrahimi geleneği kabul etmeyen Tengrici tasavvurların da Türk Felsefesinin önemli izdüşümleri olduğunu söylüyorum. Madem Türkçe dünyanın üçüncü büyük dili olmaya adaydır, bütün fikri üretimler Ezeli Hakikat’in yansımaları olarak burhan yöntemi bağlamında düşünülmelidir. Türkçe ve bununla yapılan düşünce önemli çünkü İngilizce, uzun süreli bir sömürge zihniyeti ve küreselleşme politikalarıyla birlikte dünyanın en çok konuşulan dili, Çince coğrafya ve nüfus açısından ikinci; Türkçe ise kültürel etkinliğiyle üçüncü dil olmak üzeredir. Avrupa’dan aynı dili farklı lehçe ve aksanlarıyla konuşarak Orta ve Doğu Asya’ya kadar gidebilirsiniz