İslam felsefesi tarihi okuma ve okutma sürecimizi kronolojik olarak okurken sistematik olarak da Türkistan yani Atayurt ve Türkiye yani Anayurt irtibatının nasıl teşekkül ve devam ettiğini anlama “kaygı”sı içinde oldum. Arap ve Fars akıllarının ortaya koyduğu Müslümanlık tasavvurunun dışında gelişen Türk Aklı ve Müslümanlık tasavvuru nasıl teşekkül ettini anlamak içinde Türkistan ve oradan başlayan göç yollarının jeo-felsefesini yapmayı, bu yollar üzerinde devletler kuran aklı anlamaya çalışıyoruz. Bunun ilk temellendirilmesi2004 yılında Batı Fergana vadisi üzerinde itikadi açıdan önemli bir alimimiz olan Osman el-Oşi’nin şehrindeki Devlet üniversitesi bünyesinde kurulan ilahiyat fakültesinde öğretim üyesi olarak çalıştığım bir yıl içinde oldu.
Kırgızistan dönüşü 2005 yılında Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak başlıklı makaleyi neşrettim. Türkistan-Türkiye irtibatının kültürel temellerini felsefi açıdan incelemeyi önceledik. 2010-2011 Yemen Sana’a üniversitesi Türkoloji bölümünde Tika görevlisi olarak bulunduğum sırada Arap Baharı adlı süreçte bulunduktan sonra tekrar Türkistan’a geçtim. Burada dekan vekili olarak görev yaparken fıkıh geleneğimizin simgesi imam Serahsi’nin Diyanet İşleri Başkanlığımız tarafından yapılan türbesinin açılma sürecinde bulundum. Yani Hanefi fıkhı ve Maturidi akaidinin simgeleriyle manen birlikte, yani eserleri vasıtasıyla söyleştim, dertleştim, halleştim, ama bu resmi/kitabı İslam’ı ete kemiğe büründüren halka ulaştıran halk İslam’ının simgesini ziyaret etme imkânım olmadı. Kazakistan’ın Almaatı’ya gittim, ama Yesevi’yi ziyaret nasip olmadı. Oş’a çok yakın olan Karasu şehrine kaç kere gittim, ufak nehirimsi suyun öte tarafı Özbekistan yani imam Maturidi’nin, İmam Buhari’nin, Şah-ı Nakşibendi’nin, Biruni’nin, Harezmi ve Uluğ Beyin yetiştiği şehirleri ziyaret edemedim ve bu hep içimde ukde oldu.
Geçen yıl Türkiye İmam Hatipliler Vakfı (Timav) tarafından Yesi şehrinin son derece isabetli bir karar ile Türkistan vilayetinin başkenti olmasına denk gelmesiyle büyük bir bilgi şölenine dönüşeceğini düşündüğümüz etkinliğe davet edildim, ama gitmek nasip olmadı. Bu yıl fakülte arkadaşım Süleyman Gezer hocamızın orada görevli olması ve “geçmişten Günümüze Türkistan: Tarih, Kültür ve Medeniyet Sempozyumu (15-16 Nisan 2019) ardından Özbekistan’a gezi düzenlemesi, Felsefeyi Anadolu’da Yeniden yurtlandırma projemizin bir nevi alan çalışması açısından gözden geçirilmesi gibi oldu.
Yine yedi yıl aradan sonra Ata Meken’e 14 Nisan sabah saatlerinde ulaştık. Çimkent Kazakistan’ın 3 büyük şehri, artık Türkistan eyaletinin en büyük kenti, baş şehir olan Yesi’ye iki saatlik otobüs yolculuğuyla ulaştık. Otele yerleşmek için telaşa esnasında bir baktım ki, hemen Yesevi Türbesinin yanındaymışız, karşımızda da Türkistan vilayeti hükümet binası var. Millet otele yerleşme telaşındayken hemen girişe gidip, fotolar aldım, selam verdim ve sevincimi anayurt ile paylaştım.
Kırgızistan Oş, Fergana vadisinin uç noktasında olup, Maturidi akaidinin önde gelen alimlerinden ve Osmanlı’da okutulan Osman el-Oşi’nin şehridir. 2004 yılında Özgen şehrinde fıkıh alimlerimizden Serahsi’nin mezarını ziyaret etmiştim, 2012 yılında DİB tarafından yapılan türbesini açma vazifeni dekan vekili olarak üstlenenlerden birisi oldum. Atayurda ilk geldiğimde eğer Körfez merkezli selefi zihniyete yönelik önlemler artırılmazsa Arap ve Fars akıllarının ürettiği Müslümanlık tasavvurlarının çatışma dilinin bölgeye taşınacağını gezi notlarında belirtmiştim. 210-2011 Yemen Sanaa üniversitesi Türkoloji bölümünde Tika tarafından görevlendirildiğimde Arap Baharı ve Ortadoğu değişim ve dönüşümlerine dair izlenimlerimi paylaştım kamuoyuyla. Hemen ardından Atayurda geldiğimde selefi zihniyetin çatışmacı dilinin buralara da hakim olmaya başladığını görünce Hanefi/Maturidi resmi islam tasavvurunun halka ulaşmasında etkin rol oynayan Yesevi öğretisinin güncellenmesi gerektiğini bir kez daha görmüştüm. Sonraki yedi yıl boyunca Felsefeyi Anadolu’da yeniden yurtlandırmanın felsefi boyutunu Farabi’den hareketle temellendirmeye devam ettik. Fakülteye öğrenci olarak geldiği andan itibaren yoldaşlığımız başlayan Aygün Akyol, öğretim üyeliği sürecinde bu projenin ana yüklencisi oldu sağolsun. Son beş yıldır da İclal Arslan hocam dahil oldu çalışmalarımıza, üçümüzün birden atayurda gelip, üzerinde çalıştığımız alimlerimizin yetiştiği toprakları görmek, teneffüs ettikleri havayı içimize çekmenin bize verdiği neşveyi anlatamam.
İki ziyaretim de Almaatı’ya gelmeme rağmen Yesevi ziyaret nasip olmamıştı. Oş şehrine çok yakın olan Karasu’ya defalarca gitmeme rağmen hemen birkaç yüz metre ileride köprüden geçip İmam Maturidi, İmam Buhari, Şah-ı Nakşibendi, Harezmi, Ulug Bey ve Biruni’nin yaşadığı yerlere gitmem resmi görevim nedeniyle nasip olmamıştı. Şimdi Türkistan’ı önemli bir kısmını gezmek nasip oldu. Darısı Doğu Türkistan yani Uygur bölgesine inşallah. Önceden Moğolistan’da Ötüken ve Orhun Abidelerini ziyaret etmiştim zaten.
Atayurdumuz Türkistan
Bu noktada az biraz Türkistan kavramı hakkında bilgi vereyim müsaadenizle. Felsefeyi Anadolu’da yeniden yurtlandırmanın jeo-felsefe açıdan değerlendirmek için öncelikle Türkistan kavramını açıklayalım. İncil’de Bereketli Hilal diye bahsedilen, bir ucu Fergana vadisinde diğer ucu Anadolu’ya kadar uzanan Maveraünnehir (bir zamanlar ismi Seyhun olan Sirderya, Ceyhun yani Amuderya olan) nehirlerin arasındaki bereketli toprakların diğer ucu Ata meken denilen Türkistan. Buhara ve Semerkant, Amuderya, Otrar/Farab, Yesi ve Savran gibi kadim Türk şehirleri de Sirderya hattı üzerinde kurulduğunu hatırlayalım. Horasan üzerinden Mezopotamya da denilen ve en önemli bölgesi Çukurova’daki Ceyhan ve Seyhan, Fırat ve Dicle nehirlerine kadar ulaşan yerler. Göktürk abidelerinde inci diye nitelendirilen yerlerin Taşkent ve Fergana arasındaki yerler olduğunu düşünürsek bölgenin önemi her açıdan ortaya çıkar.
Türkistan-Türkiye derken kadim dünyanın en verimli bölgelerindeki fikri ve siyasi hareketliliklerin incelenmesini ve “Kent Türkleri” olan oğuzların insanlık birikimine olan katkılarını kast ediyoruz. Ceyhun’un kadim zamanlardan bu yana İran ve Turan nesilleri arasında sınır olduğunu ve hükümranlık savaşlarının yapıldığını da düşünürsek günümüzdeki mücadelelerin tarihsel temelleri biraz daha netleşebilir. Bir de bireysel bilinçliliğin devamı için bu isimlerin Anadolu’daki köy, mahalla, kasaba, şehir isimlerine aynen konulduğuna dikkat ederek, Türklerin aslında daim olarak jeo-felsefi bilinçte olduğu da ortaya çıkar.
Türkistan, yani Türklerin yaşadığı bölge,VI yüzyılda çok geniş bir saha özellikle İç Asya için kullanırken, IX-X asırlarda İdil-Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan Hazar ve Macar ülkeleri ve nihayet XII yüzyıldan itibaren Anadolu için kullanılmaya başlanmıştır. Hatta Mısır kölemen Devleti toprakları da Türkiye diye anılıyordu. Orta Asya, Doğu ve Batı kültürleri arasında bir köprü, geçiş bölgesi olması açısından dünyada önemli bir coğrafi konuma sahiptir. Kara Hakimiyet Teorisine göre, buraları dünyanın kalbidir.
Gezi notlarının Özbekistan kısmında bahsedeceğim üzere Seyhun, Ceyhun (Sir ve Amu Derya) ırmakları ve Aral gölü civarında yerleşen Türkler, burada ve diğer bölgelerde çok sayıda devletler kurmuşlardır. Özellikle Çin’den başlayarak Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına kadar ulaşan İpek Yolu’nu hâkimiyetlerine alarak, Doğu ile Batı kültür ve medeniyetleri üzerinde etkili olmuştur. Yaşadıkları yerlere Türk eli veya Türkistan denir. Barcınlı, Sığnak, Karnak, Savran, Farab (otrarlı) o dönemin Oğuz şehirleridir. Özellikle Farab bizim açımızdan son derece önemli ve ilk gün ziyaret ettik. Edeben önce Yesevi’yi yetiştiren Arslan Bab ziyaret edilir diyerek oraya götürdüler. Ardından hemen yakındaki Farab yani Otrar’a gittik.
Arslan Bab Ziyareti
Arslan/Arıstan Bab, Hoca Ahmed Yesevi’nin yetişmesinde Şeyh İbrahim Şihâbuddin İsficabî ve Yusuf Hemedanî ile birlikte etkili olmuş bir Türk Şeyhidir. Yesi’ye altmış km uzaklıkta Otrar bölgesindeki minare, cami ve türbesi tam harika bir külliye, giriş te sağ tarafta mescid var, ağaç direklerle, tavan ağaç tezyinatı ile küçücük sevimli ve sade bir ibadethane burası. Külliyenin solun da Arslan Bab, oğlu Laçin ve Kargı/a yatıyor. Burada döneme ait kaplar, Kur’an nüshaları da konulmuş küçük bir müze gibi.
Bab, arapça kapı demek, yani Türkistan’ına İslamiyeti tanıştıran önemli şahsiyetlerden birisi İslamiyete kapı açan insanlar için kullanılır. Bizde evliya’ya “Baba” denilmesi buradan gelse gerek. Ama Arslan Ata denilmesi Türk geleneğine daha uygun gibime geliyor. Çünkü manevi rehberlik yapabilecek ve ilm-i ledünne sahip fizik ve metafizik eşik-kapı olan şahıslar olarak görülmektediler.
Arslan Bâb’ın soyunun oğlu yani Ahmed Yesevî’nin ilk halifesi Mansur Ata (ö. 594/1197-98) ile devam ettiğini söylersek, bütün menkıbelerin ötesine geçmiş oluruz. Sayram da doğan ve anne babasını kaybeden Ahmed, ablası Gevher hatun tarafından yetiştirilmiş, küçük yaşta Arslan Bab tarafından keşfedilmiştir. Daha sonra bir oğuz kenti olan Yesi’ye göç etmiş, Yesevi ünvanı da bundan dolayı verilmiştir. Arslan bab mescidinde öğle namazını kılıp, ziyaretimizi yaptık, Hayati Bice hocamız da kısaca bizi bilgilendirdi. Daha önceden tanıştığım ama bu ziyaret sırasında uzun uzun sohbet ettiğim Hayati hocam bana göre Kırgizistan’da aylarca beraber kaldığımız Özer Revanoğlu hocam Türkiye’nin hilm ve zerafetleriyle gençlere rehberlik eden ak sakallarından. Türkistan sevgisini Türkiye’ye taşıyan arif insanlar, mevlam ömürlerini hayırlı ve bereketli kılsın.
Otrar/Farab
Arslan Bab’dan müsaade isteyip Otrar şehri kalıntılarının bulunduğu yere geçtik, hemen Türbenin yakınlarında. Burası Farab ve yengi/yeni kent diye denilen ve Farabi’nin doğduğu yer olması nedeniyle bizim açımızdan son derece önemli. Türk tarihi açısından ise bir Cengiz Han öncesi ve sonrası denilebilecek ve domino taşı işlevini gören facia yaşanması açısından ayrıntılı incelenmesi gereken bölgedir. Cengiz Han, Moğolları döneminin ileri teknolojisini kullanarak savaş makinası haline getirdiği yıllar (1206) da çevre ülkelerin büyük kısmını haraca bağladı. Harzamşahlılar devletine de elçiler gönderdi. Dönemin en büyük Müslüman Türk devletlerinden Harzemşahlar Hükümdarı Sultan Alaaddin Muhammed yaklaşan tehlikeyi ticaret anlaşmasıyla gidermek istedi. Cengiz Han da bunu kabul etti, tüccar heyeti gönderdi. Sultanı başarısız kılarsa, kendi oğlunun sultan olacağını varsayan hanım sultanında operasyonlarına maruz kalan Alaaddin Muhammed tüccar içinde casuslar olduğunu söyleyerek heyetin önemli bir kısmını öldürdü. Cengiz han, bunun sorumlusu olan Vali İnalcık’ı istedi, o da vermedi, bunun üzerine Otrar’ı yerle bir eden Cengiz han, Buhara ve Semerkantı da aldı, böylece Türk tarihindeki göçleri tetikledi. Harzemşahlılar Anadolu’ya göç ettiler, burada Selçuklu Türkleriyle savaştılar ve yok oldular. Bir güne bu kadar ancak sığabilir diyerek hemen üniversiteye döndük, akşam yemeğinden sonra da otele geçtik. Yorğunluğa rağmen arkadaşlar Yesevi türbesinin bulunduğu parkta gezi yaptı, zaten bu bölge trafiğe kapanmış ve kazak vatandaşlar geç saatlere kadar park kenarındaki dolaşıyorlar.
Ve Bilgi Şöleni
15. Nisan 2019 sabahı Üniversite kampüsüne geçtik. Sempozyum açılışının yapılacağı bina da bütün Türk tarihini resimleyen, Türkistan’ı Nursultan Nazarbayev; Türkiye’yi ise Atatürk’ün temsil ettiği resimlerin bulunduğu bir mekan var. Ortasında dev bir kablumbağa ve üzerinde dünya bulunan salonun alt köşelerinde Türk boylarının elbiselerinin sergilendiği görülüyor.
Gelenler, keman eşliğinde karşılanıyor, Türkiye’den Doç.Dr. Nurgül Begiç hocamızın keçeden yaptığı sanat şaheselerini sergilemesine yardım ediyoruz. Tek tek bize yorumluyor eserlerini. Ardından açılış konuşmaları ve müzik gösterisi yapıldı. Türkiye’nin Oş İlahiyat Fakültesini Devlet üniversitesi bünyesinde açması, Bişkek’te Manas Üniversitesi, Yesi’de Ahmed Yesevi üniversitesini açması ve ortak etkinlik göstermesinin uzun vadede ne kadar isabetli tesbit olduğu ortaya çıktı
Öğle sonrasında oturumlar, birinde başkanlık yapıp, hemen koşarak diğer salona ulaşıp, Türkistan Türkiye irtibatını Yesevi ve Nurettin Topçu üzerinden okumayı deneyen bildiriyi sundum. Zaten akşam oldu ve otele döndük, yine yesevi türbesinin etrafında dolaştık. Ertesi gün öğleden sonrasına ziyaret bırakılmış, biz de bekledik. Ama kafile ile dolaşmadık, çünkü 2004 yılında Oş şehrinde tanıştığım Asilbek kardeş arabasıyla bizi Yüknek kasabasına götürdü.
Edip Ahmet Yükneki'nin Şehri
Sanal alemin bereketi bunlar, çünkü kardeşim felsefeyi anadolu’da yeniden yurtlandırma bağlamında Edip Ahmet Yükneki'nin şehrine götüreyim sizi dedi. Zaten kendisi de Türkoloji hocası olduğu için Atabetü'l-Hakayık’ın (12. Yy) önemine vakıf. Yakın zaten, şehrin girişinde durduk ve kısa bir video çekimi yaptık. Ardından ufak bir tepeye çıktık, burası Dede Korkut’un tepegöz hikâyesinin geçtiği rivayet edilen yer. Orada da kısa bir mola verdikten sonra Karnak şehri, ki bu biraz sonra anlatacağım üzere, Yesevi türbesindeki dev kazanın yapıldığı mekan.
O zamanki teknolojiyi göstermesi açısından son derece önemli. Tekrar arabaya atlayıp Ukkaşe Ata denilen ve sahabi olduğu iddia edilen mekâna geldik. Asil bey buranın makam değil de mezar olduğunu söylüyor. Ben Kahramanmaraş Nurdağı ilçesi Durmuşlar köyünde de Ukkaş makamı bulunduğunu, bu nedenle o bölgede Ökkeş isminin çok olduğunu hatırlatmakla yetiniyorum.
Türbe yakınındaki kuyuya kadar yürüyoruz, yol boyunda çalılara bağlanmış çaputları, taş taş üstüne koyarak yapılmış ufak yükseltileri görünce Ötüken vadisindeki görüntüler ve Türkiye’deki benzerlikler aklıma geliyor. Ama burada en çok ilgimi çeken bir köpek, bizi türbenin yanından aldı, iki bin adımdan fazla olan mesafede yoldaşlık etti. Mubarek olduğu söylenilen kuyuya bakmaya gidinceye kadar gölgede bekledi, sonra yine sessizce türbe yakınına kadar geldi. Biz de yediğimiz bisküviden verdik, o kadar kibar ve nazik bir şekilde bekliyor ki, elimizden almadı, yere bırakmamızı bekledi, ama ne bir ses, ne bir hırıltı, tık yok. Biraz sevdim, sonra yere bırakmadım, elimle verdim, incitmemeye özen göstererek ucundan aldı ve yedi, hayatımda ilk defa şahit oldum buna, Asil bey de gülüyor, ben diyorum burası makam değil diye. Fazla vakit geçirmeyelim de hemen Ahmed Yesevi hocamızı ziyaret edelim, yoksa küser inan dedim, çünkü sabah 6 da Özbekistan’a yolculuk vardı.
Hocam Ahmed Yesevi
Bir gece önce gelip gece resimlerini çektik, çünkü bu tür tarihsel mekanların gündüzü de gecesi de başka oluyor ve insanda uyandırdığı izlenimler farklı etki yapıyor doğrusunu söylemek gerekirse.
Türkistan iki dünya eşiği, her Türk’ün beşiği olan şehre onur veren bu bina Emir Timur’un dünya kültürüne kazandırdığı devasa bir bina. Giriş kapısının iki yanında surların üzerine çıkıyorsunuz. Oradan da bir başka muhteşem gözüküyor türbe. Aslında burası yol, iki tarafı topraktan yapılmış, kerpiç çok kullanılıyor, o kadar geniş ki bu surlar odalar var iki tarafta da. Ana kapının hemen karşısında kibar bir türbe daha var, orada Timur’un torunu ve Uluğ Beyin kızı Rabia Sultan Begüm yatıyor. Kubbesi yine turkuvaz ve çinilerle süslenmiş. On beş katlı gösterişli seramikle kaplı, sırlı tuğlalardan oluşan bu yapı, şehrin her tarafından görülüyor ve kendine çekiyor insanı. Kubbesi devasa ve turkuaz renginde. Çiceklerle döşenmiş yoldan geçerek dikdörtgen şeklindeki binanın avlusuna giriyorsun. Bir ön kapı, iki tarafında eyvanlar ve üstünde devasa kubbe, bir de arka kapı var, ilkine göre küçük bir kubbe bulunuyor. Yan taraftan daha muhteşem gözüküyor bunlar. Sekizken tahta levhalar üzerinde el-melik Allah, içinde ise Ya Muhammed yazıyor. Soluk mavi çiniler ve mor renkli tuğlalarla sıralanmış bir süsleme var.
Uzun süre atıl kalan bu manevi merkezin Türkiye tarafından da katkıda bulunan bir düzenlemeden geçirilmiş. Buna dair iki levha türbenin kenarında duruyor ve bununla gurur duyuyorum. Yedi yüzyıllık kapılar çıkarılmış ve içeride sergileniyor. Ana giriş geniş bir merkez oda, aslında mescid. Kazanlık da denilmesinin nedeni Tay kazan denilen devasa ve yedi metalden yapılan üstünde ayetler bulunmasından dolayıdır. Üste tevbe suresinin 19. Ayeti bulunuyor. En önemli yer kabir hanedir. Kubbe mimarisi harikadır. Güneyden kuzeye kadar Allahu Rabbi, Muhammed Nebi yazısı bulunmaktadır. Külliyede bir de hamam bulunmaktadır. Yeterince su çekilmediği için rutubetli maalesef. Ama en önemli yer halvethanedir. Burası yer altındadır, oradaki resimlerde bunun Orta Asya’da sık sık rastlanan bir olgu olduğunu gösteriyor. Üstelik yazları 55 dereceye ulaşan sıcak, kışları eksi 20 dereceye varan soğuklar düşününce yer altı ibadethanelerinin niçin önemli olduğu da ortaya çıkar. Öyle denildiği gibi bir hücre değil, ibadethane aslında, yaşarken yaptırdığı büyük bir mekan.
63 yaşında tekkenin bir köşesine yaptırdığı bir çilehanesi bulunuyor. Oraya girmek mümkün değil. Şimdi bir müze gibidir.14 ve 15 yüzyıldan kalan tarihsel yadigarlar bulunuyor. Tekke’nin bir yanında erkekler bir yanda kadınlar ibadet edebiliyor. Hemen yanında Cuma mescidi var, burada tarihi eserler sergilenmiş. Ahşap sutunlar, el yazması kitaplar bulunuyor. Anadolu mayasının atıldığı bu mekanı ziyaret etmek ve iki rekat tahiyyatü’l mescid namazı kılmayı nasip eden Rabbime şükürler olsun.