Cemil Meriç’in “İdeolojiler şuurumuza giydirilen deli gömlekleridir “ veya “izmler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir” sözleri Türkiye Cumhuriyeti fikir hayatının önemli bir kısmını özetleyen bir tespit maalesef. İnsanlar neler oluyor sorusun hazır ve basmakalıp cevapları bulduğundan olsa gerek, bulunduğu mevzii bir ideoloji adına pekiştiriyor, karşıt olarak gördüğüne olanca gücüyle saldırıyor. Karşıdaki de aynısı yapıyor, her biri bir diğerinin gerekli ötesi olduğunun bilincinde olsalar, zihinlere giydirilmiş deli gömlekleri olmazdı sanırım.
İlginç olan nokta, Anadolu’da Kurulan Yeni Bir Devlet ve Felsefesinin de Atatürkçülük ve bunu da Kemalizm ile özdeşleştirip, sürekli devlet kuran bir geleneğin son hamlesini bir ideolojiye indirgeme riskinin nelere yol açacağının unutulmasıdır. Zira Türkler, yüzyıllarca medeniyet mihveri olan İpek Yolu üzerinde devletler kurmuşlar ve kadim dünyada bölgesel ve küresel güçler olarak etkin olmuşlardır. Selçuklu ve Osmanlı devleti Türkistan/Atayurt ve Türkiye /Anayurt arasında kurulan devletlerin simgelerini de Türkiye Cumhuriyeti forsunda bulundurarak bu bilinci bütün dünyaya ilan etmişlerdir. Fethedilen toprakları “vatan” kılıp “yurt”landıran kültürel doku ise Hanefi-Maturidi İslam yorumunun somutlaşmış şekli olan Horasan-Yesevi kültürüdür. Bu hususu unutulursa, modernleşme ile batılılaşmayı özdeş gören seküler bir devlette ‘Niçin Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kuruluş olarak tesis edilir? Dini sahih kaynaklardan öğrenip öğretilmesi için tefsir ve hadis külliyatı neden oluşturulur?” soruları askıda kalır.
Eğer bu iki soruya “din ve siyaset ilişkilerinin birbirlerinden tamamen ayrıl(a)mayacağı gerçeğinden hareketle dinin devlet denetimi altına alınması” diye cevap verildiği takdirde, kuruluş dönemini Kemalizm ve İslam savaşı ikilemiyle açıklamak yetersiz kalır. Eğer Türkiye Cumhuriyeti geçiş sürecini “İslâm ile Kemalizm arasında cereyan eden mücadele, bunun yansımasını da Nakşibendîlik/sünni ve Bektâşîlik/bid’i din anlayışı diye sunarsanız Yeni Devletin “kuruluş zeka”sına hakaret olur. Üstelik yeni bir ulus devlet oluşturma gayretinde olan terör örgütünün ülkeyi yangın yerine çevirdiği bir dönemde “Ulus-devletler miadını” doldurduğunu iddia ederseniz, Suriye ve Irak’ta yaşanılanları, Türkiye’deki özerklik isteklerini siyaset sosyoloji ile nasıl izah edilir ki? İlaveten Kemalizm, egemen seçkinleri birleştiren bir iktidar ideolojiydi, artık bunun yerine Haşhaşîlik yükselişe geçmiştir, derseniz bunun panzehri olarak da “Erdoğanizm” diye yeni bir ideoloji koyarsanız, Cemil Meriç üstadın tespitinin tutarlılığı ortaya çıkmış olur. (http://haber.star.com.tr/acikgorus/sunn-eelik-ile-hashas-eelik-arasinda-islamcilik/haber-1044534)
Şerif Mardin’in ifadeleriyle söyleyecek olursak “Kemalizm'in ne olduğunu tam olarak tespit etmek zor. Yerine göre bir iktidar paylaşım haritasına, yerine göre bir zihniyet dünyasına verilen bir isim. Bazen seküler-politik bir din olarak bazen de devlet marifetiyle yeni bir insan ve toplum yaratma projesi olarak karşımıza çıkabiliyor. (http://blog.milliyet.com.tr/kemalizm--din-midir--ideoloji-midir-yoksa-bir-fikir-demeti-midir-/Blog/?BlogNo=210549)
Bu tasavvurun oluşmasında ilk dönem uygulamaları, İsmet İnönü dönemi, Demokrat Parti zamanında Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkarılması ve gerekçelerini, 1980 ihtilaliyle Atatürkçülüğün bir ideoloji şeklinde somutlaştığını, ardından 28 Şubat sürecini ve bu süreçte yapılan uygulamaların ortaya çıkardığı yeni yapı olarak AKP döneminin analizini yapmak gerekirken, bir iki genelleme ve Kemalizm ve İslam karşıtlığı üzerinden konuşmak, zihinleri rahatlatıyor mu, maniple mi ediyor sorusu önem kazanır.
Tarihi Arkaplan: Hüviyet ve Mahiyet İlişkisi
Kadim Dünyanın küresel gücü olan Osmanlı, Karlofça antlaşmasıyla (1699) başlayan; Ümit Burnunun Keşfinin (1789) sonucunda Hindistan'ın istila edilmesi; Fransa'nın Mısır'ı İşgaliyle (1798) ivme kazanan Kristof Kolomb’un İspanya’dan yola çıkıp Amerika’yı keşfiyle (1492) Batılı ülkelerin siyasi ve ekonomik açıdan güçlenme sürecine karışılık fikri, siyasi ve iktisadi çözümler (tanzimat/ıslahat) bulmaya çalıştı. Ama Batılı sömürge güçleri karşısında Üç Tarz-ı Siyaset ile (İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük) dağılmayı bir süre erteleyebildi. Bunu döngüsel tarih tasavvuru ile izah edecek olursak, her insan gibi devletlerde doğar, büyür ve ölür, önemli olan o geleneği devam ettiren yeni ve sıhhatli bir yapı/çocuktur. Kurulan devletlerin reel politik gereği isimleri ve kimliklerin farklı olması mahiyetinin de farklı olacağı anlamına gelmez.
Türkiye Cumhuriyeti üç tarz-ı siyaset’ten Türkçülüğü yeniden okuyarak jeopolitik açıdan dünyanın en stratejik yerlerinden biri olan Anadolu’ya çekilerek kurulmuştur.. Osmanlı da Tanzimat ve ıslahatlar adı altında mahiyetini koruyama çalışmış, önce Genç/Jön Türkler yeni ve güncel bir “ruh anlayışı” yani kimlik arayışına başlamışlardı. Fransız ihtilali ile oluşan ve yaygınlaşan yeni sosyo-politik durumlara karşı bir tez geliştirmeye çalışan bu arayışlar, İslamcılık, Türkçülük ve Turancılık, Batıcılık, Mavi, yani Sekuler-Batıcı-iyonya ve Akdeniz kültürüne dayanan Anadoluculuk ile İslami değerleri yeniden okumaya çalışan Nurettin Topçu Anadoluculuğu bu bağlamda yapılan okumalardır. Yeni Devlet, kuruluş yeri olarak Anadolu’yu seçtiği için burada hakim olan Ata yurdumuz Orta Asya Kültürü, burayı yurtlandırırken istifade ettiğimiz Roma ve Bizans Kültürlerinin bileşkesi olan Selçuk ve Osmanlı Kültürlerinden istifade ederek kendine özgü bir “ Cumhuriyet kültürü” oluşturmayı denemiştir. (Komisyon; Kültür Tarihi, AÜ, AÖF, Eskişehir.2013, s.12)
Türkiye Cumhuriyeti’nde Mahiyet ve Hüviyet İlişkisi:
Modern zamanlarda toplumsal sözleşmeden hareketle devletin ne olduğunu anlamaya yeterli değildi. Devleti tarih içine yerleştirerek yani tinsel bir boyut yükleyerek anlamak gerekir. Cumhurbaşkanlığı forsundaki on altı yıldız, aslında devletin tarih içinde tin/maneviyat/mahiyet somutlaşmış şekli olduğunu gösterir. Fransız ihtilaliyle yeni politik ve reel durum olan Ulus Devlet ile ortaya çıkmak için toplumsal sözleşmenin ötesinde yeni bir kimlik inşa etmek gerekiyordu. Ulus/millet ve devlet olmanın yolu, halka tarihsel bir kimlik veren mitik bir anlatı inşa etmekten geçiyordu. Bir köken bulunur ve toplumun bugünkü mevcudiyeti dil, kültür ve değerler açısından bu kökene bağlanır. Bunların Hegelci bir bakış açısı olduğu söylenebilir, Derida’dan hareketle, bunların olmayan bir şeyi varettiği ve insanı bir yurttaş şeklinde eleştiri de getirilebilinir. (Zeynep Direk, Çağdaş Felsefe II, AÜ. AÖF. Çağdaş Eskiheşir.2012, s.96) Nitekim bu noktadan hareketle varoluş mücadelesinde uygulanan yanlış politikaları, Osmanlı ve Selçuklu temelini göz ardı etmeyi deneyerek, Eti, Sümer, Hititlere yönelmeyi ve daha birçok arayışı izah edebiliriz. Fakat bunu İslâm ile Kemalizm arasında cereyan eden mücadele, bunun yansımasını da Nakşibendîlik/sünni ve Bektâşîlik/bid’i din anlayışı olarak görmek, bunlarla mücadele ettiğini söyleyen yeni bir ideoloji olarak Erdoğanizmi ihdas etmek pek tutarlı gözükmüyor.
Türkiye Cumhuriyeti Kuruluş Dönemi ve Anadoluculuk Felsefesi
Yeni bir ulus devlet oluşturmak ve yeni bir kimlik olarak Türklük tasavvurunu inşa etmek için ortaya çıkan fikir akımları ve yöntemler ana hatlarıyla şöyledir:
Anadolu’yu İslamsızlaştırma amacıyla modernleşme ile batılılaşmayı özdeşleştiren jakopen resmi seküler yapı; 1930 yıllarda CHP kanalıyla Kemalizm diye ideolojileştirilmeye çalışılan fikir demeti.
İslamlaşsızlaştırma da aynı ama Türklük tasavvurundaki sıkıntıları gören ve İyonya ve Akdeniz kültürü merkezli okumalarla Anadolu merkezli seküler bir kimlik inşası. Buna Mavi Anadoluculuk da denilir. 1940’lar ve 1950’lerde ortaya ç›kan Mavi Anadoluculuk akımına göre de Batılılaşma ile modernleşmek aynı anlama gelir. Batı medeniyetinin kaynağı Batı Anadolu’daki ve Orta Asya’daki kültürdür, dolayısıyla Batılılaşma aslında öze dönüş demektir. Özellikle Sabahattin Eyüboğlu, Halikarnas Balıkçısı, Melih Cevdet Anday, Azra Erhat gibi isimlerden oluşan Mavi Anadolucular için Batıda Antik Felsefe’nin doğduğu İyonya olmak üzere Anadolu tüm medeniyetlerin beşiği olup medeniyetler buradan doğmuş ve yükselmiştir. Bunlara göre yeni kimlik inşasında İslami unsurlara değil, Anadolu sembollerine ağırlık verilmelidir. Buna Türk Hümanizmi ve/ya ilk yol ve yöntem ile örtüştüğü yerlerin fazlalığından dolayı Mavi Kemalizm de denilir.
İslam’ı bir ara figür olarak düşünenler ya da salt Turancılığa indirgeyenler; bunlara da Anadolucu denilir. Yeni bir tarz milliyetçilik savunulur, ilim, kalkınma ile birlikte maneviyatı da önceler. Bu anlamda ilk Anadoluculuk hareketi 1923-1925 arasında Mükrimin Halil Yinanç ve ekibinin çıkardığı Anadolu dergisi etrafında oluşmuştur. Türkçü veya Etnik Anadoluculuk olarak adlandırılan kesim Anadolu’yu dünyaya değil “öze” ve “yerel olana” açılan bir kap olarak görür. Türkçü Anadoluculuğun fikir önderlerinden Remzi Oğuz Arık’a göre milliyetçilik idealinin ağırlık merkezi olarak vatan kavramının kabul edilmesi bir “realite”dir.
Bunu oluşturanlarda Türk/men/lerdir. Bu kurucu ve “esas kütle” memleketin dil, nüfus, toprak, sınır, siyaset, eğitim, ekonomi, sağlık gibi bütün devlet çalışmalarının bel belkemiğini meydana getirir. Bu noktada Türkiye’de 2000’li yıllarda sol ideolojiye daha yakın tanımlanan ve sağ milliyetçilikten ayırt eden Ulusalcılık tasavvuru da ortaya çıkmıştır.
Bunlara göre Atatürk’ün öngördüğü tam bağımsızlık, millî sanayinin gelişmesi, dışa bağımlılıktan kurtulma gibi hedefler terk edilmiş, devletin temel kuruluş ilkelerinden sapılmıştır. Ülkeyi etnik unsurlara ayrıştırmanın, ülkenin “mozaik” olduğunu söylemenin, Atatürk’ün ilkelerine ters düştüğünü, bunun emperyalizmin ülkeyi bölmek için uyguladığı bir oyun olduğunu savunurlar. Bu anlamda farklı olduklarını savundukları Milliyetçi Hareket Partisi söylemine yaklaşırlar. “Tek devlet, tek bayrak ve tek dil” fikrini desteklemesiyle Kemalist ideoloji ile örtüşür. (Bu sağ ve sol ulusalcı yapıların aynı kaygılarla hareket ederek ülkeyi etnik yapılara bölmekle suçladıkları AKP ve kurucu lideri Erdoğan’ın da son zamanlarda aynı sloganı sürekli kullanması, siyasetteki dönüşümü ve/ya kuruluş felsefesindeki temel kodların yeniden nasıl nüksettiğini de göstermektedir.
İslamcı Anadoluculuk Atayurt’tan getirdiğimiz Hanefi-Maturidi geleneğini ve bunun Anadolu insanına yaşatma tarzı olan Yesevi Kültürünü yeniden okuyarak bir sosyo-politik simge haline getirmeye çalışan Ali Fuad Başgil, Mümtaz Turhan, Nureddin Topçu gibi alimlerin oluşturduğu akım. Özellikle Hareket dergisi (1939-49) etrafında geliştirilen fikirlere Hüseyin Avni Ulaş ve Nurettin Topçu öncülük etmiştir. Mekân’ın yani Anadolu’nun manevi gücüne vurgu yaparak mekânın ırkı millete dönüştürmesi üzerinde durmuşlardır. Anadoluculukta “vatan” fiziksel olduğu kadar ahlaki değerler sisteminin sınırlarını da çizmektedir. Bu değerler, dinî ve kutsal bir mekânı vatanlaştırmıştır. (Komisyon:Türk Siyasi Hayatı, AÜ, AÖF, Eskişehir.2013, s.121-126; Barış Karacasu, “Mavi kemalizm: Türk Humanizmi ve Anadoluculuk”, Modern türkiye’de Siyasi Düşünce, Kemalizm, İletişim yay. cilt. 12, İstanbul.2009.)
Siyasal İslamcılık: İslamiyet’i politik bir araç olarak düşünen ve Arap dünyasıyla ortaklaşa projeler geliştirerek bir ümmet bilinci geliştirmeyi hedefleyen Millî Görüş geleneği.
Bu bağlamda İslam Ekonomik İşbirliği Teşkilatı; İslam Dinarı; İslam Askeri İşbirliği Teşkilatı kurulmasını (D-8,D-60,D-160) öneren bu akım 1969 yılında başını Necmettin Erbakan'ın çektiği Bağımsızlar Hareketi ile başlamıştır. Millî Nizam Partisi ile partileşen bir siyasal akım, Türkiye'nin kendi insan ve ekonomik gücü ile kalkınabileceğini, öz değerlerini koruyarak, arkasına tarihinin verdiği kuvveti alarak daha hızlı adımlarla yürüyebileceğini savunmasından dolayı “Milli” bir duyarlılık olarak ortaya çıkar.
Buradaki millik için de İslam Birliği için bu yapıların gerekli olduğunu belirtirler. Partileri 1974-1978 tarihleri arasında küçük ortak olarak 4 kere, 1996-1997 döneminde ise büyük ortak olarak beşinci kere hükûmette yer aldı. 28 Şubat post modern darbe Millî Selamet Partisi ve doğru Yol Partisi tarafından oluşturulan iktidarı devrildi. Ardından aynı gelenek, Refah Partisi ve Fazilet Partilerini kurdular. Halen Saadet Partisi ile siyasal mücadelesini veren Milli Görüş’ün temel kavramlarından birisi de “Adil Düzen”dir.
Yenilikçi kanat adıyla Bülent Arınç, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan gibi isimler bu gelenekten ayrılarak, gömlek değiştirdiklerini söyleyip, Adalet ve Kalkınma Partisini kurdular. Muhafazakâr demokrasi kavramıyla, Avrupa Birliği projesini önceleyerek daha demokrat ve müreffeh bir Türkiye için ortaya çıktılar. 28 Şubat 1997 darbesinin travmalarının etkisiyle 2002 de başlayan iktidar serüvenleri üç dönemdir devam etmektedir. 2014 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasıyla AKP yeni bir evrilme geçirerek Başkanlık sistemini istedi. Yeni Bir Türkiye’nin ancak böyle kurulabileceğini varsaydılar.
Stratejik derinlik adı altında Yeni Osmanlıcı bir çizgiyle bölgesel bir güç olmayı hedeflediler. Bu noktada ümmetçi/hilafetçi bir çizgiyle İslamiyet’in tekrar belirleyici olması gerektiğini söyleyerek aslında Milli Görüş geleneğinin önemli kavramlarını kullanmaya başladılar. Başkanlık sistemine geçişe ümmetin kurtuluşu için hilafet kavramıyla meşruiyet aranmaya başladı. Erdoğanizm diye bir kavram üretilmesi bu bağlamda anlamlıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsurlarıyla yani seküler ve tepeden inmeci batılılaşma ve kemalizm ile hesaplaşıldığını, Yeni Türkiye’nin kurulduğu belirtilmektedir. Bu projeye karşı çıkanlar ise Antierdoğanizm olarak kamplaştırılmaktadır. (Bedri Gençer, 12 ve 19 Temmuz. Star Açıkgörüş) Bu çerçevede sanal alemde özellikle facebook’da bir yanda Atatürk’ün resminin yer aldığı “Atam İzindeyiz”; diğer yanda Erdoğan’ın resminin ve Necip Fazıl Kısakürek’in “Surda bir gedik açtık mukades mi mukaddes! Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!” beyitleri olan logolarının dikkatimi çektiğini belirtmek isterim.
Mevcut Durum
Ümmetçi bakış açısına sahip olanların kaçırdığı nokta 20. Yüzyıldan itibaren Sünni dünyada hızlı bir değişim ve itikadi farklılaşmanın gerçekleşmesiydi. Artık Ortadoğu Osmanlı’nın bıraktığı eski coğrafya değildi. Dini alan hızla Körfezdeki Selefilik ile İran’dan esen Şiilik rüzgârına terk edilmişti. İtikadın Müslüman bireyin hayatındaki belirleyici rolünü ve dinin hegemonik bir güç aracı olduğunu keşfeden Batılı devletler, aslında Selefiliğin Ehl-i Sünnetin yerini almasıyla hem bölgeyi sürekli istikrarsızlığa sürüklemiş ve islamfobia’yı güçlendirmişlerdir.
Şiilik ve Selefilik arasındaki rekabet ateşi alevlendikçe, kazanan hep Batı dünyası kaybeden ise hep Müslüman halklar olmuştur. Nitekim gelinen noktada Irak, Sünni ve Şii diye mezhebi ayırıma ve etnik olarak da Kürt Devleti diye üçe ayrılmak üzeredir. Suriye’de de Nusayrilik bir ayrı devletçik, etnik ve diğer mezheplere göre üç ayrı yapılanmaya gitmektedir. Velhasıl Türkiye’nin güneyinde ya tek ya da iki Kürt Devleti, Suudi Arabistan’ın yeni versiyonu bir Selefi yapılanma ve onunla mücadele üzerine kurulan Şii bir yapılanma daha olacak gibidir. Ulus devlet miadını doldurdu diyenler, yeni ulus ve mezhep merkezli uluscuk/kabilevi devletlerle karşılaşmaya hazır olmalıdırlar.
Türkiye yaşanan onca kırılmalara rağmen kuruluş felsefesinin gereği laik, demokrat ve sosyal bir hukuk devleti olarak kurulmasının tutarlılığını bu olayları görünce daha iyi anlıyoruz. Ama Arap Baharı adıyla gelinen yeni düzenlemelere doğrudan müdahil olma ve bölgede bizden habersiz kuş uçmaz söylemi uluslararası alanda bizi yalnızlaştırdı. Buna da onurlu yalnızlık denildi ama bunun bir tekabülü olmadığı herkesçe malum. İçeride özellikle 7 Haziran Seçimleri sonrasında çatışmalar iyice arttı ve özerk yönetim talepleri gelmeye başladı. Bu satırların yazıldığı ve 30 Ağustos zaferini kutladığımız gün bile üç şehit haberi geldi. Velhasıl yeni Osmanlıcı çizgi ve stratejik derinlik iflas ettirildi.
Şimdi 1 Kasımda tekrar seçim yapılacak ve hala başkanlık sistemiyle sorunların çözüleceği söylenilmektedir. Sayın Cumhurbaşkanı fiilen rejimin değiştiğini belirtmekte ve buna uygun anayasal yapının oluşturulması gerektiğini belirtmektedir. Terörün gittikçe arttığı bir dönemde seçimler ülkenin önemli bir kesiminde nasıl yapılacak, güvenlik sorunu nasıl halledilecek soruları cevap ararken, Başkanlık sistemi olsaydı, bu kaosun olmazdı demek (Sağlık Bakanı tarafından iki kez söylenmiştir) ülkedeki gerilimi daha artırmaktadır. Üstelik Başkanlık sistemine kamuoyunda meşruiyet sağlama aracı olarak düşünülen hilafet/ümmet tasavvurunun kullanılmaya devam edilmesinin de bana göre tekabülü yoktur. Çünkü Arap dünyasına intizam verdiğini söyleyen siyasal yapılanmalarda aynı kavramı kullanmakta ve Türkiye’ye karşı son zamanlarda sert söylemler kullanmaktadırlar. Koalisyon güçleriyle birlikte İşid hedeflerinin vurulması, bölge ülkelerindeki şiddetin Türkiye’ye yansıma ihtimalini güçlendirmiştir. Etnik çatışmalara bir de dinsel/mezhepsel çatışmaların eklenme riski artmıştır. Bu durumda özellikle 1991 yılındaki Körfez savaşı ve sonrasında ülkemize yönelik ayrılıkçı politikalar ve çekiş güç operasyonunu düşündüğümüz zaman Büyük Ortadoğu Projesinin yeniden denendiğini ve önemli mevziler kazandığını söylemek mümkündür. Bana göre Türkiye bölgede iyice şiddetlenen ve farklı versiyonlarıyla İslamcılık adı altında sunulan radikalizme karşı da kendi eliyle kendisini daha güvensiz hale getirmektedir.
Sonuç: Bize düşen Mevlana’nın dediği gibi, bir ayağımız Anadolu’da diğer ayağımız Dünya’nın temel değerlerinde olması, yerli ve milli/dini değerlerimizi yerelleşemeden yani onurlu yalnızlık gibi tuhaf söylemlerle içe kapanmadan evrenselleştirmenin yollarına bakmaktır. Nurettin Topçu’nun yaptığı tam da budur, iki yüzyılı aşkın fikri ve siyasi hesaplaşma içinde olduğumuz Batı düşüncesinin evrimlerini, geldiği noktayı ve açmazlarını aşma projelerini görmüş ve Anadolu’ya özgün bir Aksiyon Felsefesi geliştirmeye çalışmıştır. Bu bir fikri tecdit projesidir, çünkü fikri tecdit olmadan fıkhi ve siyasi tecdit olamaz .
Gelecek yazıda Aksiyon Felsefesi ve Topçu üzerinde durulacaktır.