Sevgili Öğretmenim;
Öncelikle selam eder ellerinden öperim. Belki beni hatırlayamazsınız. Çünkü aradan kocaman 50 yıl geçti. Ben, Çorum - Osmancık - Seki köyündenim. Öğretmenlik mesleğine köyümüzde başlamıştınız ve bizlerde ilk öğrencilerinizdik. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen köyümüzde sizlerin hala unutulmaması, sohbetlerde gıyaben övgülerle yâd edilmesi herkese nasip olmayacak bir mutluluk. Zira Hz. Ali ‘’İnsanlarla öyle geçininiz ki, ölümünüzden sonra düşmanlarınız bile ağlasın’’ diye boşuna dememiş.
Öğretmenim, bildiğiniz üzere köyümüz ilçeye yürüyerek 4 - 5 saat uzaklıkta bir orman köyü. Siz görev yaparken köyümüzde elektrik, su (terkos), yol, telefon gibi temel ihtiyaçlar yoktu. Hayal meyal hatırladığıma göre köye yeni bir öğretmen geliyormuş deyince küçük büyük hepimizde bir heyecan oluşmuştu. Sizi karşılamaya köyden bir grup gitmişti ve sizin birkaç parça eşyanız ilçeden traktörle önce Kızıltepe köyüne, oradan da merkeplerle köyümüze taşınmıştı.
O zamanlar köyümüz bir başkaydı. Köyün nüfusu 400-500 kişiydi ve göç kelimesini kimse duymamıştı. Şimdi o insanların bir kısmı ahirete, bir kısmı da uydum kalabalığa deyip şehirlere gitti. Düğünlerde, bayramlarda, cenazelerde bile köyünü hatırlayamaz oldu.
Okulumuz bakımlı, temiz, bahçesi bizlerle cıvıl cıvıldı. Ne oyunlar oynardık sizlerle o bahçede. Kar yağdığında kartopu oynamak tarifi mümkün olmayan bir mutluluktu. Hele sizin amuda kalkıp iki elinizin üzerinde çimlerde yürümeniz bir harikaydı. Yerli malı haftasında toplu pikniğe götürürdünüz de, orada yedik içtiklerimizin tamamı yerli ve doğaldı. Milli bayramlarda harmanda kutlama programları çerçevesinde deve güreşleri, çuval yarışları, yumurta yarışları… Daha neler neler…
Bilmiyorum hatırlar mısınız? Bir gün ders işlerken masaya oturdunuz, başınızı ellerinizin arasına aldınız hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladınız. Bir kısmımız bilmeden gülerken, bir kısmımız da başladık sizinle ağlamaya. Ne biz sorabildik, ne de siz bir şeyler anlattınız. Sizin o halinizi hatırlayınca, inanın ciğerim parçalanıyor. Çünkü bende, memuriyete başladığımda ilk görev yerim olan, mahrumiyet dağ köyünde çalışırken aynısını yaşadım ve sizin gibi kimseye bir şey söyleyemedim, sır deposuna attım öğretmenim.
Öğretmenim, yaşlılardan dinlediğime göre o zamanlar köyümüz fakir ama gönlü zenginmiş. Yangınlara kâr, yalnızlara yâr, kimsesizlere var olunurmuş. Akşamları mehlelere gidilir, tatlı sohbetler edilir, kibrit, çorap vb. oyunlar oynanırmış. Sizlerde başköşede şeref misafiri olarak bulunur 20-25 yaşlarında genç delikanlı olmanıza rağmen 70-80 yaşlarındaki dedelerimiz sohbetlerinizi pür dikkat dinlermiş. Benim de hatırladığıma göre biz çocuklar, öğretmene saygıdan ve utancımızdan kapı arkalarına saklanırdık. Köyde 5-6 tane kahvane vardı. Buralarda oyun oynanmaz sohbet edilirdi. Ama ne sohbetler…
Köyün bir saat uzağında bulunan yayladan kendi başıma yürüyerek okula geldiğim için bana biraz tolerans gösterirdiniz. Öyle ki sene de 50-60 gün okula gelmediğim olurdu. Rahmetli babam, sabah erkenden bahçeden topladığı sebzelerden bir poşet elime tutuşturur, ‘’Oğlum bunu öğretmenine ver, taze taze yesin’’ derdi.
O zamana kadar köyümüzden hiç memur çıkmamıştı. Sizinle beraber ilkler yaşanmaya başlandı. Büyük abim, ablam hiç okula gitmemesine karşılık, ortanca abim için babamı ikna edip şehre okumaya göndermesine vesile oldunuz. Böylece şeytanın bacağı kırılmış oldu. Yani ilk defa köyümüzden bir mühendis çıktı. Tabi peşinden diğerleri… Zira köylü vatandaş çocuğunu yönlendirirken ekseriya komşusunun çocuğuna bakarak, ‘’bak falanın çocuğu şu oldu, şimdi rahat ediyor. Sende onun gibi ol’’ diye yönlendirir.
Öğretmenim, şimdi köyümüze gelseniz tanıyamazsınız. Yol var, su var, elektrik var, telefon var, Internet var, arabalar var… Var… Var… Var.. Ama 50 yıl öncesinin samimiyeti, birliği beraberliği, huzuru yok. Velhasıl eskiye nazaran imkânlar daha çok lakin o eski mutluluktan eser yok… Yoğun göç nedeniyle o zamanki nüfusun % 95’i ya şehirlerde yaşıyor ya da vefat etmiş kabristanlıklarda yatıyor.
Öğretmenim, siz şimdi okulu da merak edersiniz. Keşke hiç hatırlatmasaydım da 50 yıl önceki haliyle hayalinizde canlansaydı. Maalesef öğrenci yokluğundan okul kapandı. Bacası yıkık, kiremitleri kırık, camları kırık, bahçesinde in cin geziyor… Anlayacağınız virane… Geçen internette resmini gördüm de, oturdum ağladım öğretmenim. Biliyorum ki, bu satırları okurken yufka yüreğiniz dayanamaz sizlerde ağlarsınız… (okul maalesef yıkılmış)
Öğretmenim, biliyorsunuz 5’nci sınıfı Çankaya’da bir okulda okumuştum. Okulda her türlü imkân vardı. Fakat ne acıdır ki, Anadolu’nun ücra köyünden gelip anne babadan ayrı olarak bir yakınının yanında kalan öğrencinin başı okşanmadığı, haliyle hemhal olunmadığı için o öğretmenimin adını dahi bilmiyorum. (Yıllar sonra geçenlerde sosyal medya sayesinde iletişim kurdum) O yılları hatırlayınca sizi daha çok özlüyorum.
Şartlar çok değişti öğretmenim. Şimdi ekseriya öğretmen köylüyü, köylü de öğretmeni tanımıyor. Olur mu böyle şey? Demeyin, maalesef oyluyor. Çünkü öğretmenlerimiz köylerde ikamet etmeyince, iletişimde de ister istemez aksaklıklar oluşuyor. Geçenlerde İlçede ırmak kenarında otururken köylü bir vatandaşa ‘’Öğretmeniniz kim? Nereli?’’ diye sorduğumda ‘’Bilmiyorum, sabah gelip akşam gidiyor, okuyanda bebeğim yok’’ deyince hey gidi eski günler hey! diye mırıldandım…
bu günleri kıyaslayınca anlatılacak daha çok şeyler var ama sizleri daha fazla üzmek istemem. Ellerinizden öpüyorum.
(ilk öğrencilerinizden Mahir )
NOT: Öğretmenlerimiz Turgut Eraslan (Malatya) - Yaşar Çetinkaya (Konya) ve Durmuş Ugen (Antalya- yeni vefat etti) 50 yıl aradan sonra iletişim kurmak ve yeni çıkan ‘’Mahirane Söylemler’’ kitabımı imzalayıp göndermek nasip oldu.