Türkiye, 1932 yılında Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam)’ne üye olur. I. Dünya Savaşı’nın ardından, devletlerarasında işbirliği geliştirmek ve uluslararası barışı ve güvenliği sağlamak amacıyla İsviçre’de, galip devletler tarafından kurulan Milletler Cemiyeti, kuruluşunda sadece I. Dünya Savaşı’nda galip gelen devletlerin üyeliğini kabul etmiştir. (10 Ocak 1920)
Türkiye, Cemiyet’in kurulduğu günlerde Kurtuluş Savaşı vermektedir. Cemiyet’in İngiltere’nin geniş hâkimiyeti altında faaliyet göstermesi ve Musul meselesindeki taraflı tutumu da Türkiye’yi rahatsız etmektedir. Ayrıca dostane ilişkiler içinde olduğu Sovyet Rusya, Cemiyet’ten uzak durmaktadır. Tüm bu olumsuzluklar, Türkiye’nin, Milletler Cemiyeti’nden uzak durmasına sebep olmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’nı kazanan devletler, Lozan Konferansı görüşmelerinin, Milletler Cemiyeti üyesi olmayan, tek başına bir Türkiye ile gerçekleştirilmesinden hoşnutturlar; çünkü Cemiyet üyesi olan bir Türkiye’den tavizler koparmanın güç olabileceğinin farkındadırlar. Nitekim Türkiye, Musul üzerindeki haklarını, Milletler Cemiyeti’nde, Cemiyet’in üyesi olmadan aramak zorunda bırakılır. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türkiye, kuruluşundan itibaren Cemiyet’teki toplantıları ve alınan kararları yakından takip eder. 1930’dan sonra uluslararası işbirliği önem kazandığından, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Milletler Cemiyeti’ne ilgi artmaya başlar.
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması, Lozan’da elde edilen zaferler, ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasî devrimlerin birbiri ardınca hayata geçirilmesi, genç Türk Devleti’nin uluslararası camiada saygınlığının artmasına neden olur. Türkiye artık “hasta adam” değil, dünyada yükselen bir yıldızdır. Bir taraftan yıllarca süren savaşların açtığı yaralarını sarmaya çalışmakta diğer taraftan da “Yurtta Sulh, cihanda sulh” ilkesini her alanda yerleştirme mücadelesi vermektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün barışçıl ve özgürlükçü bir dış siyaset amacı güden bu sözleri, 1931’den itibaren yankılanmaktadır. Kısaca, Türkiye artık bir tehdit unsuru değil, medenî dünyanın içinde hak ettiği yeri almaya çalışan genç bir ülkedir. Zengin tarihî geçmişi ve imparatorluk birikimi ile muazzam bir kültür coğrafyasının üzerinde oturmaktadır. Siyasî açıdan da Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan kilidi elinde tutması, Türkiye’nin, bölgesinde oyun kurucu ülke olmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Hal böyle olunca da artık uluslararası sahada yerini alma zamanı gelmiştir.
Milletler Cemiyeti’ne girilmesi için bazı çevrelerce Atatürk’e yapılan baskılar artar. Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne girmeyi prensip olarak kabul eder ancak üye olabilmek için ülkelerin Cemiyet’e bizzat “başvurma zorunluluğu” bulunmaktadır. Atatürk, “Başvurmayı düşünmüyoruz, fakat davet ederlerse katılırız.” tavır ve düşüncesinde ısrarcıdır. Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne katılım konusunda müracaatta bulunmaz.
Türkiye’nin taviz vermez tutumu üzerine Cemiyet, sadece Türkiye için ilk kez “başvurma zorunluluğunu” uygulamaktan vazgeçer ve Milletler Cemiyeti Genel Kurulu; İspanya temsilcisinin teklifi, Yunan temsilcisinin desteği ile Türkiye’nin, Milletler Cemiyeti’ne davetini öngören bir kararı kabul eder. Karar Türkiye’ye bildirilir ve TBMM’de kabul edilir. Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne girer. (18 Temmuz 1932) İki yıl sonra da Konsey Üyeliği’ne seçilir. Sovyet Rusya da 1934 yılında Cemiyet’e kabul edilecektir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Batılı ülkeler ve Rusya karşısında sürdürdüğü basiretli, dengeli ve haysiyetli politikalarının, Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üye olmasında etkili olduğu konusunda şüphe yoktur.
***
Mustafa Kemal Atatürk’ün saygın dış politikası ölümünün hemen ardında terk edildi. “Küçük Amerika Olacağız” sloganlarıyla Türkiye, âdeta ABD’nin uydusu haline getirildi. Ülkedeki iktidarlar, ABD’nin hoşuna gitmeyecek girişimlerde bulunmaya kalkıştıklarında ABD’nin sopasıyla karşılaştılar. Adnan Menderes ve Süleyman Demirel’in, dönemlerinde Sovyetler Birliği ile yakınlaşmalarının sonucunun ne olduğu bilinmektedir.
Günümüze gelirsek; Türk askerinin başına geçirilen çuvalı bir kenara bırakırsak; ABD Başkanı Barack Obama’nın, dönemin Başbakan’ı Erdoğan ile telefonda konuşurken elinde tuttuğu beyzbol sopalı fotoğrafı ile yine ABD Başkanı Donald Trump’ın, bu kez Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’a yazdığı ve “aptal olma” diye hakaret ettiği mektup Türk halkının hafızalarından silinmedi. Bu skandalların üzerine ABD’ nin son Başkanı 78’lik Joe Biden’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yaptığı muamele ve Türkiye’nin Washington Büyükelçisi’nin güven mektubunu, bir lokantada Ortadoğu sorumlusu bilmem kime sunduğu ile ilgili basında yer alan iddialar Türk Milleti olarak ağrımıza gidiyor, kanımıza dokunuyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yönetenlerin, Atatürk’ün ölümünün hemen ardından kuruluş ilkelerinden ayrılmalarının sonucudur bu yaşananlar. Ehliyet ve liyakati bir kenara itip, yandaş, yoldaş, eş, dost, akraba, aileler eşliğinde “ben yaptım oldu” hezeyanlarıyla ülke yönetmeye kalkışmanın sonucudur…
Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimleri terk edilmeseydi Türkiye bugün kapılarda bekletilen değil, “davet edilen” ülke durumunda olurdu. Ne diyor o Büyük Önder;
“Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün iş ve hareketlerimizde göstermeliyiz.”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yapılan bu saygısız ve hadsiz uygulamalar kabul edilemez. Yapılması gereken tek şey vakit kaybetmeden Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine geri dönmektir.
Türk Milleti, tarihinden gelen büyük millet olmanın gereklerini yerine getirmek zorundasın!
Hemen, şimdi…