İslam felsefesinde “filozof”, Meşşâîlik; “müteellih”, İşrakilik; “Muhakkik sûfî” ise Ekberi (Vahdet-i vücud) öğretileri bağlamında fikir üreten alimlere verilen nitemeler. 

İslam felsefesini tek bir akıma indirgeyip, FArabî ve İbn Sînâ’ya yöneltilen eleştirileri bütün felsefeye yaygınlaştıranların tutarlı olup olmadıklarını daha net anlayabilmek için bu üç terim arasındaki farklar ve geçişleri ana hatlarıyla da olsa bilmek de fayda var.  Bu metni hazırlarken ki başlık tasarım “Filozof, Muhakkik Alim ve Müteellih (Teosofist) diye kime denir ve aralarındaki fark nedir?” şeklindeydi, aşağıdaki eleştirel katkı gelince bu başlığı tercih ettim.

·    Ve Eleştiri:

          Fakat buna geçmeden önce, dikkatli bir “okur”, “İslam Felsefesi öncülerini çağdaş felsefe içinde var olması yönünden canlı figürler olarak ele aldığınızı belirtiyorsunuz. Bunun da karşılaştırmalı felsefe yapmanın ötesinde İslam filozoflarıyla felsefe yapma çabası içinde olmayı kast ediyorsunuz. Oysa bizim bildiğimiz üzereAnalitik Felsefe”, klasik pozitivizmin yeniden yorumlanması olup, Viyana Çevresidir. Bunlar metafizik önermeleri gevezelik ve kuru gürültü olarak görüyor, yani İslam felsefecilerinin Hikmetlerin Hikmeti olarak gördüğü, İlk Felsefe olarak nitelendirdiği metafizik önermelerin anlamsız olduğunu söylüyorlar, bir çelişki yok mu?” diye yazdı.

·    Analitik Felsefe Nedir?

          Hakikaten memnun oldum bu eleştiriye, çünkü Mantıkçı pozitivizm, bilimsel emprizm ve/ya yeni olguculuk da denilen felsefi akımın diğer bir tanımlaması da analitik (çözümleyici) felsefedir. Çünkü yeni olgucu­luk akımını benimseyen filozoflara göre, felsefenin biricik işlevi analiz etmektir. Önde gelen filozofları Moritz Schlick, Hans Reichenbach, Rudolf Carnap’tır.        Analitik felsefe deyince Bertnard Russel ve Ludwig Wittgenstein isimleri de hemen akla gelir. Felsefenin görevi, bu ekol bağlamında, ortak duyu veya bilim yolundan elde edilmeyen bilgileri sağlamak değildir. Felsefenin işlevi, önermeleri aydınlatmaktan ibarettir. Buna göre, felsefe, herhangi bir bilgiyi ifade eden veya ettiği sanılan her türlü önermeyi çözümleyen; yani aydınlatan bir uğraşıdır.

          Evet, okurumun dediği üzere, Analitik felsefeye göre, bütün metafiziksel önermeler anlamsızdır. Felsefi sorulara cevap aramak yerine, ahlaksal, bilgisel ve metafiziksel türden bütün sorular reddedilmelidir. Aşkın metafizik de anlamsızdır, çünkü tecrübe ve deney ile test edilemez, doğrulanamaz.

          Bilgi teorisi açısından dış dünyanın gerçekliği hakkında varsayımlar, hipotezler ileri sürmenin bin anlamı yoktur. Mutlak ve kendiliğinden varolur, demenin de bir anlamı yoktur; çünkü dış dünyanın deneyimlerden bağımsız olup olmadığının doğruluğu kanıtlanamaz. Bunlara “sözde” (pseudo) problem denir. Hatta Analitik terimi ile kitabın yol gösterici olan Marksist algının-ideolojinin güvenilirliği  sağlandığı iddiası var.

          Benimde göndermeler yaptığım Anthony Robert Booth, Analitik İslam Felsefesi adlı eserinde “20 yy başından beri felsefesinin en önemli skandallarından birisi, biçim ve sosyolojiyle alakalı hususların ötesinde, sözde analitik ve kıtasal felsefe arasında yapılacak önemli ayrımın bulunduğu fikrin ebedileştirmesi olmuştur. Bu algılardan birisi, argümanlarının geniş kapsamlı kritik dikkatli incelemeye tabi tutulmamasını, diğerlerinin üyelerindeki belirli felsefi kulüp üyesi olarak birinin imajını ve kimliğinin bakımını sağlayarak otoriteye hitap etme vasıtasıyla argümanların algılanan kazanımı kapsamında algılanan hak sahipliğidir” der. 

          Diğer bir ifadeyle O, “felsefe çevrelerinde hâlihazırda tedavülde olan ve yaklaşık yüz senedir genel kabul gören analitik felsefe ve kıta Avrupa felsefesi ayırımını temelsiz bulduğunu ifade etmektedir. Ona göre bu ayırım, iki gelenek arasında esaslı bir farkın varlığından ziyade, felsefe yapma tarzına ve birtakım sosyal/ideolojik nedenlere dayanmaktadır.”

          Bu terimle şunu kast ettiğini söyler: İslam Felsefesi Tarihinin yol göstermesi hakkında nasıl düşündüğümüzü kendi metodolojik yaklaşımların bazılarını uygulamayı, analitik gelenekle bağını, ortaya çıkarma, dağılma ve çözümleme (katılımcı özeti reddetme) olup olmadığıyla belirlenebilir”  Russel dahil İslam Felsefesinin özgün bir yapı olmadığını söyleyenlerin öncü filozofları okumadıklarını ve bilmediklerine dikkat çeker.

          Klasik İslam felsefesinde benimsenen felsefî metodoloji genelde Aristotelesçi olup ağırlıklı olarak kıyas ve bizim Kindi ile birlikte üzerinde özellikle durduğumuz muhale irca, yeni neslin ifadesiyle olmayana ergi (reductio ad absurdum) yöntemlerine dayalıdır ve bu yönüyle çağdaş analitik felsefeyle uyumludur.

          Buna uygun olarak, ideal ve evrensel bir dil olarak mantığı öncelediği ve felsefî analizde matematiğin önemi üzerinde durduğu için el-Fârâbî “ilk analitik filozof” addedilmektedir. Ondan sonraki İbn Sînâ ve diğer Meşşâî filozoflarda bu yöntemi takip etmişlerdir. Meşşâîlerin mecazı (allegory) felsefî söylemin bir parçası olarak addetmeleri, onların çağdaş analitik felsefe ile ayrıldıkları en önemli nokta olarak gösterilmektedir (Anthony Robert Booth, Analitik İslam Felsefesi, çev. E. Sünter, M. Akşit, Eğitim Yayınevi, Konya, 2020:8; Haris Macic, “Anthony R. Booth, Analytic Islamic Philosophy” Kitap tanıtımı,  Mîzânü’l-Hak: İslami İlimler Dergisi, 9/2019, 325-327, M.Uyanık, Felsefi Düşünceye Çağrı, Elis Yay, Ankara, 4. Basım, 2021, 78).

          İslam felsefesi filozoflarının kavramlarını analitik/çözümleyici bir tarzda okuyarak, onlarla yolda/ş olmaktan kastımız budur.  “Metafizik gevezelik ve boş gürültüdür” önermesini de ileride ele alıp, bu yazıdaki kavramsal çözümlemelerimize başlayalım:

·         Filozof Kime Denir?

Filozof; dil, mantık, talimi, ilahiyat ve medeni ilimler tasnifine yapan ve zaten n bu ilimlerin hepsine vakıf olan, bütüncül bir sistem ile varlık, bilgi ve değer üzerine sistematik eleştirel ve tutarlı açıklamalar yapandır. Ay altı âlem yani değişkenlerin, oluş ve bozuluşların (kevn-fesad) alanı ile ay üstü yani değişmeyen (metafizik) alan arasındaki irtibatı faal (etkin) akıl ile sağlayan bu âlimler, tefekkür ve tahayyül gücüne sahip olanlardır.

Peygamber vefat ettiğine göre onun varisleri olarak kıyamete kadar onun yol ve yöntemine uygun bir şekilde erdemli yönetimin nasıl olacağına dair teorik (Hak’ın bilgisi ) ve pratik (Hayr bilgisi) arasındaki uyum üzerine düşünürler.  Çünkü felsefeyi insan sanatlarının değer ve mertebe bakımından en üstünü olarak görürler.

 Filozof, bu bağlamda,  “insanın gücü ölçüsünde ebedi ve tümel-külli olan varlığın hakikatini bilme” tefekkürünü yapandır. Bu etkinliğin teorik hedefi, hakikat/gerçeğin bilgisini yakalamaktır.  Elde ettiği gerçeğin bilgisine göre davranmak ise pratiğe geçirmektir.  Teori ve pratik uyumunu gerçekleştirmenin gücü yettiği ölçüde Allah’ın fiillerine benzemeye çalışması etkinliğini olarak görünce, olunca felsefe akli, ruhi ve ahlaki etkinlikler alanında insanı disiplin altına alıp olgunlaştıran bir bilgi dalı olarak ortaya çıkar.

Bu açıdan Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (sav) kadar yatay ve dikey hareketlilikleri Hikmet” kavramı altında inceleyip, kim ondan bir parça getirirse ona şükran duyar. Günümüzde ise, ezelî hikmet, hikmet-i hâlide,  (perennial philosophy) aşkın felsefe (hikmet-i müteâl/transendental felsefe) kavramlarını bu çizgide okumak mümkün.

·         Müteellih-Teosofist Kime Denir ve Filozoftan Farkı Nedir?

 Müteellih; İşrakilik diye “Doğu Felsefesi” olarak Hikmetü’l-Meşrikiyye’yi müstakil bir öğretiye dönüştürmeye çalışana verilen isimlendirmedir.  Hakikat’e ulaşmanın iki yolla  olacağını söyler: İlki “bahs” yani derin tefekküre dayalı araştırma, incelemekle olur ki bunlara hakîm/filozof denilir.

Aristoteles (Peripatetik) geleneği merkeze alarak düşünce üreten Fârâbî ve İbn Sînâ örnek olarak verilir. İkincisi “teellüh” yani düşünmeye ve araştırmaya muhtaç olmadan keşf yoluyla ulaşanlar olup  “müteellih” diye isimlendirilir.  

Peygamberlerle sûfîlerin çoğu bu grupta görülür. Sühreverdî bir de kendisi gibi çok az sayıda olsa her iki yolu takip edenlerin bulunduğunu, bunlara “müteellih hakîm” veya “ilâhî hakîm” , çoğul kullanımlarıyla “ilâhiyyûn”, “müteellihûn” ve “hukemâ-i müteellihîn” denilir. Bu düşünürlere ‘el-hakîmu’l-müteellih yani tasavvufu bir disiplin haline getirip felsefeye uzlaştırıcı bir şekilde ele alarak ortaya koydukları görüşlere de “felsefî tasavvuf” denilmesinden  dolayı “ilahiyatçı filozof’” ve/ya “teosofist” diye nitelendirilme ihtimalini  nitelemeyi ayrıca müzakere etmek gerekir.  

·         Felsefe Karşıtı ve/ya Taraftarın Rüyalarla Fikirlerine Meşruiyet Sağlaması

Bununla birlikte şu hususu hatırlatmakta fayda var: Sühreverdî, Aristo’yu Meşşâî filozofların yanlış anladığını söyler, salt tefekkür ile “müteellih hakîm” olunamayacağını söyler ve yine bir rüya ile çözüm bulduğunu söyler. Bu sefer ki yol gösterici, tıpkı Me’mun’da olduğu gibi Aristoteles’dir.  O da rüyasında Aristoteles’i görür ve tercümelere hız verir, öyle diyor kaynaklar, her ikisinin aynı şahsı rüyasında görmesine ne derseniz artık!

İlginç olan felsefe taraftarı da karşıtı da meşruiyetini gördükleri rüyaya bağlamakta ya da onları takip edenler rüya ile gerekli taraftarlık ya da karşıtlık bilgisinin verildiğine inanmaktadır. Suhreverdî de objektif varlık alanında hakikati aramayı bırakıp, sübjektif dünyasında aramasını yani özüne dönmesini tavsiye ettiğini, hakikat bilgisine (huzûrî bilgi) ulaşanların Bâyezîd-i Bistâmî, Sehl et-Tüsterî gibi sûfîler olduğunu, Meşşâîlerin bunu başaramadıklarını söyler.

Muhtemelen “Bir Nefes Felsefe 13” de Gazzâlî’ye başlayacağız, çünkü fakültede öğrencilere sunduğumuz planda öyle gözüküyor. Onun el-Munkız adlı eserinden hareketle filozoflara ve kelamcılara eleştiriler yöneltip, Batinileri tamamen reddederken sûfî yöntemi benimsemesi sırasında burada ittihad ve hulul ithamlarına maruz kalmadan orta yol bir tavır aldığını göreceğiz.

Bununla birlikte Mişkâtü’l-envâr adlı risalede tamamen bir nur metafiziği yaptığını, üstelik filozof ve kelamcılara yönelik eleştiri de yöneltmediği üzerinde duracağız. Burada sadece Gazzâlî, “İlâh, insanın ibadet ve teellühle (kulluk) kendisine yöneldiği zattan ibarettir” derken Sühreverdî’den önce “teellüh” terimini kullandığına işaret edeceğiz. 

Meşşâîler’in vacip varlık dediğine, İşrâkīler varlığı sembolize eden nuru, var olmak için başkasına ihtiyacı olmayan “saf nur” (nûr-ı mücerred, nûr-ı cevherî) olarak görür. Mümkün varlık ise varlığı başkasından olan “arazî nur” a dönüşür. Tanrı’nın evreni yaratmasını sudur öğretisine benzeyen bir hiyerarşi ile açıklarken sudur yerine işrak, akıl yerine nur kavramlarını kullanırlar.  (Mahmut Kaya-Süleyman Uludağ, “İşrak” TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınevi 2001, 23/ 435 vd)

·         Muhakkik Kime Denir ve Filozoftan Farkı Nedir?

Muhakkik Sûfî ise bu terimlerin bir nevi üst çerçevesi gibi İbn Arabî ile sunulan kavramsallaştırmadır.  Yukarıda bahsettiğimiz Hz. Muhammed’e gönderilen İslâm ve ondan önceki süreçte oluşan (ezeli) hikmet geleneğini tevârüs edene hakîm/ filozof olarak görülür.

Hikmet, burada özel bir bilineni bilmek olup, hüküm sahibi ve ona göre hüküm verilen bir niteliktir. Hakîm kişiden kasıt da budur. Bu anlamda hakîm/filozof kişi olarak sözlerinin çoğu Kur’an’ın belirli ayetleri, hâdislerin yorumundan ibâret olup, felsefe, kelâm, tasavvuf, fıkıh ve gramer ıstılahlarını kullanmaktadır.

İbn Arabî,  insanların genelini avam/halk olarak görmektedir. Onun havas dedikleri ise fakihler, kelâmcılar ve filozoflardır. Toplumun seçkinlerini (havassü’l-havas) ise muhakkik sûfîler oluşturduğunu söyler.

Niçin “muhakkik” diye ön niteleme var denilirse, “bizim ashabımız” diye  tanımlayarak bu kişilerin “ashâb-ı kulûb” yani hakikat, tahkik, müşâhede ve mükâşefe ehli olanlar diye  açıklar. Bunu derken de her âbid, zâhid ve sûfîyi bu kapsam içerisine almadığını özellikle belirtir.  Ona göre  muhakkik, gerçek basîret sahibi, “ehl-i cem’ ve vücûd”  olandır. “Ehl-i keşf ve’l-vücûd” yani nefsinde ilâhi keşfe açık bulunanlardan olan bir kişi olduğu için hakîkati tecrübe eder.

Hakîkat ve tahkîk ehli, kalp mükâşafe yani  “emaneti/işareti/hali hakkıyla  anlama”; müşâhede yani  eşyayı tevhid delilleriyle ve Hakk’ı eşyada görendir.  Mükâşefe anlamlarla ilgiliyken, müşâhede zatlarla ilgilidir. Müşâhede isimlendirilene ait iken, mükâşefe isimlerin hükmüne aittir. İbn Arabîye’ye göre mükaşafe, müşâhededen üstündür, çünkü Hakkın zatini müşâhede mümkün değildir.  

Bu nedenle olsa gerek, muhakkik (sûfî) nebevî yolu takip eden olarak niteler, “Hikmet”i nübüvvet ilmi olarak görür. Bu noktada Filozof’un  “hikmeti seven” anlamına gelmesinden dolayı,  insanın nihaî gayesinin Allah’a benzemek (teşebbüh-billâh) olduğunu söylemesini önemser.  Sûfîlerin bunu “Allah’ın isimleriyle ahlâklanmak” (tahalluk bi’l-esmâ) diye isimlendirdiklerini belirttikten sonra farklı ifade edilmesine rağmen anlamın aynılığı üzerinde durur.

Filozofların “hakîm” olabilmesi için kendisine hikmet sıfatının hükmettiği ve tasarrufu altına alması gerekirken, onlar hikmete hükmetmeye ve onu yönlendirmeye çalıştıklarını söyleyerek eleştirir ve gerçek anlamda hakîm olmadığını belirtir.

 Bu hususu gerçekleştirenleri “Melâmetîler” diye nitelendirir. Gerçek hakîmler (hükemâ) işleri ve hükümleri hakiki yerlerine, sebepleri gerçek konumlarına yerleştiren, yanlış yerlerde bulunan şeyleri de oradan çıkaranlardır. Bunlar Allah yolunun yolcularının seyyidleri ve imamlarıdır, âlemin efendisi de onlardandır ve onlarladır. İbnü’l-Arabî’ye göre hikmet ancak budur, “ehlullah” yani resuller ve velîler de gerçek hakîmlerdir. (İbn Arabî, Muhyiddin Fütûhât-ı Mekkiyye, çev. Ekrem Demirli, Litera yay, II/298, 8/31, 9/235, 239,271, 412, Tedbirât-ı İlâhiyye Tercüme ve şerh, H.A. Konuk, yay.hz. M.Tahralı, İz yay. İstanbul 1992, 227-235, M.E.Kılıç, “İbn Arabî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1999:20/493-516)

İslam felsefesinde akımlar ve düşünürleri hakkındaki bu kavramsal çözümleme ne derece analitik olduğu ise takdirinize kalmış