Malumunuz bir yılı aşkın süredir evlerimizde neredeyse “hapis” durumdayız.
Gözle bile görülemeyen küçücük bir virüs; kibrimiz, riyamız, tamahımız, şehvetimiz, cimriliğimiz, kendimizi bir şey zannedişimiz, ben deyişimiz, benim deyişimiz, müsamahasızlığımız, tahammülsüzlüğümüz, halden anlamayışımız, hiç olduğumuzu fark edemeyişimiz, sen diyemeyişimiz, emanet şuuruna eremeyişimizle, dünyanın her bir tarafına musallat oldu ve bu yazının yazıldığı tarihlerde üç milyonu aşkın insanın canına kast ederek yaşam haklarını aldı ellerinden.
Kendisiyle baş başa kalmayı, içinin koridorlarında gezmeyi, kendi benliği ile yüzleşmeyi epeydir ihmal eden günümüz insanı için de “eve kapanmak” çok zor geldi tabi ki.
Öyle ya, alışveriş yapmak, yeni bir şeyler almak, herkesin sahip olduklarına sahip olmak, popülizm peşinde koşmak, günün trendlerini takip etmek, ekran başlarına çivilenmek, dokunmatik olan her şeye yüzlerce kere dokunmak ve aslında gerçek olan hiçbir şeye dokunamamak üzerine bina eden,
Para, insan, anlam, fikir, duygu, beğeni, ilgi, zaman başta olmak üzere hayatı bozuk para gibi harcamayı yaşam tarzı haline getiren,
Tüm bunları görünür olabilmek, bütün dünyaya gösterebilmek, üstüne takıp takıştırıp sergilemek, insanlığının orasına burasına iliştirip kişisel vitrinine koyabilmeyi histerik bir şekilde isteyen günümüz insanının eve kapanmak istememesini bence bir parça anlamak gerekiyor.
Zira evde geçirilen vakit, çok zaman önce hayat hikayelerinin döndüğü yer olmaktan çıkmıştı.
Ama benim anlayamadığım şey; dışarıda gerçekten cana şifa, heyecan verici, hayatımıza renklerini taşıyan dopdolu bir şeyler yaşanıyor olduğuna bu kadar korunmasızca inanıyor olmamız. Çünkü içinde dönüp durarak bize bahşedilen “peşin” zamanı yok yere tükettiğimiz, bizi kan ter içinde bırakan yukarda kısaca zikrettiğim bu ‘parlak’ performanslar, hayat denen anlama bir şey katmıyor, aksine bu anlamın yitip gitmesine sebep oluyor.
Zira bu saydıklarımın hiçbiri, insanların “yaşamın asıl gayesi olan” kırıp dökmeden, tabiatı ve çevreyi tahrip etmeden, birbirlerinin boğazına sarılmadan, birbirine zulmetmeden, birbirleriyle hayırda yarışarak yaşayacakları “sevgi, merhamet ve adalet dolu” bir dünya oluşturmasına, ruhların bu zeminde yeşermesine zerre kadar bir fayda sağlamıyor.
Aksine daha yaşanabilir bir dünya kurma ideallerinin miras bırakıldığı manevi dinamiklere her geçen gün artan bir şiddetle zarar verip, var olan anlam haritalarını da “benlik” çukurlarına gömerek gayya karanlığına itiyor ve işaret edilen “biz” kavramının köklerini kurutuyor.
Bugünü ihya, yarını inşa etmek gibi bir derdi olmayanlara bu sözlerim bir şey ifade etmeyecek biliyorum, ama ilahi hitapla ısrarla işaret edilen ve bu işaretle insanlığın kurması gereken “barış ve selam yurdu” idealini kendine dert, yüreğine yük edinenler için bu idrak tohumlarının sulanması hayati önem arz ediyor.
Zira ilahi kodlama, her değeri bir bedele bağlamış ve o değere ulaşmanın ancak bedel ödemekle mümkün olabileceğini nasipli kalplere fısıldamıştır.
Bu yüzden olsa gerek ki ruh köklerimizi besleyen manevi miras, Allah’a yakınlaşmanın ve O’nun hoşnutluğunu kazanmanın ancak yarattığı mahlukata koşulsuz ve beklentisiz hizmetle olabileceğini çağlardan beri haykırıyor.
Ancak takdir edersiniz ki;
İlahi hitabın “akabe” başlığı altında “sarp yokuş” olarak ifade ettiği ve mala, mülke, şöhrete, makama, mansıba, zevke, haz ve hızza köle olmuş nefislerin bu esaretten kurtulması, özgürlüğüne kavuşması için verilen mücadele olarak sunduğu bu koşulsuz ve beklentisiz hizmet anlayışı, “ben” kavramı üzerine bina edilen bir yaşam tarzı ile mümkün olmayıp, ancak “biz” kavramı etrafında kalabalıklaşan, “ayrı” olanı azaltan ama “aynı” olanları çoğaltan ve bu sayede duygu ve anlam birlikteliğini yakalayabilmiş toplumlarla mümkün olur.
O vakit buyrun “barış ve selam” yurdunu kurmak için sefere çıkmış insanlar olarak, zihnimle yüreğimdeki kavgaya sizi de ortak ederek sorayım;
Peki, kişilik kavramının radikal bir şekilde yeniden tanımlandığı, hayatın sorunlarıyla başa çıkmak adına “terapi” kültürünün revaç gördüğü; acı, ıstırap ve hüznün hayattan tamamen kovularak anlam üretilmeye çalışıldığı ama antidepresanların avuç avuç tüketildiği günümüzde, çağımız insanına ‘ben’in anlaşılmak için ‘biz’e ihtiyaç duyduğunu nasıl anlatabiliriz?
“Önce sen” diyerek benliği önceleyen ve bunu en üstün amaç olarak sunan kişisel gelişim kitaplarının yok sattığı ve oluşturulan bu naylon bilinçle toplumsal kabul gören ahlaki kurallarının kişinin bakış açısına indirgendiği bir toplumda “biz” kavramını nasıl inşa edebiliriz, fikri olan var mı?
Ya da ‘biz’ neden hızla ‘ben’e dönüşüyor?
Kabul edelim ki;
“Modernite” ve “çağı yakalamak” adı altında “doğru ve yanlış, iyi ve kötü” gibi ahlaki kuralları, “ben” kavramına kurban ederek nesnelleştirilebilir ölçüler haline getirirseniz; insanın nefsine zaten doğuştan entegre edilmiş “benlik” devreye girer ve kişinin doğruları, onun için tek başına ahlaki kılavuz haline gelir.
Tüm ahlak kuralları, böylelikle “ben” kavramının emrine girer ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu manevi dinamikler, toplumsal kabuller, köklerin fısıldadığı değerler değil, “benliğin” ta kendisi karar verir ve kişiye “doğru” gelen her şey, yaşam biçimine dönüşür.
Benliğin değer üreten bir üs haline geldiği bir toplumda da ne dinsel manzumeler ne örfünüz ve gelenekleriniz ne anlam sağlayıcı diğer toplumsal kabulleriniz bir işe yaramaz. Çünkü doğrunun mihenk taşı; artık kişinin kendi doğrusudur ve kişi, dünyaya “ben” gözlükleriyle baktığı için toplumsal kabullerle zerre kadar ilgilenmez.
Bu gözle bakın şimdi topluma, tüm bunlar baş döndürücü bir hızla olmuyor mu? Okuduğumuz “üçüncü sayfa” haberleri “benliğin” karanlığını gözümüze sokmuyor mu?
Günden güne kaybettiğimiz hayata dair “anlam” nereye saklandı sanıyorsunuz?
Kanımca yazımın başında andığım “evde hapis kalmanın yarattığı huzursuzluğun” sebeplerini tam da burada, ’benlik’ çukurlarımızda aramak gerek.
Zira geçmişin kadim öğretileri daha yüksek bir amaç uğruna benliği reddedip “hiç” olabilmenin hazzını fısıldarken; bugünkü “terapi kültürü”, günümüz insanını acıdan, gözyaşından, kederden sıyırma gayreti içinde benliğin evetlenmesini hayatın merkezine oturtuyor.
Oysa ki yüzyılların birikimi kadim öğretilerimiz, gelişme ve olgunlaşma denen şeyin; bir kitaba sığdırılmış sloganik öğretilerle ya da içimizdeki zehri karşımızdaki uzmana aktararak bir iki saatlik terapi ile rahatlamakla değil; hayatın duvarlarına çarpa çarpa, kanaya kanaya, yaşayarak, tecrübe ederek, yaşadıklarından öğrenerek mümkün olabildiğini söylüyor ve hayatın kıyısından bakmayı değil, içinden geçmeyi öğütlüyor. ‘Ben’in ancak ‘biz’ ile var olabileceğini de ısrarla haykırıyor.
“Hayatın içinden geçmek” dedim de çıkın pencereye ve dışarıya bakın lütfen;
Biz, ‘endişeli modernler’in evlerimizin dört duvarı arasındaki sıkıntı ve meşakkatle geçirdiğimiz tutsaklık günlerine inat; dışarıda bahar, geçen bahardan hiç farkı olmayan bir şekilde hükmünü adım adım yürütüyor değil mi?
Sahi, yanı başımızdan akıp giden hayatın, kendi güzellikleri içinde gelip geçen mevsimlerin, kendi ilahi devranını muntazaman sürdüren tabiatın en son ne zaman farkında olduk?
Sizi bilmiyorum ama ben kendi adıma kalan ömrümde keşke en azından dışarda canlı yayınlanan bu hayat mektebinden kendi nefsime düşen dersi layıkıyla alabilsem ve dört duvar arasında kapalı kaldığımız şu günlerde dünyamı dışımdan içime doğru biraz daha genişletebilsem.
Sanki bunu yapabilirsem eğer, asıl tutsaklığı bu istisnai günlerden daha önce başımı hiç kaldırmadan içinde dönüp durduğum ‘normal hayat’ girdaplarında yaşadığımı da fark edebilir ve “ben”de kurumaya yüz tutan “biz” tohumlarını bu özgürlüğün nidalarıyla yeniden yeşerterek yaşadığım çağa olan borcumu ödeyebilirim belki.
Zira bildiğimi sandıklarım yanıldıklarıma dahi yetmese de hissediyorum ki, gerçek manevi doyum üstümüze boca edilen Batı Kültürünün bireyler arasındaki rekabeti körükleyerek kamçıladığı tamahkarlık ile değil paylaşarak; ele geçirerek değil ancak ele geçirmeyi reddederek; alarak değil vererek, sahip olma hırsı ile değil şahit olma heyecanıyla gerçekleşebilir.
Müebbet muhabbetle…