Okudukça fark ediyorum ki; zihnim, insanın ve dolayısıyla insanlığın tekamülünü dört niteliksel zaman dilimine bölüyor ve insanlık tarihini kıyamete doğru kötülüğün sürekli arttığı bir süreç olarak tanımlıyor;
Beynimin altın, gümüş, bronz ve demir çağı diye nitelendirdiği bu çağrışımda, idrak edebiliyorum ki; altın çağında huzur ve barış hüküm sürmekte ve bu dönemde yaşayan insanların hepsi altın gibi değerli ruhlara sahip. Çünkü bu çağda yaşayan insanların inandıkları ile yaşadıkları birbiri ile çelişmiyor; akıl ile kalp, kâl ile hâl, iç ve dış bir ahenk halinde.
Birkaç nesil sonra gelen gümüş çağında yazık ki yeryüzünün masumiyeti kirleniyor; iyi huylar azalmaya yüz tutuyor, yollar ayrılıyor, kar gibi bembeyaz kalplere gölgeler iniyor ve kötülük filize duruyor. Bu savrulmayla kavganın, acının ve nefretin ilk işaretleri ortaya çıkıyor.
Bronz çağında artık kötülük meyve vermeye başlıyor, hakikat çatlıyor ve ruhlar ise kirli. Ama bu çağ, insanlık tarihinde “kahramanlar çağı” olarak göze çarpıyor ve bu çağda kötülüğün içinden sıyrılıp mevcut imkânları insanlığın lehine çevirmek için mücadele edebilenler iyiliğin timsali, cesaret ve özverinin sembolü oluyorlar.
Bu tekamül yolculuğunda ezici bir çoğunluğun “digital çağ” olarak tanımladığı, ama benim daha çok “demir çağı” olarak isimlendirdiğim ve bu yazımın asıl meramı olan bizim yaşadığımız çağa geldiğimizde ise asıl kopuşun başladığını; “sabit” olarak tarif edilebilecek referansların gölgesinde sağlanan mutabakata “eyvallah” diyen, evliyasından eşkiyasına bu referansların varlığına boyun büken toplumda; kültüre ait olmayan libasların eğretiliği, aydınlanma olarak tabir edilen bilgilerin yapaylığı ve dünya üzerinde tek bir kültür oluşturma gayretinin ihtirası ile; bencilliğin hâkimiyetini sağlayarak kötülüğün her köşede kol gezmeye başladığına, iyiliğin kalelerinin bir bir düştüğüne; karanlık, kaygı ve kederin ise alabildiğine büyüdüğüne şahit oluyorsunuz.
Başdöndürücü bir hızla meydana gelen bu kopuşun kodlarına baktığınızda ise suyun menbaından,ağacın kökünden uzaklaşmanın bedelinin ödendiği görülüyor.
Zira bir ağacın köklerinin toprakla bağlarının kesilmesi o ağacı nasıl kütükleştirirse, biz de “bizi biz yapan” kültürel mirastan koptukça insani vasıflarımızı yitirdik ve birer mankurt (bilinçli köle) haline geldik.
Peki bu süreç nasıl bu kadar hızlı oldu?
Sanayi devrimiyle cesedine bürünen batı ruhu özellikle 80’li yıllardan sonra karşımıza bugün adına “kapitalizm” dediğimiz ve tek ayeti “neyin var neyin yoksa tüket” olan bir yaşam biçimiyle karşımıza çıktığında (o gün farkedemesek ve bugün o farkedemeyişimizin bedelini ağır ödesek de) bizim olanı vermemiz gerekiyordu.
İnsanın en zayıf melekesi olan nefsine direk hitap eden ve seküler(dünyevi) bir anlayışı savunan bu yaşam biçimine karşı bir süre “arafta” kaldık. Çünkü inancımız, kültürümüz, değerlerimiz, tecrübelerimiz bize başka bir şey söylüyordu; henüz evlere yeni yeni girmeye başlayan, ancak ‘zengin’ diye vasıflandırılan evlerde bulunabilen siyah beyaz ekranlardaki yaşam tarzı başka bir şey fısıldıyordu.
Bu yaşam tarzı hızla taraftar buldukça mektebimizin, çarşımızın, mahallemizin rengi de şekli de aynı hızla değişmeye başladı. Sosyo ekonomik olarak nüfuzlu olan ve o günün imkânlarını elinde bulunduran azınlık taraf kendisine ait doğruları başkalarının yanlışları ile takas etmekte hiçbir mahzur görmedi ama bununla yetinmeyip doğrularını kalbinde ve nisbeten hayatında muhafaza etmeye çalışan tarafı da yanlışlığı bile bile yaşamaya mecbur bıraktı. Bu mecburiyetin başlangıcına baktığınızda ise tarihler 90’ların başını gösteriyordu.
Yaklaşık iki buçuk asırdır, dindar kesimlerin güç ve teknoloji üzerinde yükselen Batı Avrupa ve onların ortaya koyduğu modern değerler(!) karşısında yenilgi psikolojisi ile oluşan nisbetleşme duygusu ve yetersizlik kompleksi de buna eklenince değerlerin ötelenmesi ve yitirilmesi daha da hızlandı.
Tabir-i caizse ışık hızıyla meydana gelen bu etkileşim bizler için ihtiyaçtan ziyade bir “özenti” halini aldı. Siyasetten ticarete, bürokrasiden günlük yaşama, eğitimden sanata kadar her sahadaki bu özentinin bedeli yaşama dair her sahada “bizi biz yapan ne kadar eder ve değer varsa” hepsinin yok edilmesiydi, o günlerde farkında olmasak da ‘seve seve’ ödedik bu bedeli.
Ödenen bu bedelle inandığı ve artık zorunlu yaşadığı hayat arasındaki uçurumda kalbini kısmen muhafaza etmeye çalışan küçük bir azınlık kalsa da 2000’li yılların başında (yani on yıl gibi kısa bir sürede) artık bize ait bir “şahsiyetimiz” kalmamıştı. Çünkü sevgi, şefkat, merhamet, rahmet, birlik, kardeşlik gibi olmadığı zaman kahrolmamız gereken değerlerin varlığına nisbeten de olsa sevinme; faiz, kumar, içki, fuhuş, hırsızlık, adaletsizlik gibi toplumu içten içe çürüttüğü için isyan etmemiz gereken değerlerin ise kısmi yokluğundan memnun olma devri o günlerden sonra başladı.
O günden bugüne yaklaşık yirmi yıldır bu baş döndürücü hız ile eski yokluk günlerine rağmen hayatın her sahasında herşeye sahip olsak bile; zihnimize, hayatımıza, değerlerimize, hayallerimize, kelimelerimize, mahallemize, üniversitemize ve dahi evimize bile bir başkası sahip artık.
Modern kentsel yaşamla birlikte apartman hayatının artışı, toprakla koparılan bağ, teknolojik aletlerin etkisi, post-modern anlayışın geliştirerek bireysel ve toplumsal yaşamın merkezine yerleştirdiği sanal âlemin vazgeçilmezliği ile oluşan yeni yaşam tarzı; geçmişten, gelenekten, dini motiflerden gelen değerleri öteleyip toplumsal hayatın dışına itti.
Bu kadarla yetinildi mi?
Hayır maalesef!
Beşikten mezara kadar süren değerler eğitimimizi terk etmemiz; önce insanımızı sonra da toplumumuzu değersizleştirdi. Ninnilerle, masallarla başlayan ve kahramanlık destanlarıyla şahlanan natürel denebilecek kadar doğal değerlerimiz kısa sürede buharlaştı. Buharlaşan her değer, bizleri hem yozlaştırıp asli kimliğimizden uzaklaştırdı, hem de çaresizleştirdi. Kaybettiğimiz değerlerin yerine yenisini ya koyamadık ya da onun yerine ikame edilmeye çalışılan yeni değerler bizleri mutlu etmedi. Neticede birçok konuda şikayet eder; ancak çözüm üretemez hale geldik.
Altın çağından demir çağına gelen bu süreçte bugün sabrın ve şükrün yerini acelecilik ve isyankarlık; insan sevgisinin yerini hümanizm; hoşgörünün yerini tahammülsüzlük, edebin yerini çağdaşlık maskeli hayasızlık; aşkın yerini cinsellik; liyakatin yerini sadakat; adaletin yerini taraftarlık; kanaatkarlığın yerini doymak bilmez bir tüketim hırsı ile aç gözlülük; “ben siftah yaptım komşudan al” diyebilecek kadar komşu hukukuna riayet eden diğer gamlıkla bezenmiş esnaflık anlayışının yerini, “Rabbena hep bana”ya dönüşen bencillik; haklının güçlü olduğu adalet anlayışının yerini güçlünün haklı olarak kabul gördüğü zulüm yandaşlığı; insanlara saygıyı “ya dinde kardeş ya da yaratılışta eş gören” anlayışının yerini menfaatte paydaşlık; velhasılı kelam dün, bizi onurlu, üstün ve dünyanın gıpta ettiği insanlar konumuna taşıyan ne kadar değerimiz varsa son yirmi yılda yitirdik.
Tüketim hırsımız arttıkça, şahitliğimizi unuttukça, sahiplik arzumuz sorumluluklarımızın ihmaline dönüştükçe “biz” kavramı yerine “ben” kavramı ön plana çıktı ve günümüz dünyası artık “ben” üzerine bina edilmiş bir dünya.
Bu yüzden bana bu çağı tarif et deseler aklımdaki tüm cevaplar “haz ve hız”başlığı altında toplanır sanırım.
Ayartıcı güçlere tüm benliği ile teslim ama hamasi nutuklarla da ‘köküme bağlıyım’ imajını sözüm ona haykıran, dedesi gibi düşünüp batılı gibi yaşayan, Hüseyin gibi fikredip Yezitçe bir yaşam süren çağımız insanının en büyük sıkıntısı zaman çünkü.
Zira öyle bir çağ ki hissetmeye, akletmeye, fikretmeye, şükretmeye, söylemeye, dinlemeye , durmaya, durulmaya ,görmeye, kavramaya, duymaya, dinlenmeye , olmaya, oldurmaya, olgunlaşmaya vaktimiz yok hiçbirimizin.
Yaşadığımız koşturma, içine girdiğimiz karambol ve kulaklarımızı sağır eden gürültüden kendinizi bir an koparıp yaşamınızın “pause” düğmesine iki dakikalığına basın lütfen.
“Dünya bizim çağımızda eskiye nazaran daha mı hızlı dönmeye başladı da ‘zaman’ dediğimiz kavram bize yetmiyor” sizce?
Yoksa, “yaşlanmadan yaş alan” günümüz insanı için hızlanan zaman değil; bizler bu yangın yerinde ne aradığımızı unuttuğumuz ve amacımızı yitirdiğimiz için mi oradan oraya aç kalan ruhlarımızı doyurmak için koşturuyoruz?
“Evet, haklısınız çok yanlış var ama…” diyen pek çok bahane cümlemiz var cebimizde; asli vazifemiz olan “dünyayı imar edip cennete dönüştürmemize dair” doğrular ise, ütopik bir dünyanın çok uzaklardaki bir hayal ülkesinin erişilmez fantezileri gibi kayboluyor bu ‘ama’lardan inşa edilen labirentler içinde.
Yedisinden yetmişine hemen herkesin dilinde “olması gerekenler” var ve bu gereklilik bir masal gibi, bir anlatı gibi dilden dile dolaştırılıyor, hepsi bu sadece.
Daha fazla servet, daha fazla konfor, daha fazla güç, daha fazla etki, daha fazla şöhret ve birçok başka şeyin “daha fazlası” uğruna kalan erdemlerini de (yirmi yıl önce olduğu gibi) hiç düşünmeden ardında bırakabilen günümüz insanı aslında her şeyin farkında yani.
Ama bu farkındalık işlenen kabahatin büyüklüğünü de fısıldadığı için hiç kimse bu kabahati üzerine almayı ve kendinden başlamayı düşünmüyor. Çünkü zihin torbalarımız ağzına kadar lüzumsuzluk ile dolu ve o torbada hayatın anlamına dair bir şeyler biriktiremememizin önemli sebeplerinden biri de bu doluluk maalesef.
Bilgi, anlam, hikmet, irfan, zevk, estetik, incelik, güzellik yanı başımızda dahi olsa; onlara dair hiçbir şeyi içimize alamıyor, içselleştiremiyoruz.
Çünkü içimizde boş yer yok; abur cuburla doldurduğumuz bir ‘boşluk’ zihinlerimizi tıka basa dolduruyor.Hiç aksatmadan süpürüp temizleseniz bile kendini tekrarlayan bu döngü içinde zihnimiz sürekli yeniden bu çerçöpün işgaline uğruyor.
Çünkü eğlendiren, vaktimizi işgal eden ama geçip gittiğinde geride fayda namına bir şey bırakmayan, hoşça vakit geçirmek dışında bize hemen hemen hiçbir şey vermeyen yazılı, görsel, işitsel abur cuburdan ibaret “lüzumsuzluklardan”; harcadığı vaktin karşılığında bir şeyler kazandıran, insanlığına kemal yolunda mesafe kazandıran, düşüncesini derinleştiren, duygularını zenginleştiren, ufkunu açan, gönlünü şenlendiren “lüzumlulara” yer kalmıyor.
“Lüzumsuz” dediğimiz bu doymak bilmez tıkınma, öyle geçici hevesler falan da değil emin olun; zihinlerimizi işgal altına alan, rutine dönüşmüş ve her birimizi bağımlı hale getirip adeta robotlaştırmış alışkanlıklar bunlar.
İşte bu nedenle de artık kimse kimsenin söylediğini anlamaya yanaşmıyor ve anlamak istediği şeyi muhatabına söyletmekle ömür tüketiyor.
Bizi yaratan, işlediğimiz günahlara rağmen nimet vermeye devam eden, günahlarımızı gizleyen Rabbimizden daha çok hak sahibiyiz bu yüzden artık sanki diğer kulların üzerinde. Farkında mısınız bilmiyorum ama; kalemlerimiz ve dilimiz kılıç artık, köşe bucak kardeş doğruyoruz. Aklımızın her an yeni putlar diktiği ve kalbimizin onlara tazim ettiği günümüzde hakikate istinadımız, hakikatimize itimadımız da kalmadı, adam gibi bir sabitemiz, doğru dürüst referanslarımız da.
Dışımızdakilere kızmaktan mı kendimizi düzeltmeye vaktimiz kalmıyor, yoksa kendimizi adam edemediğimiz için mi kızıp durmaktayız başkalarına bilmiyorum ama üç asrı bulmayan mazisine itibar vermek için kitaplar yazan, filmler çeken, destanlar uyduran, bilgisayar oyunları ile kahramanlar yaratan elin oğluna karşılık; bir damla sudan bir avuç toparağa yürümek olan varoluş hikayemizde bin yıllık şanlı mazimiz, sahip olduğumuz manevi miras altın çağından demir çağına kadar geçen bu makus süreçte bu kadar kolay boyun bükmemeli, bu kadar mahsun olmamalıydı.