Covid-19 isimli küresel salgın, özgürlük ve güvenlik salımındaki dengeye “sağlık güvenliği” ilave etti. Daha önce genellikle ifade hürriyeti ve toplumsal olaylar bağlamında yasallık ve meşruiyet arasındaki dengenin temini olarak anlaşılıyordu. Benjamin Franklin’in ifadesiyle “Biraz güvenlik elde etmek için özgürlükten vazgeçebilenler ne özgürlüğü ne de güvenliği hak ederler.” Kamu ve özel mülkiyete zarar vermeden 3. Şahısların özlük haklarını ihlal etmeden ne özgürlük ne de güvenlikten ödün vermeme aşamasından kendi irademizle, bireysel, aile ve toplumsal önlemler bağlamında özgürlüklerimizi kısıtlayacak bir aşamaya geldi. Şimdi burada soru/n: Özgürlüğümüzü yitirmeden bireysel-aile ve toplum güvenliği/sıhhatini korumak için “denge/itidalli” davranış kodlarımız ve bunların felsefi temelleri neler olabilir?

Pandemi süresince hem internet üzerinden canlı derslerle yeni duruma göre tedrisatımızı devam ettirirken İslam Felsefesi okumalarımızı filozoflarımızın Tedbîrü’l-mütahavvihdi (bireysel yönetim), tedbirü’l-menzil (ev yönetimi) ve tedbirü’l-müdün (toplum/devlet yönetimi) şeklinde olduğunu yeniden vurgulamanın önemini anladık. Malum tedbir, eylemlerin belli bir maksada yönelik olarak düzenlenmesidir. Müslüman filozofların erdemli yönetim (Medinetü’l-fazıla) tasavvurlarını, hekim ve hakim (kadı) ne kadar az görev düşerse o kadar iyi olacağına dair tespitlerini güncelleyip, özgürlük ve güvenlik/sıhhat dengesine dair neler yapabilirimiz üzerinde durmaya başladık. Bu çerçevede İslam Ahlak Felsefesi, İslam Felsefesi Tarihi ve seçmeli derslerde filozofların görüşlerini müfredat gereği kronolojik olarak işlerken, sistematik olarak da “Özgür Ve Güvenli/Sıhhatli Birey İçin Tedbirü’l-Mütehavvihd Okumaları” diye bir taslak metin oluşturmaya başlamıştım.

20.10.2020 Salı günü sabah net üzerinden Günümüz Felsefe Akımları dersine dair sunumu yaptıktan sonra çocukluk arkadaşım İbn Haldun Üniversitesi külliyesi açılış töreninde Cumhurbaşkanımızın sözlerinden gönderdiği kesitleri okudum. Sürekli bilgisayar başında ve ders hazırlıkları sunumuyla ilgilenince günlük gelişmeleri dikkatlice takip etme imkanı da olmuyor, ama bir baktım derste inceleme alanımızla ilgili hususların birinci elden izahı gibiymiş, mutlu oldum doğrusu.

Bu nedenle taslağın başlığını “Özgür ve Güvenli/Sıhhatli Birey İçin Tedbirü’l-Mütehavvihd Okumaları” yerine Fikri Hür, İrfanı Hür, Vicdanı Hür” Bireyler için İslam Felsefesi Okumaları diye değiştirdim. Çünkü Sayın Cumhurbaşkanımız "Aklı hür, fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirilmek üzere çıkılan yolun Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması Cumhuriyetimizin en büyük kaybı" olduğunu belirmiş, bunun da "fikri bağımsızlığın" kaybının temel sebebi olarak sunmuş. Siyasi ve iktisadi bağımsızlığın temelinde fikri bağımsızlığın olduğunu, ülkemizin farklı inanç ve eğilimlerini Türkiye’nin çıkarlarını yükseltme paydasında birleştirmekten bahsetmiş. İktidarda bulundukları sürecin bir nevi öz eleştirisini yapmış. (https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/122413/cumhurbaskani-erdogan-ibn-haldun-universitesi-kulliyesi-acilis-toreni-ne-katildi, Erişim:19.10.2020)

“Günümüz İslam Dünyasında Fıkhi, Fikri ve Siyasi Özgürlük” için okumalar yapan, bu bağlamda Müslüman aklının içinde bulunduğu tarihsel birikimin eleştirisini nasıl yapacağını klasik (Ebu Hanife) ve modern alimler (M.Arkun) üzerinden okumalar yapan biri olarak bu tespitin güncellenmesini özellikle Günümüz Felsefe Akımları dersinin sonunda duyunca daha önemsedim.

Özgür ve özgüvenli birey için İslam felsefesi bağlamında yaptığımız kronolojik okumalar süresince Tedbirü’l-mütevahhid merkezli sorunun çözüme olası katkıları artırmaya yönelik sistematik okumalarımıza geçmeden önce bu sözün tarihsel geçmişine bakalım: Mustafa Kemal Atatürk, 25 Ağustos 1924 tarihinde “Öğretmenler! Cumhuriyet sizden fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmenizi ister” dediğini, "Ben inkılap ruhunu ondan aldım" dediği Tevfik Fikret’in etkisini hatırlamak gerekir. Kendini tanıtırken "Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim" diyen Tevfik Fikret’in muhalif ve toplumcu anlayışla "Sis, Sabah Olursa, Bir Lahza-i Tahattür" şiirlerini okumayan yok gibidir. Rumeli Hisarında o dönem Robert Koleji bugünkü adıyla Boğaziçi Üniversitesi kampüsünün altında Aşiyan’da ” inziva”ya çekilerek bu şiirleri yazdığını söylersek, “tedbiru’l-mütevahhid” ilintisini de görebiliriz.

Ülkeye özgürlük ve barış getireceğine inandığı için İttihat ve Terakki’yi destekleyen şair/düşünür Tevfik Fikret’in 1908’de II. Meşrutiyet’in önemli savunucularından biri olduğunu ve artık inziva durumunu bıraktığını biliyoruz. Kendisine teklif edilen Maarif Nazırlığı (bakanlığını) görevini kabul etmez. Bu göreve getirilen ve Osmanlı’nı son dönemi, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda etkin bir alim olarak incelediğimiz Abdurrahman Şeref’in çağrısıyla Galatasaray Sultanisi’nin müdürü olur, orada oldukça başarılı çalışmalar yapar. Bu mottonun tarihsel (dil-söylem) analizini başka bir zamana bırakarak İslam Felsefesi okumalarımıza dönelim.

15.Temmuz 2016 yapılan terörist kalkışma, fikri, irfanı ve vicdanı hür bir neslin önemini bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Tabii bir de bu konuda ne kadar geride kaldığımızı ve biz öğretmenlerin de üzerine düşeni yeterince gerçekleştiremediğinin de göstergesidir. Çünkü “15 Temmuz 2016, Fikir, İrfan ve Vicdan Tutulması” sonucudur. Yaşanılan “akıl tutulması”nın felsefi temellerini inceleyip eğitim ve öğretim sürecimizi sorgulamak, bu anlamda, her akademisyenin öncelikli görevidir. Bu hassasiyetle Çorum ilahiyat fakültesinde Farabi’nin İlimlerin Sayımı, Gazzali’nin el-Munkız min’ed-Dalal ve İbn Rüşd’ün Faslu’l-Makal adlı İslam felsefesi klasikleriyle mezun ettiğimiz öğrencilerimize 2016 sonrasında İbn Bacce’nin Tedbirü’l-Mütevahhidin (Bireysel Yönetim Okumaları-, tercüme ve telif: Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, ed. İclal Arslan, Elis Yay., Ankara 2017) ilave ettik.

  • Özgür, Özgüvenli Birey İçin Tedbiru'l-Mütevahhid Okumaları

Biz Çorum İlahiyat Fakültesinde genelde Felsefe Tarihi, özelde İslam Felsefesi Tarihi dersini kronolojik okuyup okuturken, sistematik-problematik olarak da “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” temelli çalışmalar yaparak, Türkistan-Türkiye irtibatının kültürel sürekliliğinin izlerini takip etmeye çalışıyoruz.

Günümüz Felsefe Akımları ve İslam Bilim Tarihi başlıklı seçmeli dersleriyle de öğrencilerimizin “eşitler arasında birinci” olma ihtimallerini güçlendireceğimi düşünüyoruz. Böylece Garaudy’nin 20. Yüzyıl Biyografisi eserinde dediği üzere, İslamiyet’in ilk dönemindeki yaratıcı dinamizmi yeniden kazanılabilir. Diğer bir ifadeyle, Hz. Muhammed (sav) getirdiği yeni form (şeriat, yol-yöntem) önceki formların ortaya koyduğu bilgi bilim ve medeniyet tasavvurlarıyla yüzleşmesini, kısa sürede kendisine ait yeni bir bilgi, bilim tasavvuru geliştirerek bunu teknolojiye dönüştürmesini, ortaya koyduğu İslâm Medeniyeti’nin felsefi temellendirmesini yapmak artık zorunluluk haline gelmiştir.

İslâm bilgi ve bilim geleneğini inşa ve ihyası için gerekli alt yapıyı Fuat Sezgin merhumun çalışmaları oluşturmuştur. Böylece Türkiye’de yaşanan siyasal ve toplumsal olayların dini/teolojik yorumlarının felsefi tutarlılığını tahlil eden bir arka plan sağlanabilir.. Bunun temini İbn Haldun ahbari (haberler) yani kronolojik okumaların inşasıya yani felsefi değerlendirmeyle olacaktır. Çünkü Onun toplumsal birlikteliği sağlayacak (asabiyet) nesep ve sebep bağlarını iç ve dış şartlar şeklindeki tasnifi son derece işlevseldir. Özellikle “ümran” kavramı merkezli İslam medeniyeti ve tarih’in felsefesini yapıp bunun siyasete olası etkilerini incelemek, günümüz sorunlarının çözümüne katkı sağlayabilir. Zira tarih, geçmişin delillere dayanılarak araştırılması ve soruşturulmasıysa, Tarih felsefesi, yaşanmış geçmişin felsefesini ve tarih biliminin felsefesini içerecek şekilde kullanılmasıdır.

  1. bir olgu, olayı metni analiz etmek için hangi yöntemler kullanılmaktadır, bunların felsefi analizi nasıl yapılır? Bu sorular bağlamında manevi/tinsel ilimler de denilen ilahiyat alanında okutulan konuların, kavramların, dil ve mantık felsefesi, tarih felsefesi ve siyaset felsefesini ve söylem İlişkisi bağlamında incelenmelidir.
  • Tarih, Dil ve Söylem İlişkisi

Bunun içinde dil felsefesi bağlamında anlaşılmaya çalışılan her söylemin, tarihsel olduğuna, bir bağlam olmadan üretilmesi mümkün olmadığına dikkat etmek gerekir. Üstelik bu bağlam hesaba katılmadan da anlaşılması zordur. Bunun içinde Mantık dersine Farabi’nin İlimlerin Sayımı adlı eserinin dil-lisan ve Mantık kısmıyla başlıyoruz. Burhan, cedel-diyalektik, hitabet (retorik/belagat) ve şiir üzerinde duruyoruz ve safsatadan kaçınma yollarını Aristo ve Farabi merkezli müzakere ediyoruz. Burada söylem, toplum ve kültürü belirlerken, toplum ve kültür de söylemi belirlediğine dikkat edilmesi gerekir. Bu nedenle kültüre, ideolojiye ve hayat tarzlarına içkin olan “söylem” olarak nitelendirilmesi önemlidir.

  1. çerçevede örnek olarak “İnsan Onuru” başlıklı yazıda Batı’da Rönesans (bilimsel diriliş), ve reform süreçlerinin ardından Aydınlanma felsefesiyle gelişen aşamaları ve Fransız ihtilaliyle değişen dünya paradigmasına uyum sağlamaya çalışmalarının incelenmesine giriş yaptık. Çünkü Osmanlı aydın ve bürokratların yaptıkları düzenlemeler (Tanzimat) ve ıslahatları, “yeni lisan; yeni insan” yetiştirme projelerini, I. ve II. Meşrutiyet aşamalarını Türk Aydınlanması açısından önemsiyoruz. Aydınlanma felsefesinin Batı’da önemli değişim ve dönüşümlere sebep olduğu dönemde, Osmanlı Sultanı 3. Selim’in ülkesinde yaşanan sorunlara cevaplar arayacak ıslahatlar yapmaya çalıştığı malumunuz. Onunla çok iyi hukuku olan Şeyh Galip (1757-1799) “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” sözleriyle o dönemin felsefesindeki çalkantıları ve Türk insanının yetiştiği temel değerleri, bunların metafiziksel temellerini yani tam olarak “İnsan”ı anlattığını düşünüyoruz. Bize göre Osmanlı ıslahatlar bağlamında bu şiir Türk Aydınlanmasının ilk özgün metinlerindendir. (https://www.kirmizilar.com/tr/guncel-yazilar3/5397-i-nsan-onuru, 27.09.202)

Türkistan-Türkiye irtibatının kültürel sürekliliğini, bunun dünya siyasi hayatına yansımalarını Büyük ve Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti irtibatını kurarak incelerken söylemin bağlamına dikkat şarttır. Çünkü söylemin burada bir “hayat tarzı”na tekabül eden bir “dil oyunu” olma ihtimali vardır. Nitekim “Dil”in tarihsel olması nedeniyle, söylem, hem geçmişe/tarihe, hem de “bugün”e ve geleceğe atıfta bulunur.

Tarih felsefesinin soru ve sorunları üzerinde dururken, tarihsel bir olgu/olay/metini araştırma ve soruşturma nasıl ve ne tür bir araştırma olacaktır, sorusunun cevabı ararız. Tarihçi ne tür şeyler arar, kullandığı belge ve delillerin özellikleri nelerdir? Bunlar nasıl yorumlanacaktır?

Tarihsel bir incelemede ilk planda akla gelen teknik sorulara üretilen cevaplar bağlamında tarihin olup bitmelerle ilgilenen bir düşünce uğraşı olmanın ötesinde dünya tarihine yönelik felsefi bir üst bakış geliştirme imkanı vardır. Bunun için mukayeseli ve eleştirel okumalar yapılmalıdır. Bu okumalarda tarihsici yani totaliter, jakoben bir bakış açısıyla geçmiş/tarihe dair bir olgu ve olayı bugüne taşınma riskine ve günümüzde soru ve sorunların çözümünün geçmişte olduğunu söyleyen (whiggci/modernist) yorumlara dikkat edilmelidir. Biz Gadamer’in dediği anlamda “ufukların kaynaşması” ile tutarlı-makul anlamanın gerçekleşebileceğini düşünüyoruz. Günümüzü anlamlandırma ve sorunlara çözüm üretmede geçmişi okuma yöntemi olarak “ufukların kaynaşması” önemlidir. Bu anlama çabasının İslam düşüncesindeki tefsir, tevil kavramlarını merkeze alan manevi anlama-açıklama çabası olarak var olduğunu, aşırı (ezoterik-batini) yorumların tevil ile açıklanamayacağı ortadadır. Anadolu insanın “zirve tevil götürmez” sözü bunun net ifadesidir.

Farabi’nin felsefeye giriş kitabı olan İlimlerin Sayımı’nda dil ve mantık ilişkisiyle söylem belirlendikten ve kullanılacak yöntemler netleştikten sonra talimi ilimler ile yani teorik/pozitif disiplinlerle fizik ve metafizik irtibatının kurulma sürecini açıklama ve anlama çabasına giriş yapmak önemli. Bu bağlamda Platon’un “Geometri bilmeyen Akademiye giremez” sözünün önemi aritmetik zekânın fizik ötesini araştırmada ne derece önemli olduğunu anladıktan sonra ilahiyat-manevi-tinsel disiplinlerle evrenin niçin yaratıldığını anlama mümkün olacaktır. Açıklama ve anlama arasındaki farkı netleştirdikten sonra yine Farabi’den hareketle medeni ilimler incelenmesi önemlidir. Zira medeni ilimlerin fıkıh, kelam ve ahlak disiplinleriyle oluştuğunu ve Müslüman filozofların “etik-politik” bir sistem kurmasının temelleri buradadır. Farabi’nin kurduğu bu sistem Yusuf Hashacip’in Kutadgu Bilig, Ahmet Yesevi’nin deyişleriyle (Divan-ı Hikmet) ile kamusallaşmıştır. Türkistan Türkiye irtibatının felsefi temellerini, Fars ve Arap akıllarının oluşturduğu “Türk Müslümanlığı” tasavvurunun tarihsel gelişim sürecinin incelemesini bu bağlamda yapmaya çalışıyoruz.

  • Şahsiyetli, Özgür ve Özgüvenli Birey ve Yönetimi: Tedbirü’l-Mütevahhid

Tarihsici ve whiggci yöntemlerin açmazlarına düşmeden anlama çabamızda bireysellik üzerinde dururken Meşşai filozofların Tedbiru’l-mütevahhid (bireysel yönetim), tedbiru’l-menzil (ev yönetimi) ve tedbir’l-müdün (tekili medine-site yönetimi) tasnifleri hareket noktaları olarak öne çıkmaktadır. Bireysel yönetim derken “İndividualizm” anlamında bireycilik ile “Personalizm” denilen şahsiyetçilik arasındaki farka dikkat çekiyoruz.(“Bireysel Ahlak”, İslam’a Giriş: Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar, DİB, Ankara 2006, 228-240) Bu makalenin yayımı ile “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak: İslam Felsefesinin Günümüzdeki Anlamı Üzerine Bir Deneme” (İslamiyat, 8/4, 2005, 57-78) adlı makalenin de aynı tarihlerde yayımlanması bu iki okumanın eş güdümlü gittiğinin göstergesidir.

(Personalist) bireysellik tasavvurunu Nurettin Topçu ve M. Aziz Lahbabi’den (İslam Şahsiyetçiliği, Çeviren: İsmail Hakkı Akın, Yağmur Yayınevi, İstanbul 1972) hareketle temellendiriyoruz, ama bu da başka bir yazının konusu. Burada kısaca belirtmek istediğimiz husus, 1789 Fransız ihtilaliyle dünya ekonomi ve siyaset paradigması değişti, monarşi kademeli bir şekilde yerini cumhuriyete, din merkezli sistem laikliğe, çok uluslu devlet (imparatorluk) yerini ulus devlete bıraktı. Din felsefesi dersinde Batı’nın Rönesans, Reform ve Aydınlanma felsefesiyle Kant ve Descartes ile birlikte teorik temelini numen ve fenomen ayrımı, ruh ve beden ayrımı bir süre sonra A.Comte’nin “üç hal yasası” diye sunulan teolojik-metafizik ve pozitivist aşamalarının genel kabulüyle sonuçlandı. O kadar ki, Osmanlı modernleşme sürecinde dine karşı din gibi Comte’nun pozitivizm ilmihalinin kabulü bile istenildi. Bunun eleştirel tahlili için Batı’nın içinde yaşadığı din savaşlarından laiklik ile sıyrılması ve din felsefesini bir nevi felsefi kelam ve/ya laik kelam/teology diye sunması süreçlerine bakmak gerek.

Felsefe tarihçisi olarak kronolojik birikimi analiz edeceksek, maalesef Türkiye felsefe bölümlerinde yakın zamana kadar ve hala da kısmen baskın olarak devam ettiği üzere, din felsefesinin de tarih felsefesi, hukuk felsefesi, bilim felsefesi gibi, ilk defa Batı'da ortaya çıktığı söylenilir. Tarih felsefesi deyimini ilk kullanan Voltaire; bilim felsefesini ilk kullananlar A. Comte hukuk felsefesini ve din felsefesini ilk kullanan Hegel olduğu belirtilir. Kronolojik olarak ondan çok önce yaşayan İbn Haldun’un tarih tasavvurundan yukarıda bahsettik, Gazzali’nin Hume, Pascal ve Descartes’e ilham kaynağı olan fikirlerini şimdilik bir kenara bırakalım ve modernleşme tarihinin Hegel üzerinden sunumunu Din felsefesi bağlamında takip edelim.

Malumunuz Hegel, Berlin Üniversitesinde 1821 yılında "Din Felsefesi" adıyla bir ders verdi. Onun din felsefesi tasavvurunu hem Feuerbach ve Marx olmak üzere sol Hegel’ciler; hem de Katolik-Protestan Hıristiyan teologlar çalıştı. Bergson ve Blondel gibi alimleri bu hususta çalışmaları Nurettin Topçu üzerinden bizim personalist (şahsiyetcilik) tutumuza etki etmesi önemli. Bergson’a gelince, Hegel’in “engel olmayan özgür inanç, duygu ve sezgi olarak din, vasıtasız bir bilgi, bir şuura dayanır” demesi etki etmiş olsa gerek.

Bunun bizim açımızdan önemi şudur: Bergosan’dan sezgi öğretisini, Blondel’den aksiyon felsefesini alarak “İsyan Ahlakı” kavramsallaştırmasını temellendiren Nurettin Topçu, “Yarınki Türkiye”nin temellerini atacak bir perspektif geliştirmeye başlar. Nurettin Topçu’yu takip ettiğimiz zaman Batı Aydınlanma felsefesinin, pozitivizm söylemin, din ve bilim, felsefe-din, akıl-vahiy, ruh-beden irtibatının kopmasıyla ortaya çıkan sorunları çözme çabasının metafizik temellerini ve bunun İslam düşüncesindeki karşılıklarını görme imkanını yakalarız. Topçu’nun yurtdışına felsefe ihtisası için ilk gönderilenlerden olması, oradaki öğretilerin “Türkiye Şubesi” olmayı reddedip bu toprakların yurt haline gelmesinin felsefi temellerini araştırması son derece önemlidir. Bunlara ilaveten riyaset ve din tacirliği yapanlara yönelik eleştirilerine bakıldığı zaman bilimsel ve dini bir dirilişin (rönesans) vurgulanmasını da görürüz.

Batının “Türkiye Şubesi” gibi işlevsel olanın somut örneği görmek isteyenler Türkiye’de felsefe bölümlerinin yanı sıra İlahiyat fakültesi felsefe ve din bilimleri bölümü Felsefe tarihi dersinde baskın olarak okutulan Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi adlı çalışmasıyla Alfred Weber ve Bertrant Russsel’in Felsefe Tarihi adlı eserlerini bir karşılaştırsınlar. Gökberk, Weber ve Russel’in din konusundaki görüşlerinin farklılığına dikkat ederek, Batı’nın felsefesini iki batılı âlimin yazmasıyla Türkiyeli bir öğretim üyesinin yazması arasındaki farka bir bakıldığı zaman Türkiye’deki felsefe tarihi sunumunun durumu ironik bir tarzda ortaya çıkacaktır. Felsefe tarihinin Batıdaki tarihsel sürecinin okunmasında paradigmatik farkların tespiti açısından son derece faydalı olabilir, bu mukayeseli okumak.

  • Özgür, Özgüvenli İlahiyatlı

Çorum ilahiyat fakültesinde bu farklıkların farkında olarak bankacı ve özgürleştirici eğitim yöntemlerin;

  • tarih felsefesindeki karşılığının tarihsici/totoliter ve tarihselci, lineer ve döngüsel tarih tasavvuruna,
  • bilim tarihindeki tekabülünün klasik pozitivist (birikimsel) ve etkinlik (paradigmatik) bilim tasavvurlarına,
  • teoloji alanında ise riyaset ve din tacirliğine alt yapı oluşturan felsefe karşıtı bir söylem ile yetişen ilahiyatçı ile
  • Dinde uzmanlaşmayı (tefakkuh etmeyi) önceleyen ilahiyatlı farkına tekabül ettiğini düşünüyoruz.

Bu noktada ne tarihsici-evrenselci söylemin oluşturduğu yeni selefi ve tarikatlar kamplaşmasından ne de günümüz Whig dünya görüşünün merkeziyetçiliğini kabul etmek zorunda değiliz. Malum Whiggci bakış açısına göre Avrupalı bilgi ve kültürün Batı dışı toplumlara kıyasla üstünlüğünü iddia eder. Bunun temellendirilmesini ise felsefe-din, akıl-vahiy, ruh-beden gibi fikri, Doğu-Batı ikilemi gibi coğrafi ayrımlarla yaptılar. Böylece Doğu ve Batı şeklindeki tasniften hareketle bilgi kategorize edildi, yaralı bilinçler, yarılmış-parçalanmış bilinçlere dönüştü. Oysa bir dönemler Helenistik felsefenin bir dünya kültürü olmasının temelinde Aristoteles’in hocaları Platon ve Sokrates’in birikimini Büyük İskender’in siyasi dehasıyla birleştirmesi yatıyordu. Muallimi Sani olarak Farabi Helenistik felsefe birikimi ve Doğu felsefesinin (Fars/Sasani, Hind ve Çin) birikimlerini Hz. Muhammed (sav) yol ve yöntemiyle yeniden okuma sürecini sistemli bir şekilde başlattı. Hikmeti asli yurduna yeniden getirip Müslüman bilim insanları bilgi, bilimsel bilgi ve Medeniyet felsefesi oluşturdular.

Merhum Fuat Sezgin, bu sürecin izini süren dünya çapında alimlerimizden birisi olarak özgüvenimizi tazeledi. Onun vasıtasıyla akademik anlamda İslam medeniyetinin teorik ve pratik boyutlarının Avrupa’ya taşınması, orada Rönesans (bilimsel diriliş) reform dini yeni tasavvurlar ve nihayetinde aydınlanma felsefesini oluşturma sürecini yeniden hatırladık. İslam dünyasındaki bilimsel zihniyetin sönmesi ve yeniden dirilme imkanı hakkındaki tespitleriyle bir yol haritası da çizdi bizlere, merhum hocamız.

Avrupa Rönesans, Reform, Aydınlanma süreçleri sonucunda ulaştığı verileri Batı dışı toplumlara biricik diye sundular. Bunun için verdikleri savaşlara “Tarihin Sonu” ve “Medeniyetler Arası Çatışma” tezleriyle meşruiyet aradılar. Nitekim “Batı Aydınlanması” ile değişen küresel sisteme Osmanlı aydın ve bürokratları gerekli düzenlemeler (Tanzimat) yapmaya çalıştı. Yeni duruma uyum sağlamak için “Üç Tarz-ı Siyaset” bağlamında önce dönemin monarşik yapısına uygun olarak Osmanlılık öğretisini güncelleyerek denedi. Sonra İslamcılık ile ikinci seçeneği sahaya sürdü. Bu öğreti de Almanya’nın Rusya’nın Pan Slavizm politikasına karşı Pan İslamcılık politikasına katkı sağlayıp sağlamadığı hususuna dikkat çekip geçelim. Balkanlar ve Ortadoğu’da yaşadığı travma bu politikanın da iflasını getirdi. I ve II Meşrutiyet ilanlarıyla anayasal monarşi ve/ya parlamenter sisteme geçiş denemelerinde bulundu. Ama nihayetinde Osmanlı bürokrat ve aydınları Türklük politikasını devreye soktu ve bu birikimin sonucunda Türkiye Cumhuriyeti sosyal, laik bir ulus devleti olarak kuruldu. Dolayısıyla Fikri Hür, İrfanı Hür, Vicdanı Hür Nesil” arayışının temeli Batı Aydınlanmasına paralel Türk Aydınlanması çalışmalarına kadar gider.

  • İslam Ahlak Felsefesi Okumaları:

Günümüz felsefe disiplinlerinde bu hususlara dair giriş yaptıktan sonra İslam Ahlak felsefesi dersine felsefenin amacının mutluluğu elde etmek olmasıyla konuyu derinlemesine irdelenmesi gündeme gelir. Bunun nasıl olacağı üç temel husus yani Özgür irade, doğru eylem ve mutluluk nasıl elde edilir, üzerinde durulur.

Mutlu olabilmek için özgür irade sahip olmak, ki bu sorumluluk sahibi olmak demektir; ardından seçenekleri rasyonalist ve tutarlı bir şekilde değerlendirmek ve doğru eylem/salih amel işlemek gerekir. Neyi bilebiliriz, neyi yapabiliriz ve neyi umut edebiliriz bağlamında felsefe sorularında iyi-doğru bilmek ve yapmanın kişiyi mutlu edeceği vurgusu önemlidir. Yani ahlaki eylemin amacının haz, fayda, mutluluk ve ödev olduğunu, iyi’yi bilip doğru’yu yapmanın kişiye keyiflendireceğini mutlu kılacağını, bunun bir ödev ahlakına dönüştürmenin imkanı müzakere ediliyor.

İslam felsefesinde Tahsilu’s-saadenin yani mutluluğu elde etmenin dünyada huzur ve refahı sağlamının bir boyutu olduğunu, asıl amacın saadetu’l-kusva, yani ahirette nihai mutluluk elde edilmesiyle olacağını belirtilmesi önemlidir. Bunun nihai simgelerden birinin ruyetullah olduğunu, cedel-diyalektik yöntem ile bunun da ötekileştirici/tekfir edici konumuna getirildiğine dikkat çekerek yakini bilgi (Burhan) aramada filozofların yöntemlerinin hala güncel olması önemlidir.

Bu bağlamda teolojik etik ile İslam ahlak felsefesi arasındaki farka dikkat çekerek rol modelimiz olan peygamberimizin Cibril hadisini bu derste merkeze alma gerekçemizi şöyle temellendiriyoruz: Bireyselliğin nasıl oluştuğu bu hadis üzerinden takip edilebilir. Bunun için teorik (iman) ilkelerin iyi bilinmesi, bunların ilk peygamberden itibaren Tevhid diye sunulması önemlidir. Bu ilkelerin farklı zaman ve mekânlarda yatay ilişkilerde uygulanmasında tahrifler olduğu zaman dikey müdahale ile temel ilkelerin yeni bir yol ve yöntem ile yeniden gönderildiğini ve bunun nihai simgesinin Hz. Muhammed olduğunu belirtiyoruz.

Peygamberlerin insanlığın fikri birikiminde seçkin insanlar olduğunu onlarla yolda-ş olup, beşikten mezara kadar sürekli ilim talep eden kişinin bu teorik hususları (iman esaslarını) bilmesi son derece önemlidir. Ardından hayata geçirilme tarzı (İslam) gelir. İlme’l-yakin olarak teorik hususları bilenin bunları uygulamaya geçirmesine (İslam) ayne’l yakin denilir. Teorik ve pratik uyumunu sağlamanın dünyada ihsan denen yani sanki O’nu görüyormuş gibi yaşayacağının belirtilmesine dikkat edilmelidir. Çünkü Muhsin/e kişinin halk içinde Hak ile beraber olacağını, bunun ahiretteki saadetü’l-kusva’nın yeryüzünde izdüşümü olarak nitelendirilebilir.

  • “Kendini Bilen Rabbini Bilir” ve Dört Temel Erdem

Bunun felsefi dilde nasıl olacağı meselesine gelince, burada rasyonalist geleneğin temsilcisi Sokrates’in “Kendini Tanı” ilkesinin İslam felsefesinde “Kendini Bilen Rabbini Bilir” önermesine dönüşme sürecini inceliyoruz. Bu kendini bilmenin teknik adının bireysel yönetim (tedbiru’l-mütehavvihd) olarak sunulabilir.

Bu kavramın Farabi’de hüdayı nabit olarak “ayrıksı” gibi nitelendiğini, İbn Bacce’de ise kişinin içinde bulunduğu toplumun şartlarının olumsuzlukların artmasıyla birlikte içe dönük bir tekamül aşaması olabileceği önemlidir. Bu genelde yalnızlaşma diye sunulurken, biz inzivaya çekilmesini dış şartların olumsuzluklarını evetlemeden iç şartlarının gelişmesi olarak okunma ihtimalini gündeme getiriyoruz. Buradaki inzivanın sunulduğu gibi yabancılaşma olmayabileceğini, bireysel sivil bir tutumun ilk aşaması olarak kişinin kendini tanıması ve güçlendirme süreci olma ihtimalini vurguluyoruz.

Bu aşamada dört temel erdem, itidalli bir hayatın nasıl olabileceği açısından önemlidir. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel yetesinin akıl olduğunu, tasavvur ve tasdik süreçlerini mantık da gördüğümüz için dil-söylem ilişkisinde bu yetinin itidalli kullanımıyla “hikmet” oluşacağı zaten bilinmektedir. İlk temel erdemin aklın ifrat ve tefritten kaçınıp itidalli kullanımıyla oluşması önemlidir. Her insanda olan öfke/gadap gücünün itidalli kullanımıyla şecaat/yiğitlik erdemi, şehvet gücünün itidalli kullanımıyla iffet erdemi oluşur. Üç temel erdemi nefsinde gerçekleştiren bunların toplamı olan adalet erdemini de hayata geçirdiğinin göstergesidir.

Sonuç: Erdemli Toplum: Ümmeten Vasata

Bu hususlar, bireysel yönetimden ev yönetimine (tedbirü’l-menzil) geçiş ve şahsiyetli (özgür ve özgüven sahibi) bireylerin oluşturduğu aileler kurulması açısından önemlidir. Müslüman filozoflara göre, devlet-toplum yönetimi (tedbiru’l-müdün) bunun üçüncü aşamasıdır. Erdemli yönetim (Medinetü’l-fazıla) hekim ve hakime en az, hatta hiç ihtiyaç duyulmayan idealdir. Bunun gerçekleşmesi medeni ilimler bağlamında kelam (inanç) ve fıkıh (uygulama) ahlak disipliniyle olur. Etik-politik sistemden kastedilen budur.Bu aslında ümmeten vasata” (2/Bakara/143) olmaktır. Bununla kast edilen itidalli yani ifrat ve tefritten uzak insanlar topluluğunun diğer insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olmasıdır.