Amerika da ünlü bir futbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu. Futbolcu yakalanmıştı fakat karısının cesedi ortada yoktu. Duruşma aynen Amerikan filmlerinde ki gibiydi. Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu. Kucak dolusu parayla tuttuğu avukatı ise; jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu.
“-Sayın jüri üyeleri müvekkilimin suçsuz olduğuna gönülden inanıyorum. Buna birazdan sizde inanacaksınız. Neden mi? Bakın şimdi 1’den 10’a kadar sayacağım ve müvekkilimin öldürdüğünü iddia edilen karısı bu kapıdan içeri girecek. 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10”
Bütün jüri kapıya döndü fakat kimse girmedi içeri. Avukat bir savunma dâhisiydi ve şimdiye kadar kaybettiği hiçbir dava olmamıştı. Öldürücü hamlesini yaptı tabi ki.
“-Bakın sizde kadının öldüğüne inanmıyorsunuz. Çünkü hepiniz içeri girecek diye baktınız. İşte kararı buna göre vermenizi talep ediyorum”.
Ancak jüri ünlü futbolcuyu suçlu bulduğunu bildirdi ve dava bu şekilde sonuçlandı.
Mahkeme çıkışında ilk defa bir davayı kaybeden avukat bayan jüri başkanına yaklaştı ve;
“-10’a kadar sayarken baktığım da sizde diğer üyeler gibi kapıya bakmıştınız. Neden böyle bir karara imza attınız?”
“-Doğru” dedi jüri başkanı “-bende baktım ama sadece müvekkiliniz kapıya bakmıyordu.”
İşte, bakmasını bilmeli insan. Baktığını görmeli, gördüğünü hissetmeli, hissettiğini ise gösterebilmelidir. Sözlerin içinde boğuluyoruz çoğu zaman. Çoğu zaman bütün olaylara sözlerin içinden, açıklamaların içinden bakarken sözlerin etkisiyle hareket ederek davranıyoruz. Bakmayı unutuyoruz, bakarken görmeyi beceremiyoruz. Sonra da “hani seviyordun” diyerek çıkışlarımız, “bana söz vermiştin” diyerek yıkılmışlıklarımız oluyor, değil mi? Sözcüklerin önemi çok büyük olsa da esas önemli olan o sözcükleri hissedebilmektir. Gözlemektir, izlemektir asıl olan. Yapılması gereken sadece iyi bir izleyici-iyi bir gözlemci olmaktır bence. Eğer ki, iyi bir gözlemciyseniz birinin seni sevdiğini ağız dolusu söylediği “seni seviyorum” sözleriyle değil, hissettirdikleriyle anlarsınız. Mesela sadece bugün “iyi misin? Merak ettim’le” başlayan hiç sebepsiz yere kaç defa arandınız? Kaç defa sevinçten çıldırdınız yapılan sürprizlerle. Ve dünü başa kakmadan, geleceği vaat etmeden “şu anda, şimdi” kaç kere koydu yüreğini önüne. “Seviyorum” sözü hiçbir şeydir bence, önce yürek gelmediyse dile. Bakan iki göz neylesin ki, gönül gözün körse.
Doğuştan görme özürlü bir adam geliştirdiği yol bulma yöntemi sayesinde zifiri karanlık bir gecede elinde tuttuğu feneriyle yürüyordu. Karşıdan gelen ve gördüğünü zanneden bir lüzumsuz ise adama yaklaşarak;
“-Bre kör, sen zaten görmüyorsun ki o elindeki fener de neyin nesi?” diyerek kendince dalga geçe dursun bizim adam yapıştırmış cevabını;
“-Ben bu feneri kendim için değil, senin gibi körler için taşıyorum. Ben onları görmesem de onlar beni görüp de çarpmasın diye. Benim gözüm kör ama senin gönlün körmüş bre adam. Asıl kör ben değil sensin” diyerek devam etmiş yoluna.”
Herkes aynı yere bakıyor da bakmasını bilen görüyor sadece. Kendince hepimiz kendi dünyamızda duyuyoruz, konuşuyoruz, görüyoruz ama bakmak görmek değilse naçizane doğru göremiyoruz. Bir şeye bakarken yapılan yorumların, aklımızın, bilgimizin veya geçmiş tecrübelerimizin etkisin de kalıyoruz maalesef. Ezberletilen bir hayat yaşıyoruz, ezberlediğimiz bir mesleği icra ediyoruz ne yazık ki. Laf cambazlıkları içinde farkında olamıyoruz çoğu gerçeğin. Her şeyi öğrettikleri şu hayatta bir bakmayı öğretmiyorlar, baktığında görmeyi göstermiyorlar nedense? Rutine binmiş bir hayatımız var. Bakmak yerine sorguluyoruz, görmek varken yargılıyoruz. Sırf bakmış olmak için bakıp geçiveriyoruz öylesine.
Farkında değiliz kendimizin. Farkında değiliz çevremizin. Oysaki bize gördüğünü hisseden, hissettiğini gören göz gerek. Bir çift bakan göz değil benim kastım gönülden gören göz gerek. Hepinize baktığını gören aydınlık günler dilerken “özünü sözde değil, gözde bulanlardan olun” diyorum. Saygılarımla..
Leyla Yargı Mantar